Hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Ekim 2016 Pazar

Neredesin Sen Türküsü'nün Hikayesi




1960’lı yıllardan itibaren ismi bağlama ile birlikte anılan, sadece geniş halk kesimlerinde değil, ciddi musiki çevrelerinde de taktir ve hayranlıkla dinlenen Neşet Ertaş’ı farklı bir bağlamda değerlendirmek gerekiyor.


Çünkü o da aslında tam bir yöre sanatçısı, yani mahalli bir sanatçı olmasına rağmen yaygın şöhreti ve söylediği türkülerin popülaritesi ile ülke genelinde tanınan biri olarak diğerlerinden ayrılır.



İşte Neşet Ertaş Orta Anadolu bozkırlarının tam göbeğinde, “ay dost deyince yeri göğü inleten” gönül delisi bir babanın evladı olarak 1938’de Kırtıllar’da dünyaya gelir.



Hiç çocuk sahibi olamadığı ilk karısı Hatice’yi genç yaşında kaybeden Muharrem Ertaş,

ikinci evliliğini Kırtıllar köyünden Döne ile yapar ve bu evlilikten, Necati, Neşet, Ayşe, Nadiye ve muhterem adında beş çocuğu olur.


Kırtıllar nüfusunun tamamı abdallardan ibaret olan bir aşiret köyüdür. Köyün çevrede “abdallar” adıyla anılması da bundan olsa gerek.



Daha altı yedi yaşlarında iken, kendisini yöre düğünlerinin aranılan sanatçı babası Muharrem Ertaş’ın sazı önünde oynarken bulan büyük usta, Neredesin Sen türküsünün hikayesinin şöyle anlatır:



”1960’lı yıllarda TRT sanatçılarıyla Almanya’ya gitmiştim. Otomobilim vardı ama ne ehliyetim vardı, ne de kullanmayı biliyordum.



Bazıları dönünce mecburen ben kullandım otomobili. Dönüşte kaza yaptık. Beni cezaevine koydular. Üç ay hapis yattım. Kağıt, kalem de vermiyorlardı.



Bu türkünün sözlerini sigara kağıtlarının üzerine kibrit çöpünün barutlu kısmını tükürükle ıslatarak yazdım.”


Neredesin Sen Türküsü'nün Sözleri


Şu Garip Halimden Bilen İşveli Nazlım
Göynüm Hep Seni Arıyor Neredesin Sen
Tatlı Dillim Güler Yüzlüm Ey Caylan Gözlüm
Göynüm Hep Seni Arıyor Neredesin Sen

Ben Ağlarsam Ağlayıp Gülersem Gülen

Bütün Dertlerimi Anlayıp Göynümü Bilen
Sanki Kalbimi Bilerek Yüzüme Gülen
Göynüm Hep Seni Arıyor Neredesin Sen

Sinemde Gizli Yaramı Kimse Bilmiyor

Hiçbir Tabip Yarama Merhem Olmuyor
Boynu Bükük Bir Garibim Yüzüm Gülmüyor
Göynüm Hep Seni Arıyor Neredesin Sen

Sarı Gelin Türküsü'nün Hikayesi



Kıpçak Beyi, Çoruh nehrinin kıyısında yaşayan soylu bir ailenin reisidir.

Erzurumlu bir Genç Kıpçak Beyi'nin Altın Sarısı Saçlı Kızı'na aşık olur.

Hem Genç'in Ailesi hem de Kıpçak Beyi bu aşka engel olurlar.

Ancak Erzurumlu Genç sevdasından vazgeçmez.

Genç sevdiği kıza bir mektup yazar ve onu kaçırmak istediğini belirtir. Kız ve Genç anlaşır ve kaçarlar.

Kıpçak Beyi'nin adamları Kız ve Genç'in peşine düşer.

Erzurum’da Genç Kız ve Erzurumlu Genç, Kıpçak Beyi'nin adamları tarafından yakalanır ve genç, Kıpçak Beyi'nin adamları tarafından öldürülür.

Günümüzde türkü hakkında birçok söylenti mevcut olmakla birlikte, kimisi Ermeniler'e ait olduğunu, kimisi ise Anadolu'ya ait olduğunu öne sürmektedir.

Ancak birçok delil türkünün Anadolu'ya ait olduğunu işaret etmektedir.



