26 Ağustos 2022 Cuma

#BüyükTaarruz


Nazım Hikmet Ran : Kuvayı Milliye Destanı

 #BüyükTaarruz 'un 100.yılı kutlu olsun!..

Ulusal Kurtuluş Savaşımızı zaferle taçlandıran #MustafaKemalAtatürk ve silah arkadaşlarına bin selam olsun!..

*
*
#KuvayiMilliye * BAŞLANGIÇ ONLAR Onlar ki toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çokturlar; korkak, cesur, câhil, hakîm ve çocukturlar ve kahreden yaratan ki onlardır, destânımızda yalnız onların mâceraları vardır. Onlar ki uyup hainin iğvâsına sancaklarını elden yere düşürürler ve düşmanı meydanda koyup kaçarlar evlerine ve onlar ki bir nice murtada hançer üşürürler ve yeşil bir ağaç gibi gülen ve merasimsiz ağlayan ve ana avrat küfreden ki onlardır, destânımızda yalnız onların mâceraları vardır. Demir, kömür ve şeker ve kırmızı bakır ve mensucat ve sevda ve zulüm ve hayat ve bilcümle sanayi kollarının ve gökyüzü ve sahra ve mavi okyanus ve kederli nehir yollarının, sürülmüş toprağın ve şehirlerin bahtı bir şafak vakti değişmiş olur, bir şafak vakti karanlığın kenarından onlar ağır ellerini toprağa basıp doğruldukları zaman. En bilgin aynalara en renkli şekilleri aksettiren onlardır. Asırda onlar yendi, onlar yenildi. Çok sözler edildi onlara dair ve onlar için : zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur, denildi. *** BİRİNCİ BAP YIL 1918-1919 ve KARAYILAN HİKÂYESİ Ateşi ve ihaneti gördük ve yanan gözlerimizle durduk bu dünyanın üzerinde. İstanbul 918 Teşrinlerinde, İzmir 919 Mayısında ve Manisa, Menemen, Aydın, Akhisar : Mayıs ortalarından Haziran ortalarına kadar yani tütün kırma mevsimi, yani, arpalar biçilip buğdaya başlanırken yuvarlandılar... Adana, Antep, Urfa, Maraş : düşmüş dövüşüyordu... Ateşi ve ihaneti gördük. Ve kanlı bankerler pazarında memleketi Alaman'a satanlar, yan gelip ölülerin üzerinde yatanlar düştüler can kaygusuna ve kurtarmak için başlarını halkın gazabından karanlığa karışarak basıp gittiler. Yaralıydı, yorgundu, fakirdi millet, en azılı düvellerle dövüşüyordu fakat, dövüşüyordu, köle olmamak için iki kat, iki kat soyulmamak için. Ateşi ve ihaneti gördük. Murat nehri, Canik dağları ve Fırat, Yeşilırmak, Kızılırmak, Gültepe, Tilbeşar Ovası, gördü uzun dişli İngiliz'i. Ve Aksu'yla Köpsu, Karagöl'le Söğüt Gölü ve gümüş basamaklı türbesinde yatan büyük, âşık ölü, şapkası horoz tüylü İtalyan'ı gördü. Ve Çukurova, kıyasıya düzlük, uçurumlar, yamaçlar, dağlar kıyasıya ve Seyhan ve Ceyhan ve kara gözlü Yürük kızı, gördü mavi üniformalı Fransız'ı. Ve devam ettik ateşi ve ihaneti görmekte. Eşraf ve âyân ve mütehayyizânın çoğu ve ağalar : Bağdasar Ağa'dan Kellesi Büyük Mehmet Ağa'ya kadar, düşmanla birlik oldular. Ve inekleri, koyunları, keçileri sürüp, götürüp, gelinlerin ırzına geçip, çocukları öldürüp ve istiklâli yakıp yıktıkça düşman, dağa çıktı mavzerini, nacağını, çiftesini kapan ve çığ gibi çoğaldı çeteler ve köylülerden paşalar görüldü, kara donlu köylülerden. Ve bizim tarafa geçenler oldu Tunuslu ve Hindli kölelerden. Ve Türkistanlı Hacı Ahmet, kısık gözleri, seyrek sakalı, hafif makinalı tüfeğiyle dağlarda bir başına dolaştı. Ve sabahleyin ve öğle sıcağında ve akşamüstü ve ayışığında ve yıldız alacasında geceleyin, ne zaman sıkışsa bizimkiler, peyda oluverdi, yerden biter gibi o ve ateş etti ve düşmanı dağıttı ve kayboldu dağlarda yine. Ateşi ve ihaneti gördük. Dayandık, dayandık her yanda, dayandık İzmir'de, Aydın'da, Adana'da dayandık, dayandık, Urfa'da, Maraş'ta, Antep'te. Antepliler silâhşor olur, uçan turnayı gözünden kaçan tavşanı ard ayağından vururlar ve arap kısrağının üstünde taze yeşil selvi gibi ince uzun dururlar. Antep sıcak, Antep çetin yerdir. Antepliler silâhşor olur. Antepliler yiğit kişilerdir. Karayılan Karayılan olmazdan önce Antep köylüklerinde ırgattı. Belki rahatsızdı, belki rahattı, bunu düşünmeğe vakit bırakmıyordular, yaşıyordu bir tarla sıçanı gibi ve korkaktı bir tarla sıçanı kadar. Yiğitlik atla, silâhla, toprakla olur, onun atı, silâhı, toprağı yoktu. Boynu yine böyle çöp gibi ince ve böyle kocaman kafalıydı Karayılan Karayılan olmazdan önce. Düşman Antep'e girince Antepliler onu korkusunu saklayan bir fıstık ağacından alıp indirdiler. Altına bir at çekip eline bir mavzer verdiler. Antep çetin yerdir. Kırmızı kayalarda yeşil kertenkeleler. Sıcak bulutlar dolaşır havada ileri geri... Düşman tutmuştu tepeleri, düşmanın topu vardı. Antepliler düz ovada