Zahidem Türküsü'nün Hikayesi

                



Kimi kesimin Zahide, kimi kesimin ise, Zahidem olarak bildiği bu türkünün şairi Aşık Arap Mustafadır.
Aşık Arap Mustafa küçük yaşta anne ve babasını kaybetmiştir ve onları hiç görmemiştir bile.
Hiç tanımadığı insanların yanında büyüyen ve annesini babasını hiç tanımayan bir şairdir o.
Arap Mustafa’nın babası düğünlerde, toplantılarda “Koca Oyunu” adı verilen oyunda “Arap” rolünü üstlenirdi.
Arap lakabı Mustafa’ya buradan gelmektedir. Zaman içinde çalışkan, babayiğit, giyimine özen gösteren yakışıklı bir delikanlı olan Arap Mustafa,
Ağasının yeni yetişen kızı Zahide’ye gönlünü kaptırdı. Fakir ve kimsesiz olduğundan bu sırrı kimseye söyleyemedi.
Yirmili yaşlarda askere giden Mustafa aşkını içinde yaşıyor, her anında Zahide’yi düşünüyordu.
Ondan haber almak için arkadaşlarına mektuplar yazıyor en azından iyi olduğunu bilmek istiyordu.
Bir gün arkadaşından gelen bir mektupla Zahide’nin başka biriyle evleneceğini öğrenmiştir.
Dünyalar başına yıkılan Mustafa asker ocağında Zahidem türküsünün sözlerini mısralara dökmüştür.
Zahidem türküsünü Neşet Ertaş okuyup plağa kaydederek halka tanıtmıştır.

Zahidem Türküsü'nün Sözleri


Zahide Kurbanım n’olacak Halim
Gene bir laf duydum kırıldı belim
Gelenden gidenden haber sorarım
Zahidem bu hafta oluyor gelin


Hezeli de deli gönül hezeli
Çiçekdağı döktü m’ola gazeli
Dolaştım alemi gurbet gezeli
Bulamadım Zahidem’den güzeli


Ay ile doğar da gün ile aşar,
Zahide’mi görenin tebdili şaşar
İyinin kaderi kötüye düşer,
Diken arasında kalmış gül gibi.

Zahide’m kurbanım kurtar bu dardan
Baban anlamadı bizim bu haldan
Kekiline sürmüş kokulu yağdan,
Derdin beni del’ediyor Zahide’m.

Ziyaret’ten çıktım Cender’in özü
Kum gibi kaynıyor Zahide’m gözü
Aslını sorarsan esalet yerden
Hacı Bürolardan Mehmet’in kızı.


Gurbet ellerinde esinim esir
Zahide’m kurbanım hep bende kusur
Eğer baban seni bana verirse
Nemize yetmiyor el kadar hasır.


Çiçekdağı’nda da hiç gitmez duman
Zahide’m kurbanım hallarım yaman
Yapamadım şu babayın gönlünü
Fakir diye bana vermedi baban.


Anamdan doğalı çok çektim cefa,
Şu yalan dünyada sürmedim sefa,
Adımı namımı soran olursa,
Orta Hacı Ahmetli Arap Mustafa.


Arapoğlu Mustafa’nın kendisine Mecnun gibi aşık olduğundan etkilenen Zahide, Mustafa için şiirler söylemiştir.
Bu şiirin üç kıtasını H. Vahit Bulut, 1973 yılında Yukarı Hacı Ahmetli köyünden Zahide’nin yakın arkadaşı ve sırdaşı Fatik’ten derlemiştir.
Baştaki iki kıta tarafımızdan derlenmiştir.

Bu nasıl sevdaymış geldi başıma
Felek ağu kattı tatlı aşıma
Sevda çekenlere zor gelir gurbet
Gece gündüz elim kalkmaz işime.
Aşağıda sap kağnısı geliyo
Derdin beni elik elik eliyo
Kurbanlar olayım gara Mustafam
Babam beni yad ellere veriyo.

Arapoğlu derler gayeten atik
Gözleri kara da, kaşları çatık
Git nazlı yarden bir haber getir
Bastığın yerlere kurbanım Fatik.

Ağlayarak yayığımı yayarım
Yarim gitti günlerini sayarım
Çıksa Büyüköz’e mendil sallasa
Islık çalsa ıslığını duyarım.