sıkışmışlardı. Düşman şarapnel döküyordu, toprağı kökünden söküyordu. Düşman tutmuştu tepeleri. Akan : Antep'in kanıydı. Düz ovada bir gül fidanıydı Karayılan'ın Karayılan olmazdan önceki siperi. Bu fidan öyle küçük, korkusu ve kafası öyle büyüktü ki onun, namlıya tek fişek sürmeden yatıyordu yüzükoyun. Antep sıcak, Antep çetin yerdir. Antepliler silâhşor olur. Antepliler yiğit kişilerdir. Fakat düşmanın topu vardı. Ve ne çare, kader, düz ovayı Antepliler düşmana bırakacaklardı. «Karayılan» olmazdan önce umurunda değildi Karayılan'ın kıyamete dek düşmana verseler Antep'i. Çünkü onu düşünmeğe alıştırmadılar. Yaşadı toprakta bir tarla sıçanı gibi, korkaktı da bir tarla sıçanı kadar. Siperi bir gül fidanıydı onun, gül fidanı dibinde yatıyordu ki yüzükoyun ak bir taşın ardından kara bir yılan çıkardı kafasını. Derisi ışıl ışıl, gözleri ateşten al, dili çataldı. Birden bir kurşun gelip kafasını aldı. Hayvan devrildi kaldı. Karayılan Karayılan olmazdan önce kara yılanın encâmını görünce haykırdı avaz avaz ömrünün ilk düşüncesini . «İbret al, deli gönlüm, demir sandıkta saklansan bulur seni, ak taş ardında kara yılanı bulan ölüm.» Ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp bir tarla sıçanı kadar korkak olan, fırlayıp atlayınca ileri bir dehşet aldı Anteplileri, seğirttiler peşince. Düşmanı tepelerde yediler. Ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp bir tarla sıçanı kadar korkak olana : KARAYILAN dediler. «Karayılan der ki : Harbe oturak, Kilis yollarından kelle getirek, nerde düşman varsa orda bitirek, vurun ha yiğitler namus günüdür...» Ve biz de bunu böylece duyduk ve çetesinin başında yıllarca nâmı yürüyen Karayılan'ı ve Anteplileri ve Antep'i aynen duyup işittiğimiz gibi destânımızın birinci bâbına koyduk. *** İKİNCİ BAP YIL YİNE 1919 ve İSTANBUL'UN HÂLİ ve ERZURUM ve SIVAS KONGRELERİ ve KAMBUR KERİM'İN HİKÂYESİ Biz ki İstanbul şehriyiz, Seferberliği görmüşüz : Kafkas, Galiçya, Çanakkale, Filistin, vagon ticareti, tifüs ve İspanyol nezlesi bir de İttihatçılar, bir de uzun konçlu Alman çizmesi 914'ten 18'e kadar yedi bitirdi bizi. Mücevher gibi uzak ve erişilmezdi şeker erimiş altın pahasında gazyağı ve namuslu, çalışkan, fakir İstanbullular sidiklerini yaktılar 5 numara lâmbalarında. Yedikleri mısır koçanıydı ve arpa ve süpürge tohumu ve çöp gibi kaldı çocukların boynu. Ve lâkin Tarabya'da, Pötişan'da ve Ada'da Kulüp'te aktı Ren şarapları su gibi ve şekerin sahibi kapladı Miloviç'in yorganına 1000 liralıkları. Miloviç de beyaz at gibi bir karı. Bir de sakalı Halife'nin, bir de Vilhelm'in bıyıkları. Biz ki İstanbul şehriyiz, güzelizdir, dört yanımız mavi mavi dağdır, denizdir. Öfkeli, büyük bir şair : «Ey bin kocadan arta kalan bilmem neyi bakir» demiş bize ve bir başkası, yekpare Acem mülkünü fedâ etti bir sengimize. Biz ki İstanbul şehriyiz, işte, arzederiz halimizi Türk halkının yüce katına. Mevsim yazdır, 919'dur. Ve teşrinlerinde geçen yılın dört düvele teslim ettiler bizi, gözü kanlı dört düvele anadan doğma çırılçıplak. Ve kurumuştu ve kan içindeydi memelerimiz. Biz ki İstanbul şehriyiz, Fransız, İngiliz, İtalyan, Amerikan bir de Yunan, bir de zavallı Afrika zencileri yer bitirir bizi bir yandan, bir yandan da kendi köpek döllerimiz : Vahdettin Sultan, ve damadı Ferit ve İngiliz muhipleri ve Mandacılar. Biz ki İstanbul şehriyiz, yüce Türk halkı, malûmun olsun çektiğimiz acılar... 919 Temmuzunun 23'üncü günü pek mütevazı bir mektep salonunda in'ikad etti Erzurum Kongresi. Erzurum'un kışı zorludur balam, tandırında tezek yakar Erzurum, buz tutar yiğitlerinin bıyığı ve geceleyin karlı ovada kaskatı katılaşmış, donmuş görürsün karanlığı. Erzurum'da kavaklar, balam, Erzurum'da kavaklar tane tane, kavaklarda tane tane yapraklar. Ve terden ve toz dumandan ve sinekten geçilmez Erzurum'da yaz gelip de bastı mıydı sıcaklar. Erzurum'un düzdür, topraktır damı. Erzurum güzelleri giyer, balam, incecik ak yünden ehramı. Yürek boynun büker, balam, Erzurumlu türkülere. Halim selimdir Erzurum'un adamı ve lâkin dönmesin gözü bir kere!... Erzurum'da on dört gün sürdü Kongre : orda, mazlum milletlerden bahsedildi bütün mazlum milletlerden ve emperyalizme karşı dövüşlerinden onların. Orda, bir Şûrayı Millî'den bahsedildi, İradei Milliyeye müstenit bir Şûrayı Millî'den. Buna rağmen, «Âsi gelmiyelim» diyenler vardı, «makamı hilâfet ve saltanata.» Hattâ casuslar vardı içerde. Buna