Coşkuna da deli gönül coşkuna
Aşkından Zahide döndü şaşkına
Sensiz edemiyom nazlı civanım
N’olur bir yol görün Allah aşkına.

KAYNAK:

– Doğuş Gazetesi, Sayı, 8,9-18 Ekim 1973.

– H. Vahit Bulut, Kırşehir Halk Ozanları, Filiz Yay. 1983, S. 109.

Üç Kız Bir Ana Türküsü'nün Hikayesi


Yalçın Ergir'in,

Aşık Kurbani Kılıç'ın


oğlu Ali Feza Kılıç'tan derlediğine göre,


bu türküye kaynaklık eden olay 1940'ların sonunda


Sarıkamış'ın Iğdır Köyü'nde yaşanmıştır.


Kurbani Kılıç'ın köyünden bir hane reisi hastalanmıştır, o yaz yaylaya çıkabilecek durumda değildir.


Karısından, üç kızını da alıp yaylaya çıkmalarını, kendisinin ise köyde kalacağını, kendine bakabileceğini söyler;


ancak yayladan dönüşe çok az bir süre kala ölür.


Türkü de bu olay üzerine yakılır.

Yıldıray Çınar'ın Biyografisi


1940 yılında Samsun’da doğdu. Babası, halk tarzında güfte yazarı imiş, oğlunun da müzikle uğraşmasını istermiş, en büyük ideali de oğlunun, oturdukları Samsun 19 Mayıs Mahallesinin camiinden ezan okumasıymış.

Yıldıray ÇINAR, İlkokul 2. sınıfta saz çalmaya başlar, ilk konserini ilkokul bitiminde verir.


Daha sonra sanat enstitüsüne başlar. Okuldaki müsamerelerde konserler verir. Bu arada da saz yapmaya başlar okulun marangozhanesinde.


İkinci sınıfta ilk sazını yapar. Samsunlu saz yapım ustası Ömer SİNOP'un yanında bir süre çalışır


Bu sıralarda her delikanlı gibi aşık olur Yıldıray ÇINAR ve sevdiği bu kız yüzünden Samsun’dan ayrılarak İstanbul’a gelir.


İstanbul'a geldiği tarih 1957'dir ve ilk işi yaşını büyütmek olur.


O yıllarda devre kaybı gidenleri ''ceza olsun'' diye en uzun süreli vatani görev olan bahriye sınıfına vermektedirler.


Yıldıray ÇINAR da yaşını büyütünce devre kaybı gider ve askerliğini bahriyeli olarak yapar. Kendini çok sevdirir.


Bu sıralarda görev yaptığı Gölcük'te Deniz Fabrikaları Genel Müdürlüğünü Erkut TAÇKIN’ın babası Namık TAÇKIN Paşa yapmaktadır.


Namık TAÇKIN Paşa çok sever bu türkücü genci. Zaten bu sıralarda Erkut TAÇKIN'da yeni yeni müziğe merak sarmıştır. Yıldıray ÇINAR'la birlikte müzik çalışmaları yaparlar.

Çalıştıkları müzik türleri ayrıdır fakat ikisi kafa kafaya vererek Orduevinde konserler düzenlerler.Namık Paşanın da yardımları çok büyüktür.

Bir seferinde, zamanın Demokrat Parti Milletvekili Ethem MENDERES, SEKA Kağıt Fabrikasına ziyarette bulununca, Namık Paşa, burada bir gece tertipleme görevini Yıldıray ÇINAR'a verir.


Bu Yıldıray Çınar için büyük bir başarı olur. Daha sonra, Başbakan Adnan MENDERES İspanya gezisine çıkar.


Geziye çıktığı Giresun ve Gemlik adlı muhriplerden birinde de Yıldıray ÇINAR bulunmaktadır.Bu göreve özel izinle getirilmiştir.


Görevi ise, aralarında telsiz-hoparlör bağlantısı bulunan iki muhripteki erlere moral vermektir.


Bu gezi sırasında. Başbakan ona ''hiç radyoyu denedin mi'' diye sorar.


Denememiştir, fakat askerde bulunduğu üç yıl içinde kendini radyo imtihanlarına hazırlamıştır.


Vatani görev biter ve Yıldıray ÇINAR tekrar Samsun'a döner.