rağmen, «Bütün aksâmı vatan birküldür» denildi. «Kabul olunmaz,» denildi, «Manda ve Himaye...» Buna rağmen, İstanbul'da birçok hanımlar, beyler, paşalar, Türk halkından kesmişlerdi umudu. Yağdırıldı telgraflar Erzurum'a : «Amerikan mandası altına girelim,» diye. «İstiklâl, diyorlardı, şâyanı arzu ve tercihtir, amma bugün bu, diyorlardı, mümkün değil, birkaç vilâyet, diyorlardı, kalacak elde, şu halde, diyorlardı, şu halde, Memâliki Osmaniye'nin cümlesine şâmil Amerikan mandaterliğini talep etmeği memleketimiz için en nâfi bir şekli hal kabul ediyoruz.» Fakat bu şekli halli kabul etmedi Erzurumlu. Erzurum'un kışı zorludur balam, buz tutar yiğitlerin bıyığı. Erzurum'da kaskatı, dimdik ölür adam, kabullenmez yılgınlığı... İstanbul'da hanımlar, beyler, paşalar, tül perdeler, kravatlar, apoletler, şişeler, çıtı pıtı dilleri ve pamuk gibi elleri ve biçare telgraf telleri devretmek için Amerika'ya Anadolu'yu şöyle diyorlardı Erzurum'dakilere : «Bizi bir başımıza bıraksalar, tarafgirlik, cehalet ve çok konuşmaktan başka müspet bir hayat kuramayız. İşte bu yüzden Amerika çok işimize geliyor. Filipin gibi vahşi bir memleketi adam etti Amerika. Ne olacak, Biz de on beş, yirmi sene zahmet çekeriz, sonra Yeni Dünya'nın sayesinde İstiklâli kafasında ve cebinde taşıyan bir Türkiye vücuda geliverir. Amerika, içine girdiği memleket ve millet hayrına nasıl bir idare kurduğunu Avrupa'ya göstermek ister. Hem artık işi uzatmağa gelmez. Çok tehlikeli anlar yaşıyoruz. Sergüzeşt ve cidâl devri geçmiştir : Türkiye'yi, geniş kafalı birkaç kişi belki kurtarabilir.» 4 Eylül 919'da toplandı Sıvas Kongresi, ve 8 Eylülde Kongrede bu sefer yine ortaya çıktı Amerikan mandası. Ak koyunla kara koyunun geçitte belli olduğu günlerdi o günler. Ve İstanbul'dan gelen bazı zevat, sapsarı yılgınlıklarıyla beraber ve ihanetleriyle birlikte bir de Amerikan gazeteci getirmiştiler. Ve Erzurumlulardan ve Sıvaslılardan ve Türk milletinden çok işbu Mister Bravn'a güveniyorlardı. Bu zevata : «İstiklâlimizi kaybetmek istemiyoruz efendiler!» denildi. Fakat ayak diredi efendiler : «Mandanın, istiklâli ihlâl etmiyeceği muhakkak iken,» dediler, «Herhalde bir müzâherete muhtacız diyorum ben,» dediler, «Hem zaten,» dediler, «birbirine mani şeyler değildir istiklâl ile manda. Ve esasen,» dediler, «müstakil kalamayız böyle bir zamanda. Memleket harap, toprak çorak, borcumuz 500 milyon, vâridat ise 15 milyon ancak. Ve Allah muhafaza buyursun İzmir kalsa Yunanistan'da ve harbetsek, düşmanımız vapurla asker getirir. Biz Erzurum'dan hangi şimendiferle nakliyat yapabiliriz? Mandayı kabul etmeliyiz, hemen,» dediler. «Onlar dretnot yapıyor, biz yelkenli bir gemi yapamıyoruz. Hem, İstanbul'daki Amerikan dostlarımız : Mandamız korkunç değildir, diyorlar, Cemiyeti Akvam nizamnamesine dahildir, diyorlar.» Ve böylece, bin dereden su getirdi İstanbul'dan gelen zevat. Sıvas, mandayı kabul etmedi fakat, «Hey gidi deli gönlüm,» dedi, «Akıllı, umutlu, sabırlı deli gönlüm, ya İSTİKLAL, ya ölüm!» dedi. Kambur Kerim de böyle dedi aynen. Adapazarlıydı Kambur Kerim. Seferberlikte ölen babası marangozdu. Seferberlik denince aklına Kerim'in : çok beyaz bir yastıkta kara sakallı bir ölü yüzü, Fahri Bey çiftliğinde patates toplayıp kaz gütmek, mektep kitapları ve bir de saçları altın gibi sarı fakat alnı çizgiler içinde anası gelir. 335'te Kerim Eskişehir'e gitti, mektebe, teyzelerine ve dayısına. Dayısı şimendiferde makinistti. Düşman elindeydi Eskişehir. Kerim on dört yaşındaydı, kamburu yoktu. Dümdüzdü fidan gibi ve dünyaya meraklı bir çocuktu. Dayısı sürmeğe gittiği günler şimendiferi Kerim'e ekmek vermediğinden teyzeleri (çok uzun saçlı, ihtiyar iki kadın) Hintli askerlerle dost oldu Kerim. Bunlar (şaşılacak şey) Türkçe bilmeyen ve siyah sakalları, siyah gözleri parlak, avuçlarının üstü esmer, içi ak ve tel örgülerin üzerinden Kerim'e bisküviti kutularla atan amcalardı. Kocaman bir ambarları vardı, Kerim içinde oynardı. Ambarda nohut çuvalları, bakla, kuru üzüm, (şaşılacak şey, katırların yemesi için) ve sonra cephane sandıklarıyla silahlar. Bir gün dedi ki makinist dayısı Kerim'e : «Ambardan silâh çalıp bana getir, gâvura karşı koyan zeybeklere göndereceğim.» Ve ambardan silâh çaldı Kerim : bir bir tane daha beş on. Aldattı Hindistanlı dostlarını zeybekleri daha çok sevdiğinden. Zaten çok sürmedi, parlak kara sakallı amcalar gitti, Kerim geçirdi onları