1959 yılının Mayıs ayında Atatürk’ün Samsun'a çıkışı dolayısıyla Samsun’dan Ankara'ya gönderilir saz çalmak için.


Burada. kendi yaptığı sazla kendi bestesini okur.. “Yare Pazen Biçemedim” adlı beste çok tutulur.


Samsun'a döner ancak bir iş kurması gerektiğine karar verir.


Mandolin.gitar bağlama tamir ve satışı yapan bir dükkan açar, ayrıca saz dersleri de verir.


Yıl 1960, İstanbul radyosunda imtihan açılmıştır. Fakat bu imtihan profesyoneller için olduğundan ÇINAR bazı eksiklikleri olduğunu görür.


Zaten sınavı da kazanamamıştır. Tekrar dükkanına döner. Profesyonel olabilmek için, 1962 yılına kadar Osman ÖZDENKÇİ’den ders almaya devam eder.


1962 yılında Ankara Radyosu’nda açılan sınavı kazanır. Ankara Radyosu’nun ve Türkiye’nin en sevilen sanatçılarından biri olur.


Hayalleri gerçek olmuştur. İlk sahneye 1965 yılında Güney Park Gazinosunda çıkar. İlk turnesini de aynı yıl yapar.


Radyo programları ve gazino çalışmalarının yanı sıra 'Aman Dünya Ne Dar İmiş' filmini çevirir. Film çalışmalarına aralıksız devam eder.


Radyo programları, yurtdışı turneleri, plak ve film çalışmalarını bir arada 1980-85‘lere kadar devam ettirir.


1985-1990’lardan itibaren yalnızca film çalışmalarına ağırlık verir ve son yıllarda ise hiçbir faaliyet ve çalışma içerinde olmadığı görülür.


Bu güne kadar yaklaşık 40‘a yakın film çevirmiştir.


1969 yılında Şirvan ve Sarı Kurdelem Sarı, 1970 yılında Cemo, Çarşambayı Sel Aldı, 1971 yılında Elvan ve Allı Turnam, l974-Emrah, 1977-Eşref,


1983-Çoban Yıldızı, 1986-Suçlu Kim, 1989-Tecelli çevirdiği filmlerinin bazılarıdır. İlk TV programına 1968 yılında çıkar.


Seyrek de olsa sonraki yıllarda TV programlarına çıkmıştır.


Kendi halinde ve sessizlikten hoşlanan bir yapıya sahip olduğundan, genellikle medyada yer almamış,ortalıkta pek görünmemiştir.


Tüm sevenlerinden ve hayranlarından uzaklaşmış ve hayallerde bir ünlü Yıldıray ÇINAR olarak yaşamını sürdürmektedir.


Derleyen: Ahmet Ören

Umudun Zeybeği Türkü Sözleri


Denizden bir damla koptu...
Billur mavi bir damla. Karaburun'a düşer düşmez açıldı.
Doğruldu damladan Müjdat...
Ak libaslı Bedrettin yiğitleri, verdiler Müjdat'ın avucuna ateşlerini...
Gördüler kakülleri kıvır kıvır, kehribar, mercan boncuklu, beş dal örüklü Aydın Yörükler'i...
Gördüler kardan kalkamayan keklikler...
Gördüler Ege Dağları'nın yanan ateşini

Dağlara yaslanır şimdi bizim efeler
Avuçları kor alev gözleri kara mavzer
Kırlarda şimdi umudun yeli eser
Efem Ege'ye benzer
Kolkola girince biz meyveye döner filiz
Yayılır koyaklardan düze iner sesimiz

Haydi Efeler...
De yürüyün Efelerim yeni doğan gün aşkına hey
De yürüyün Efelerim geldiğimiz dün aşkına hey
De yürüyün özgürlüğe verdiğimiz can aşkına hey

Büyüyor sevdamız yediveren gül gibi
Söylüyor Efeler umudun zeybeğini

Söz: Savaş Ezgi-İbrahim Karaca
Müzik: Grup Yorum

Kırmızı Gül Demet Demet Türküsü'nün Hikayesi ve Sözleri



Kırmızı gül demet demet,


Sevda değil bir alamet,


Balam nenni, yavrum nenni


Gitti gelmez ol muhannet


Şol revanda balam kaldı,


Yavrum kaldı, balam nenni...


Nenni ya! Nenni ki nenni!. Yavrum nenni! Bir demet kırmızı gülle gelen nenni!. Nasıl oluyor derseniz, türkünün dilini açmak gerek...


Varıp sormak gerek türküye : ''Ey türkü nedir bu demet demet kırmızı gül ve de nenni!. Yavrum nenni... Balam, nenni''.


Bu demet demet gül hem de kırmızısından, sevgiliye duygu mu taşıyor? Neden kırmızı gül de kır papatyaları değil?


Şöyle sarılı beyazlı, düz sarılı, öküz gözü gibi, kırdan toplanmış papatyalar değil de, demet demet kırmızı gül?


Onların sevgi dili yok mu?. Onlar duygu simgesi gül kat... Ama bir tek!.


Benim tek gülümsün, gönlümdeki yerin kır çiçekleri kadar engin, kır çiçekleri kadar zengin ve doğal, demiş olmazmısın?


Ama senden iyisini bilecek değiliz ya!. Kırmızı gülü seçmişsin sen. Hem de demet demet...


Ha bir de 'balam' meselesi var! Yavrum diyorsun... 'Nenni' diyorsun 'Gitti gelmez' diyorsun.


Yoksa bir ananın balasına, yavrusuna çağrısı mı bu? Şol Revan'da kalan balası üstüne mi söylenmiş?.


REVAN, bugünkü adıyla ERİVAN, yani günümüzde Ermenistan'ın başkenti...


Türkümüze konu olan olayın geçtiği zaman ise, büyük olasılıkla 17. yüzyıl sonrası...


Neden derseniz, REVAN Osmanlının önemli bir ticaret merkezi o zamanlar. Ama bir ara elden çıkmış, Safeviler işgal etmiş. Yıl 1635.


Dördüncü Murat ikiyüzellibin kişilik bir orduyla REVAN seferini düzenlemiş.


Sekiz ay, yirmi dokuz günlük kuşatma sonunda, REVAN yeniden Osmanlı topraklarına katılmış. Eskisi gibi kervanlar gider gelir olmuş.


Mal götürüp, mal getirmişler... Memet de gidip gelen kervancılardan birisi... Anasının da tek 'balası'... Tek oğlu!.


Erzurum yöresinde üç beş dönümlük tarlalarını ekip dikiyorlar... Yetiştirdikleri ürünü de kervana katıp, REVAN'da satıyor Memet... Memet de Memet hani...


Karayağız bir delikanlı... Taşı tutsa, suyunu çıkaracak kadar güçlü. Bir de alışkanlığı var Memet'in.


Her akşam tarla dönüşü, bahçelerden derlediği demet demet gülleri getiriyor anasına.. Anayla oğul arasında bir simge gibi kırmızı gül demeti...


Sevgi saygı simgesi. Gülleri evinin duvarına asıp kurutuyor ana... Onlara baktıkça oğlunu görür gibi oluyor... Hele Memet kervandaysa.


Gözü gönlü kırmızı gülün kurumuş, gazelleşmiş demetinde ananın. Rüyaları hep Memet üstüne... REVAN yollarını düşlüyor hep.


Kimi zaman kara saplanmış görüyor kervanı. Kanter içinde uyanıyor. hayra yormaya çalışıyor.


Kimi geceler de toza dumana katılmış kervanın, atının eşeğinin devesinin bir toz bulutu içinde kayboluşunu düşlüyor. Bir hortum, yutuyor kervanı.


Koca kervan döne döne göğe çekiliyor. Geride ne bir at, ne de bir deve, ne de insan kalıyor. Memet'i arıyor gözleri.


Kara yağız, kaytan bıyık Memet, ellerini uzatıyor anasına. 'Tut ellerimi' diyor. Ama ne gezer. Anasının elleri boşlukta kalıyor.


Sözün kısası günü gelip de kervan REVAN'dan dönene kadar bu böyle sürüp gidiyor. Kervanın dönüşünü dört gözle bekliyor.


Bazen kışın yola saldığı oğlu yazın dönüyor .Bazen de tersi oluyor . Kervanın dönüşü, bayram gibi! Kimi kocasını, kimi yavuklusunu karşılıyor.