istasyona kadar. Ertesi gün Lefke köprüsünü atıp zeybekler gelince Eskişehir'e dayısı Kerim'i elinden tutup verdi onlara. Ve işte o günden sonra bugüne kadar kahraman bir türküdür ömrü Kerim'in. Eskişehir'den alıp onu «Kocaeli Grubu» paşasına götürdüler. Çatık kaşlı, yüzü gülmez bir paşaydı bu. Çabucak öğrendi Kerim ata binmeyi, sığırtmaç olmayı -zaten bilgisi vardı bunda- kayalardan genç bir keçi gibi inmeyi, gizlenmeyi ormanda. Ve bütün bu marifetleriyle Kerim kaç kere ölüme bir kurşun atımı yaklaşarak ve «Geçmiş olsun» dedikleri zaman şaşarak düşman içinden geçip getirdi haber götürdü haber. Onu namlı bir «kaptan» gibi saydı çeteler, bir oyun arkadaşı gibi sevdi çeteleri o. Ve bir fidan gibi düz bir fidan gibi cesur bir fidan gibi vaadeden bir çocuğun sevinçle oynadığı bu müthiş oyun sürdü 1337'ye kadar... Kocaeli ormanı gürgen ve meşeliktir : yüksek kalın. Gökyüzü gözükmez. Durgun bir geceydi. Hafif yağmur yağmıştı biraz önce. Fakat ıslanmamış ki yerde yapraklar karanlıkta hışırtılarla yürüyordu beygiri Kerim'in. Solda ilerde tepenin eteğinde ateş yanıyordu : «Tekneciler» diye anılan gâvur çetelerinin olmalı. Dallardan damlalar düşüyordu Kerim'in yüzüne. Beygirin başı gittikçe daha çok karanlığa giriyor. İpsiz Recep'in yanından dönüyordu Kerim. Kâatlar götürmüş kâatlar getiriyor. Birdenbire durdu beygir, heykel gibi, -Tekneciler'in ateşini görmüş olacak- sonra birdenbire dörtnala kalktı. Şaşırdı Kerim. Dizginleri bıraktı. Sarıldı beygirin boynuna. Deli gibi gidiyordu hayvan. Çocuğa art arda çarpıyordu ağaçlar. Meşeleri ve gürgenleriyle orman karanlık bir rüzgâr gibi geçiyor iki yandan. Kim bilir kaç saat böyle gidildi. Orman bitti birdenbire. -Ay doğmuş olacak ki ortalık aydınlıktı- Ve Kerim aynı hızla geldiği zaman Armaşa'nın altında Başdeğirmenler'e beygir ansızın kapaklandı yere, tekerlendi Kerim. Doğruldu. Ve aklına ilk gelen şey saatına bakmak oldu. Kırılmıştı camı. Bindi beygire tekrar. Hayvan topallıyordu biraz. Uslu uslu yola koyuldular. Sol kulağı kanıyordu Kerim'in, Kirezce'ye geldiler (Sapanca'yla Arifiye arası), Kerim durdu, Biraz zor nefes alıyordu. Geyve'ye girdi ertesi akşam. Beli o kadar ağrıyordu ki inemedi beygirden indirdiler. Kerim'i bir yaylıya bindirdiler. Adapazarı. Sonra belki on gün, belki on beş, kağnılar, mekkâre arabaları, sonra, gitgide daralan nefesi, Yahşıhan, Konya, Sile nahiyesi (burda malûl gaziler için takma kol ve bacak yapılıyordu), ve nihayet Hatçehan köyünden çıkıkçı Şerif Usta. Hâlâ rüyalarında görür Kerim incecik bir yoldan eşekle gelip üzerine doğru eğilen bu çiçekbozuğu insan yüzünü. Usta, ovdu Kerim'i bayıltıncaya kadar. Sonra, zifte koydu bu kırılmış dal gibi çocuk gövdesini. Yirmi gün geçti aradan. Ve sonra bir ikindi vakti ziftin içinden Kerim'i kambur çıkardılar. *** ÜÇÜNCÜ BAP YIL 1920 ve ARHAVELİ İSMAİL'İN HİKÂYESİ Ateşi ve ihaneti gördük. Düşman ordusu yine başladı yürümeğe. Akhisar, Karacabey, Bursa ve Bursa'nın doğusunda Aksu, çarpışarak çekildik... 920'nin 29 Ağustos'u : Uşak düştü. Yaralı ve dehşetli kızgın fakat toprağımızdan emin, Dumlupınar sırtlarındayız. Nazilli düştü. Ateşi ve ihaneti gördük. Dayandık dayanmaktayız. 1920 Şubat, Nisan, Mayıs, Bolu, Düzce, Geyve, Adapazarı : İçimizde Hilâfet Ordusu, Anzavur isyanları. Ve aynı sıradan, 3 Ekim Konya. Sabah. 500 asker kaçağı ve yeşil bayrağıyla Delibaş girdi şehre. Alaeddin tepesinde üç gün üç gece hüküm sürdüler. Ve Manavgat istikametlerinde kaçıp ölümlerine giderken terkilerinde kesilmiş kafalar götürdüler. Ve 29 Aralık Kütahya : 4 top ve 1800 atlı bir ihanet yani Çerkez Ethem, bir gece vakti kilim ve halı yüklü katırları, koyun ve sığır sürülerini önüne katıp düşmana geçti. Yürekleri karanlık, kemerleri ve kamçıları gümüşlüydü, atları ve kendileri semizdiler... Ateşi ve ihaneti gördük. Ruhumuz fırtınalı, etimiz mütehammil. Sevgisiz ve ihtirassız çıplak devler değil, inanılmaz zaafları, korkunç kuvvetleriyle, silâhları ve beygirleriyle insanlardı dayanan. Beygirler çirkindiler, bakımsızdılar, hasta bir fundalıktan yüksek değillerdi. Fakat bozkırda kişneyip köpürmeden sabırlı ve doludizgin koşmasını biliyorlardı. İnsanlar uzun asker kaputluydu, yalnayaktı insanlar. İnsanların başında kalpak, yüreklerinde keder, yüreklerinde müthiş bir ümit vardı. İnsanlar devrilmişti, kedersiz ve ümitsizdiler. İnsanlar, etlerinde kurşun yaralarıyla köy odalarında unutulmuştular. Ve orda