Kimi analar da oğlunu. Sarılıp, ağlayanlar, sevinç gözyaşı dökenler. Yemen seferinden döner gibi. Gerçi savaş dönüşü değil ama; hastalığı sağlığı var...


Karı var, ayazı var!. Bir de salgın hastalık söylentisi yayılmış. Veba hastalığı kırıp geçiriyor ortalığı. İlkin bir ateş sarıyor bünyeyi.


Kusma, iltihap, baş dönmesi. En sonunda da sayıklama. Artık kurtuluşu yok. Sayıklaya sayıklaya götürüyor insanı.


En erken üç gün. En geç yedi gün içinde başlıyor sayıklama... Kurduğu tüm dünya yok oluyor bir anda insanın. Sevgiliye özlem, alınan armağanlar.


Söylenecek güzel sözler. ''Sensiz olamam. Sen benim her şeyimsin. Güne seninle başlıyorum. Seninle bitiyor gecem. Zaman yitirmemek gerek demiştin.


Oysa günler su gibi geçti. Ne bir ses; ne bir nefes. Düşlerdeki yerin hariç. Oysa seninle her şeye yeniden başlayacaktık. Öyle demiştik.


''Yaşam o kadar kısa ki; hiç zaman yitirmek istemiyorum seninle olmak için''. Bunları sen söylemiştin. Sıcaklığın avuçlarımdaydı.


Kuytu bir sokak arası mıydı?. Yoksa aşıklar yoluna girişte miydi? Bir tek gözlerin kalmış belleğimde. Bir de kuşların bitmeyen şakımaları.


Ne de güzel batmıştı güneş. Alaca ışığın, alaca karanlığa dönüştüğü an. Akşam güneşinin, yavaş yavaş yok oluşu muydu güzel olan?.


Yoksa alaca ışığın, alaca mutluluğa dönüştüğü an mıydı en güzeli. Bahar mı kokuyordu saçların. Yoksa gerçekten bahar günleri miydi?


İşte böyle sevgili. Ben şimdi senden uzak. Seni sayıklıyorum. Ellerini tutabilsem yeniden. Yüzüme dokunsa saç tellerin. Ama ne gezer!.


Kuytulardan kaybolmayı severim demiştin. Aniden yok oluyorsun düşlerimden. Ellerim boşta kalıyor. Hem anamın hıçkırığı niye. Uzattığım ellerimi tutsa ya!


Ateşler içindeyim. Bildiğim türküleri mırıldanıyorum; yokluğunuzda.




Gurbet elde baş yastığa gelende,


Gayet yaman olur işi garibin,


Gelen olmaz giden olmaz yanına,


Bir çalıdır mezar taşı garibin.



Bir çalının dibine gömüyorlar Memet'i. Söylenecek sözleri, sevgiliye, anasına özlemiyle birlikte örtüyorlar üstünü. Kara toprak alıyor bağrına.


Gençmiş... Sevenleri varmış... Anası yavuklusu yol gözlüyormuş. Ecel bu! Kimini sele, kimini yele verir. Memet'i de Revan'da vebayla yakalıyor.


Sayıklaya sayıklaya gidiyor Memet. Kucak dolusu kırmızı güller elinde kalıyor. Sevgiliye özlemi de dilinde!. Artık bir çalıdır mezar taşı Memet'in!.


Bir tek Memet değil vebaya teslim olan. Kervanın çoğu kırılıyor. Sahipsiz mezar oluyor Revan ' da. Kalanlar perişan. Utangaç.


Yaşıyor olmaktan utanıyorlar sanki... Sanki ölenlerin sorumlusu ölmeyenlermiş gibi... Ağır ağır Erzurum'a giriyor kervan.


Analar, bacılar, sevgililer, oğullar, eşler... Meraklı gözlerle karşılıyor kervanı. Aradığını bulan sarmaş dolaş. Gözyaşları hıçkırıklara karışıyor.


Aradığını bulamayanlar, ilk rastladığına soruyor. ''Oğlum Memet'im nerede. Birlikte çıktınız kervana. Nerede kaldı''.


Sen sen ol da gel yanıtla. "İlkin kusma başladı. Sonra da bir ateş. En son sayıklama başladı. Tüm sevdiklerini bir bir sıraladı. Titreye titreye sayıkladı.


Yedi gün dayandı Memet. Sonra... Sonra bir çalının dibine gömdük onu''. Gel de söyle bunu. Söyleyebil!. Hem de anasına...


O ana deli olup dağlara düşmez mi?. Avuçlarını göğe açıp ol tabipten medet dilemez mi?. Kırmızı gülden merhemlik istemez mi?.


Karayağızın güzeli oğlunu, canından parçayı alıp götüren ölüme, ilenmez mi? Ölümün hepsi kötü. Ana, baba, anneanne, dede. Hepsi kötü. Dün var olan...


Soluyan, nefes alan; nefes veren. Bir anda yok artık. Yerinde yeller esiyor. Şekli şemali, son sözleri, yavaş yavaş yok oluyor. Belleklerden siliniyor.


Yaşlı ölümü neyse ne! ''Öldü de kurtuldu" diyor insan. Ya gencecik ölümler. Muradı gözünde gidenler. Anadır, alıyor veriyor. veriyor alıyor. Oluru yok.


Diline kırmızı gülleri doluyor. Ol tabipten medet diliyor. Olmuyor. Ver elini dağ yolları. Dilinde türküsü. Gönlünde oğlunun hayali.


Deli olup dağlara düşüyor. O'nu son görenler elinde bir demet kırmızı gül, dilinde


''Kırmızı gül demet demet.


Sevda değil bir alamet


Şol Revan'da balam kaldı.


Yavrum kaldı''...


diye diye haykırdığını söylediler.


Kırmızı Gül Türküsü'nün Sözleri



Kırmızı gül demet demet


Sevda değil, bir alamet


Balam nenni, yavrum nenni,


Gitti gelmez ol muhannet,


Şol Revan'da balam kaldı,

   
Yavrum kaldı,

   
Balam nenni,



Kırmızı gül her dem olmaz,


Yaralara merhem olmaz

   
Balam nenni,

   
Yavrum nenni,



Ol tabipten derman gelmez


Şol Revan ' da balam kaldı,

   
Yavrum kaldı,

   
Balam nenni.



Kırmızı gülün hazanı,


Ağaçlar döker gazalı,


Karayağızın güzeli

   
Şol Revan ' da balam kaldı,

   
Yavrum kaldı,



Hem Okudum Hem de Yazdım Türküsü'nün Hikayesi


Yavru yitmeye görsün bir kez.