sargı, deri ve asker postalları halinde yan yana, sırtüstü yatıyorlardı. Koparılmış gibiydi parmakları saplandığı yerden eğrilip bükülmüştü ve avuçlarında toprak ve kan vardı. Ve asker kaçakları, korkuları, mavzerleri, çıplak, ölü ayaklarıyla karanlıkta köylerin içinden geçiyorlardı. Acıkmıştılar, merhametsizdiler, bedbahttılar. Şosenin ıssız beyazlığına inip nal sesleri ve yıldızlarla gelen atlıyı çeviriyor ve Bolu dağında ekmek bulamadıkları için deviriyorlardı uçurumlara : şayak, cıgara kâadı, tuz ve sabun yüklü yaylıları. Ve çok uzak, çok uzaklardaki İstanbul limanında, gecenin bu geç vakitlerinde, kaçak silâh ve asker ceketi yükleyen laz takaları : hürriyet ve ümit, su ve rüzgârdılar. Onlar, suda ve rüzgârda ilk deniz yolculuğundan beri vardılar. Tekneleri kestane ağacındandı, üç tondan on tona kadardılar ve lâkin yelkenlerinin altında fındık ve tütün getirip şeker ve zeytinyağı götürürlerdi. Şimdi, büyük sırlarını götürüyorlardı. Şimdi, denizde bir insan sesinin ve demirli şileplerin kederlerini ve Kabataş açıklarında sallanan saman kayıklarının fenerlerini peşlerinde bırakıp ve karanlık suda Amerikan taretlerinin önünden akıp küçük, kurnaz ve mağrur gidiyorlardı Karadeniz'e. Dümende ve başaltlarında insanları vardı ki bunlar uzun eğri burunlu ve konuşmayı şehvetle seven insanlardı ki sırtı lâcivert hamsilerin ve mısır ekmeğinin zaferi için hiç kimseden hiçbir şey beklemeksizin bir şarkı söyler gibi ölebilirdiler... Karanlıkta kurşunîi derisi kırmızıya boyanan baltabaş gemi İngiliz torpitosudur. Ve dalgaların üstünde sallanarak alev alev yanan : Şaban Reisin beş tonluk takası. Kerempe Fenerinin yirmi mil açığında, gecenin karanlığında, dalgalar minare boyundaydılar ve başları bembeyaz parçalanıp dağılıyordu. Rüzgar : yıldız - poyraz. Esirlerini bordasına alıp kayboldu İngiliz torpitosu. Şaban Reisin teknesi ateşten diregiyle gömüldü suya. Arheveli İsmail bu ölen teknedendi. Ve şimdi Kerempe Fenerinin açığında, batan teknenin kayığında emanetiyle tek başınadır, fakat yalnız değil : rüzgârın, bulutların ve dalgaların kalabalığı, İsmail'in etrafında hep bir ağızdan konuşuyordu. Arheveli İsmail kendi kendine sordu : «Emanetimizle varabilecek miyiz?» Kendine cevap verdi : «Varmamış olmaz.» Gece, Tophane rıhtımında Kamacı ustası Bekir Usta ona : «Evlâdım İsmail,» dedi, «hiç kimseye değil,» dedi, «bu, sana emanettir.» Ve Kerempe Fenerinde düşman projektörü dolaşınca takanın yelkenlerinde, İsmail, reisinden izin isteyip, «Şaban Reis,» deyip, «emaneti yerine götürmeliyiz,» deyip atladı takanın patalyasına, açıldı. «Allah büyük ama kayık küçük» demiş Yahudi. İsmail bodoslamadan bir sağnak yedi, bir sağnak daha, peşinden üç-kardeşler. Ve denizi bıçak atmak kadar iyi bilmeseydi eğer alabora olacaktı. Rüzgâr tam kerte yıldıza dönüyor. Ta karşıda bir kırmızı damla ışık görünüyor : Sıvastopol'a giden bir geminin sancak feneri. Elleri kanayarak çekiyor İsmail kürekleri. İsmail rahattır. Kavgadan ve emanetinden başka her şeyin haricinde, İsmail unsurunun içinde. Emanet : bir ağır makinalı tüfektir. Ve İsmail'in gözü tutmazsa liman reislerini ta Ankara'ya kadar gidip onu kendi eliyle teslim edecektir. Rüzgâr bocalıyor. Belki karayel gösterecek. En azdan on beş mil uzaktır en yakın sahil. Fakat İsmail ellerine güvenir. O eller ekmeği, küreklerin sapını, dümenin yekesini ve Kemeraltı'nda Fotika'nın memesini aynı emniyetle tutarlar. Rüzgâr karayel göstermedi. Yüz kerte birden atlayıp rüzgâr bir anda bütün ipleri bıçakla kesilmiş gibi düştü. İsmail beklemiyordu bunu. Dalgalar bir müddet daha yuvarlandılar teknenin altında sonra deniz dümdüz ve simsiyah durdu. İsmail şaşırıp bıraktı kürekleri. Ne korkunçtur düşmek kavganın haricine. Bir ürperme geldi İsmail'in içine. Ve bir balık gibi ürkerek, bir sandal bir çift kürek ve durgun ölü bir deniz şeklinde gördü yalnızlığı. Ve birdenbire öyle kahrolup duydu ki insansızlığı yıldı elleri, yüklendi küreklere, kırıldı kürekler. Sular tekneyi açığa sürüklüyor. Artık hiçbir şey mümkün değil. Kaldı ölü bir denizin ortasında kanayan elleri ve emanetiyle İsmail. İlkönce küfretti. Sonra, «elham» okumak geldi içinden. Sonra, güldü, eğilip okşadı mübarek emaneti. Sonra... Sonra, malûm olmadı insanlara Arhaveli İsmail'in âkıbeti... *** DÖRDÜNCÜ BAP NURETTİN EŞFAK'IN BİR MEKTUBU ve BİR ŞİİRİ Kardeşim, sana bu mektubu Ankara'da Kuyulu kahvede yazıyorum. Hep aynı