Bulunmaz.
Değil dağların koyağı, ırmakların kaynağı, yaylaların çimeni,
ovaların çiçeği, hiç bir şey, hiç bir kişi geri getiremez onu.
Ehh ana yüreği bu. Dayanması zor. Dağlara düşüp araması doğal; ne ki giden geri gelmez.
Şundan ki, yiten candır. Alıp yerine koyamazsın. Nefesin sonu çıkmaya görsün boğazdan bir kez. Dönüşü olmaz.
Ama, ağlamak, döğünmek, türkülere sığınmak da insanların kendi elinde.
Türkümüze öykü olan olay, 1930’larda Çorum’un Osmancık ilçesinin Hacıhamza kasabasında geçer.
Kasabada köklü bir aile yaşar o yıllarda. Bu ailenin de Mehmet Bey adlı bir oğlu vardı.
Mehmet Bey, geniş omuzlu, kaytan bıyıklı, iri kıyım bir delikanlıdır.
Çevresindekilere yaptığı iyiliklerden ötürü de herkesin saygısını, sevgisini kazanmıştır.Yeni evlendiği eşiyle de çok iyi anlaşmaktadır.
Hele eşi ona nur topu bir oğlan çocuğu doğurduktan sonra da daha mutlu olmuştur. Bir çocuk ki gözleri yumuk yumuk.
Uzun, upuzun saçlar, tombiş bilekler. Anası bir yanını kendine benzetiyor; babası bir yanını.
Bak Mehmet diyor karısı “çenesi, kafa yapısı, ağzı sana benziyor, gerisi bana”
Mehmet Bey: “Ya parmakları” diyor. “Bak bak serçe parmaklarında eğrilik var. Tıpkı seninkiler gibi.
Ama uzunluğu da bana benziyor parmakların”. Çocuk daha bir mutlu ediyor aileyi. Evin havası birden değişiyor. Gelenler, gidenler çoğalıyor.
Dosta ahbaba teller çekiliyor. “Bir oğlumuz oldu” diye. Uzaktan mektuplarla kutlayanlar.
Sözün özü; evde bir şenlik, bir şölen. “Aaaa… İzmir’den Nurettin Amcalardan tel geldi. Kutluyorlar. Bu da Adana’dan Niyaz’lerden geliyor.
Bu tel de Çorum’dan, ama tebrik teli değil. Bak hele Mehmet neymiş? “Şey Hükümet teli bu. Bir iş için çağırıyorlar. Gitmek gerek.
Hükümet işi ihmale gelmez. Tez zamanda gitmeli’ diyor Mehmet Bey. Vakit öğleyi geçkindir. Ama olsun Hükümetin çağrısı gecikmeye gelmez.
Tez elden gitmeli. Varıp anlamalı işin aslını. Adamlarına seslenir. İki at eyerlemelerini söyler. Karısına da “İşim biter bitmez dönerim.
Hem yavruma da ufak tefek bir şeyler alırım. Sana da giyecek gerekli. Elbiselerin bol geliyor üstüne. Gelen gidenimiz olur bu günlerde.
Ele güne karşı ayıp olur. Bir kaç elbiselik alırım. Anamı da unutmamak gerek. İlk torunu kadının. Nasıl da yoruldu gebeliğinde senin.
Meraklanmana gerek yok. Çorum ne çeker ki. Akşam Osmancık’a varırız. Sabahın erinde ordan çıksak, karanlık çökmeden tutarız Çorum’u.
Mehmet Bey bir yandan bunları söylüyor; bir yandan da kucağına aldığı oğlunu seviyor. Kokluyor, öpüyor, bağrına basıyor.
Bırakamıyor çocuğu kucağından. Şaha kalkıyor, demeye kalmadan, silahlı iki kişi atlıyor yola.
Saç-sakal birbirine karışmış, iki dağ adamı bunlar. Yolun dar boğazı. Yana yöne kaçacak yer yok. Ancak geri dönülebilir. Mehmet Bey de ona davranıyor.
Ama, daha atını dönderir döndermez iki kişi de orada peydahlanıyor. “Canınızı seviyorsanız davranmayın. Kurşunu yersiniz yoksa.
Boşaltın ceplerinizi, atlarınızı da bırakıp, koyulun yola” diye ünlüyorlar. Mehmet Bey bakıyor kaçış zor.
Teslim olup, parasını silahını, atları vermek de işine gelmiyor. Gurur meselesi yapıyor. Bir anda atıyor kendini yere, silahına sarılıyor.
Adamı da atıyor attan. Seyip kalan atlar, kişneyip tepiniyorlar. Aynı anda da kurşunlar vızılamaya başlıyor.
Mehmet Bey bir ağacı siperlemiş kendine, basıyor tetiğe. Adamı da sol yanından ateşliyor silahını.
Vuruşma epey sürüyor. Mehmet Bey’in de adamının da kurşunları azalıyor. Daha dikkatli kullanmak zorunda kalıyorlar kurşunlarını.
Çok geçmeden onlar da bitiyor. Eşkiya azgın. Bir iki kez yine teslim çağrısını yapıp, basıyorlar kurşunu ardından.
Mehmet Bey’den bir “Ah” sesi yükseliyor. Yığılıp kalıyor bir kenara. Adamı derseniz ağır yaralı yıkılıyor yere.
Neden sonra ayıkıp bir bakıyor ki sağ yanında yatıyor Mehmet Bey. Cansız. Üstü başı kan içinde. Kendisi de yaralı. Cepleri boşaltılmış.
Silahları da yok yanlarında.Haber Hacıhamza kasabasına ulaşınca, anasını, karısını, hısım-akrabasını bir ağıt tutuyor.
Kimi beşikte yatan üç günlük yavruya üzülüyor; kimi Mehmet Bey’in yiğitliğini dillendiriyor. Kişiliğini övüyor.
Sonra tüm bu duygular, bir türküye dil oluyor. Hacıhamza kasabası da Osmancık ilçesi de dar geliyor Türküye. Yankılanıyor, yankılanıyor.

Ne demişti Aşık Veysel?





Ne demişti Aşık Veysel?

"Çay var içersen,

Ben var seversen,

Yol var gidersen."

Gitmişti tercihi yapan...

Türküler ile dostça ve sevgi ile kalın...