Anadolu havalarını çalıyor gramofon kocaman bir boru çiçeğine benzeyen ağzıyla, Dışarda yağmur... Mektepten istifa ettim. Cepheye gidiyorum ihtiyat zabitliğiyle. Çocuklarımıza Türkçe okutmak, öğretmek, sevdirmek onlara dünyanın en diri, en taze dillerinden birini, kendi dillerini, güzel şey, büyük şey. Fakat bu dilin insanları için çakmak çalmak cehpede daha büyük daha güzel. Biliyorum : iş bölümünden bahsedeceksin. Fakat, Ankara'da çocuklara ders vermek, bozkırda ateş hattına girmek haksız ve hazin bir iş bölümü. Öyle günlerde yaşıyoruz ki ben bir iş yapabildim diyebilmek için : hep alnının ortasında duyacaksın ölümü. Bak, tam sana bunları yazarken asker geçiyor sokaktan ; yağmurda harap postallarının meşinini ıslatarak Meclis'in önüne doğru iniyorlar, İstasyona gidecekler. Ve türkü söylerken, her nedense her zaman yaptığı gibi, sesini incelterek marş okuyor genç Türk köylüsü : «Ankara'nın taşına bak, gözlerimin yaşına bak...» Yüzleri mühim, dalgın ve yorgun. Tıraşları uzamış biraz. Elleri büyük ve esmer. Elâ gözlüler, kara gözlüler, mavi gözlüler. Yine birdenbire Yunus Emre geldi aklıma. Başka türlü anlıyorum ben Yunus'u : Bence onda bütün bir devir dile gelmiş Türk köylüsü : öte dünyaya dair değil, bu dünyaya dair kaygılarıyla... Bir şiir yazdım, garip bir şiir, «Türk Köylüsü» diye. Bir tuhaf mı oluyor böyle günlerde şiir yazmak? Her ne hâl ise, hoşça kal, gözlerinden öperim. Kardeşin Nurettin Eşfak * TÜRK KÖYLÜSÜ Topraktan öğrenip kitapsız bilendir. Hoca Nasreddin gibi ağlayan Bayburtlu Zihni gibi gülendir. Ferhad'dır Kerem'dir ve Keloğlan'dır. Yol görünür onun garip serine, analar, babalar umudu keser, kahbe felek ona eder oyunu. Çarşambayı sel alır, bir yâr sever el alır, kanadı kırılır çöllerde kalır, ölmeden mezara koyarlar onu. O, «Yûnusû biçâredir Baştan ayağa yâredir», ağu içer su yerine. Fakat bir kerre bir derd anlayan düşmeyegörsün önlerine ve bir kerre vakterişip «-Gayrık yeter!...» demesinler. Bunu bir dediler mi, «İsrâfil sûrunu urur, mahlûkat yerinden durur», toprağın nabzı başlar onun nabızlarında atmağa. Ne kendi nefsini korur, ne düşmanı kayırır, «Dağları yırtıp ayırır, kayaları kesip yol eyler âbıhayat akıtmağa...» *** BEŞİNCİ BAP 920'NİN 16 MARTI ve MANASTIRLI HAMDİ EFENDİ ve REŞADİYELİ VELİ OĞLU MEMET'İN HİKÂYESİ «Bu hamiyetli ve cesur, Manastırlı Hamdi Efendi olmasaydı, İstanbul felâketinden kim bilir haber almak için ne kadar intizarlar içinde kalacaktık. İstanbul'da bulunan nâzır, mebus, kumandan, teşkilâtımız mensupları içinden bir zat çıkıp vaktiyle bize haber vermeği düşünmemiş olduğu anlaşılıyor. Demek ki cümlesini heyecan ve helecan kaplamıştı. Bir ucu Ankara'da bulunan telin İstanbul'da bulunan ucuna yanaşamayacak kadar şaşkın bir hale gelmiş olduklarına bilmem ki hükmetmek caiz olur mu?» (Nutuk, s. 295, Devlet Basımevi, İstanbul 1938) 920'nin 16 Martı. Öğleden evvel saat onda makina başında şöyle bir telgraf aldı Ankara'daki : «Der-aliye 16/3/1920. İngilizler bastı bu sabah Şehzadebaşı'ndaki Muzika karakolunu. Müsademe edildi. İşgal altına alıyorlar İstanbul'u şimdi. Berâyi malûmat arzolunur. Manastırlı Hamdi.» 920'nin 16 Martı. Harbiye Nezareti telgrafhanesi buldu Ankara'yı : «Etrafta dolaşıyor İngiliz askerleri. Şimdi işte İngiliz askerleri giriyorlar nezarete. İşte giriyorlar içeri. Nizamiye kapısına. Teli kes. İngilizler burdadır.» 920'nin 16 Martı. Manastırlı Hamdi Efendi buldu Ankara'dakini tekrar : «Paşa hazretleri, Harbiye telgrafhanesini de işgal etti İngiliz bahriye askeri Tophane'yi de işgal ediyorlar bir taraftan, bir taraftan da zırhlılardan asker ihraç olunuyor. Vaziyet vehamet kesbediyor efendim. Paşa hazretleri, Emri devletlerine muntazırım. 16 Mart 1920 Hamdi» 920'nin 16 Martı. Durumu bir daha tekrar etti Hamdi Efendi : «Sabah bizim asker uykuda iken İngiliz bahriye efradı karakolu işgal etmekte iken askerlerimiz uykudan şaşkın kalkınca müsademe başlıyor. Neticede bizden altı şehit, on beş mecruh olup İngilizler zırhlıları rıhtıma yanaştırıp Beyoğlu ve Tophane'yi işgal edip. İşte Beyoğlu telgrafhanesi de yok. İşte Beyoğlu telgraf memurları geldiler. Kovmuşlar. Burası da işgal olunacaktır bir saata kadar. Şimdi haber aldım efendim.» 920'nin 16 Martı uykuda kesti kâfir üçümüzü, kurşuna dizdi kâfir ikimizi. İngiliz'in hepsi değil domuzu Sabaha karşı aldı canımızı. 920'nin 16 Martı basıldı Vezneciler'de karargâh. Uyan be tosunum uyan. Üçümüzü uykuda kesti kâfir, üçümüz : Abdullah çavuş, Şarkışla'dan Osman, bir de Zileli Abdülkadir. 920'nin 16 Martı Bozdoğan Kemeri'nde kurşuna dizdi kâfir ikimizi. Ahmet oğlu Nasuh arkadaşımın adı, Reşadiyeli Veli oğlu Memet benimkisi. 920'nin 16 Martı uykuda kesti kâfir üçümüzü. Soktu Osman'ın karnına kasaturayı, bastı göğsüne kâfirin dizi. Dört çocuk babasıydı Abdullah çavuş. Doymadı dünyasına Abdülkadir. Üçümüzü uykuda kesti kâfir, kurşuna dizdi ikimizi. 920'nin 16 Mart sabahı, karakolun karşısında bırakmadım elimden silâhı, yere serdim iki İngiliz'i. Senin ırzını kurtardım İstanbul'um, Sana can feda çakır gözlü gülüm. Üçümüzü uykuda kesti kâfir, kurşuna dizdi ikimizi. Şimdi üçümüz : Abdullah ve Osman ve Abdülkadir, taşları yan yana yatar Eyüp'te. Arama, bulamazsın ikimizin kabrini, belki maşrıkta, belki mağripte, biz de bilemeyiz yerini. Uykuda kestiler üçümüzü, kurşuna dizdiler ikimizi, Ahmet oğlu Nasuh arkadaşımın adı, Reşadiyeli Veli oğlu Memet benimkisi. Bir de altıncımız var, kara kaytan bıyıklı bir şehit, son mekânı şöyle dursun, adını da bilen yok... *** ALTINCI BAP MUHAREBELER ve DÜŞMAN ELİNDE KALANLAR ve KARTALLI KÂZIM'IN HİKÂYESİ İnönü meydanı, yavrum, rüzgâr, soğuklar insanı arı gibi haşlıyor. Zemheriler bitti diyelim, hamsin ya başladı, ya başlıyor. Muharebe beş gün beş gece sürdü. Kan gövdeyi götürdü. Ve nihayetinde düşmanlar karın üstünde top arabaları, sandıklar dolusu konyak, altı kamyon bıraktılar. Sonra, kaçarlarken, yavrum, köyleri, köprüleri yaktılar... Bu, Birinci İnönü, sonra ikincisi : 23 Mart 1921 günü düşmanın Bursa ve Uşak grupları üstümüze yürüyor. Onlarda, topçu ve piyade bizden üç kere fazla, bizim atlımız çok. Atların makanizması, hartucu, namlusu yoktur ve kılıç çıplak, ucuz bir demirdir. 26 Mart : Akşam. Sağ cenah ilerimize yanaştılar. 27 Mart : Bütün cephelerde temas. 28, 29, 30 : Kavgaya devam. Ve Martın 31'inci gecesinde, (ayışığı var mıydı bilmiyorum) İnönü karanlığı sesler ve kıvılcımlarla doluydu. Ve ertesi gün 1 Nisan : Metristepe aydınlanıyor. Saat altı otuz. Bozöyük yanıyor. Düşman muharebe meydanını silâhlarımıza terketmiştir. Sonra, 8 Nisandan 11 Nisana kadar : Dumlupınar. Sonra, Haziran. Bir yaz gecesi. Dünyada yalnız pırıltılar ve böceklerin sesi. Sakarya'yı üç yerinden sallarla geçiyoruz. Basarak aldık Adapazarı'nı. Ve dolaşıp Sapanca Gölü'nün sazlıklarını yanaştık İzmit'in doğusunda çuha fabrikasına. Düşman, kısmen gemilere binerek denizden ve kısmen Karamürsel üzerinden Bursa'ya çekilip boşalttı İzmit şehrini gece yarısı. Sonra 23 Ağustos : Sakarya melhamei kübrâsı ki devamı 13 Eylül gününe kadardır. Bizim kırk bin piyademiz, dört bin beş yüz atlımız, düşmanın seksen sekiz bin piyadesi, üç yüz topu vardır. Harp meydanının kuzey yanı Sakarya ve dağlardır : keskin ve dik yamaçlarıyla ve kireçli toprakları ve kayalarında tek başlarına birbirinden uzak haşin ve münzevi çam ağaçlarıyla Abdülselâm-dağı, Gökler-dağı, dağlar. Ve Sakarya'dan bu havalide yalnız, çatal tırnaklı karacalar su içmektedir. Ankara suyunun döküldüğü yerden Eskişehir kuzeybatısına kadar Sakarya mecrası uçurumlar içinden geçmektedir. Güneyde ve güneydoğuda yapraksız ve hazin geniş ve uzun ve insana bıraktığı hiçbir şeye acımadan ölmek arzusu veren Cihanbeyli ovası : çöl... Bu çölün, bu dağların, bu nehrin ve bizim önümüzde yirmi iki gün ve gece fasılasız dövüşüp düşman ordusu ric'ata mecbur kaldı. Buna rağmen : Sene 1922 ve 15 vilâyet ve sancak ve 9 büyük şehir düşman elindedir. İnanılmaz şeyler düşmandadır ki bunların arasında : 7 göl, 11 nehir ve köklerinde baltamızın yarası ve yangınlarıyla bizim olan yüz kere yüz bin dönüm orman, bir tersane, iki silâh fabrikası, ve 19 körfez ve liman ki belki birçoğunun rıhtımı, mendireği, kırmızı, yeşil fenerleri yoktur ve belki sularında ateş kayıklarının ışıltısından başka ışık yanmadı, fakat onlar tahta iskeleleri ve kederli balıkçılarıyla bizimdiler. Sonra, 3 deniz, 6 kol tren hattı, sonra, göz alabildiğine yol : sılaya gittiğimiz, gurbette göründüğümüz ve neden ve niçin olduğunu sormadan çöle, Çanakkale'ye, ölüme gittiğimiz yol ve sonra toprak ve o toprağın insanları : Uşak tezgâhlarının halı dokuyanları, klaptan işlemeli eğerleriyle meşhur Manisa'lı saraçlar, yol kıyılarında ve istasyonlarda açlar ve kurnaz ve cesur ve ağırbaşlı ve çapkın ve kütleleriyle delikanlı İstanbul ve İzmir işçileri ve zahire ve kantariye tâcirleriyle eşraf ve âyân, kıl çadırlı yürükleri Aydın'ın, ve sonra, ırgat, ortakçı, maraba, davarlı ve davarsız, yarım meşin çizmeli ve ham çarıklı köylüler. 15 vilâyet ve sancak ve 9 büyük şehir düşman elindedir. Mehtaplı bir gece, gümüş bir kutunun içindesin : ortalık öyle bir tuhaf aydınlık, öyle ıssız. Ya çok seslidir ya hiç ses vermez mehtaplı gece zaten. Yatıyor filintasının arkasında Kartallı Kâzım. Kız gibi Osmanlı filintası. Parlıyor arpacık namlının ucunda : yüz yıllık yoldaymış gibi uzak ve bir damlacık. Kâzım emir aldı merkezden : Gebze'deki İngiliz'in tercümanı vurulacak. Köylerde teşkilât kurmuş tercüman Mansur : satıyor bizimkileri. Kâzım iyi hesaplamış herifin geçeceği yeri. İşte sökün etti Mansur karşıdan : beygirin üzerinde. Beygir yüksek, İngiliz kadanası. Kendi halinde yürüyor hayvan ortasında demiryolunun sallana sallana, ağır ağır. Tercüman herhalde bırakmış dizginleri, başı sallanıyor, belki de uyuyor üzerinde beygirin. Yaklaştıkça büyüyor herif. Zaten mehtapta heybetli görünür insan. Arada kaldı kalmadı dört yüz adım, namlıyı kaldırdı birazcık Kâzım, nişan aldı sallanan başına Mansur'un. Soldaki yamaçtan bir taş parçası düştü. Bir kuş uçtu sağdaki ağaçtan, -ağaç çınar-. Kuş ürkmüş olacak. Çevrildi Kâzım'ın başı kuşun uçtuğu yana, mehtapla yüz yüze geldiler. Mehtap koskocaman, desdeğirmi, bembeyaz. Ve Kâzım'ın gözünü aldı âdeta. Zaten bu yüzden, tekrar göz, gez, arpacık ve filintayı ateşlediği zaman ilk kurşun Mansur'un başını delecek yerde galiba omuzuna girdi. Herif «Hınk» dedi bir, beygirin başını çevirdi dörtnal kaçıyor. Yetiştirdi ikinci kurşunu Kâzım. Beygirin üstünde sola yıkıldı Mansur. Üçüncü kurşun. Tercüman düştü beygirden. Fakat bir ayağı üzengiye takılı kalmış, sürüklendi kaçan hayvanın peşinde biraz, sonra kurtuldu ki ayağı yıkılıp kaldı olduğu yerde. Yamaca sardı beygir. Kalktı Kâzım, yürüdü Mansur'a doğru, üzerinden kâatları alacak. Arada dört telgraf direği yalnız, ellişerden iki yüz metre eder. Mansur doğruldu ansızın, kaçıyor bayır aşağı. Filintayı omuzladı Kâzım. Dördüncü kurşun. Yıkıldı herif. Koştu Kâzım. Doğruldu yine Mansur. Yürüyor sarhoş gibi sallanarak, kaçmıyor artık, yürüyor. Kâzım da bıraktı koşmayı. Deniz kıyısına indiler. Orda boş bir fabrika var, bir de beyaz bir ev, tahta iskelesi iner denizin içine kadar. Mansur suya giriyor, kâatlar ıslanacak. Beşinci kurşunu yaktı Kâzım. Suya düşüp kaldı önde giden ve Kâzım tazelerken şarjörü bir ışık yandı beyaz evde, bir pencere açıldı. Galiba bir kadın baktı dışarıya.. Boğazlanıyormuş gibi bağırdı Mansur. Pencere kapandı, ışık söndü. Tercüman attı kendini tahta iskeleye. Art ayakları kırılmış bir hayvan gibi sürünüp tırmanıyor. Hay anasını, ay da denize düşmüş toplanıp dağılıyor, dağılıp toplanıyor. Velhasıl, lâfı uzatmıyalım, Mansur'un işini bıçakla bitirdi Kâzım. Kâatlar kan içindeydi. Fakat kan kapatmıyor yazıyı... Namussuzun biriydi Mansur, muhakkak. Düşmana satılmıştı, orası öyle. Kaç kişinin başını yedi, malûm. Ama ne de olsa mehtapta herif beygirin üzerinde uyumuş geliyordu. Demek istediğim, böyle günlerde bile, böyle bir adamı bile bu çeşit öldürüp ortalık duruldukta, yıllarca sonra mehtaba baktığın vakit üzüntü çekmemek için, ya insanlarda yürek dediğin taştan olacak, yahut da dehşetli namuslu olacak yüreğin, Kâzım'ınki taştan değildi çok şükür, fakat namuslu. Ne malûm? dersen : Dövüştü pir aşkına, yaralandı birkaç kere ve saire. Ve kavga bittiği zaman ne çiftlik sahibi oldu, ne apartıman. Kavgadan önce Kartal'da bahçıvandı, kavgadan sonra Kartal'da bahçıvan... *** YEDİNCİ BAP * 922 AĞUSTOS AYI ve KADINLARIMIZ ve 6 AĞUSTOS EMRİ ve BİR ÂLETLE BİR İNSANIN HİKÂYESİ Ayın altında kağnılar gidiyordu. Kağnılar gidiyordu Akşehir üstünden Afyon'a doğru. Toprak öyle bitip tükenmez, dağlar öyle uzakta, sanki gidenler hiçbir zaman hiçbir menzile erişmiyecekti. Kağnılar yürüyordu yekpare meşeden tekerlekleriyle. Ve onlar ayın altında dönen ilk tekerlekti. Ayın altında öküzler başka ve çok küçük bir dünyadan gelmişler gibi ufacık, kısacıktılar, ve pırıltılar vardı hasta, kırık boynuzlarında ve ayakları altından akan toprak, toprak ve topraktı. Gece aydınlık ve sıcak ve kağnılarda tahta yataklarında koyu mavi humbaralar çırılçıplaktı. Ve kadınlar birbirlerinden gizliyerek bakıyorlardı ayın altında geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine. Ve kadınlar, bizim kadınlarımız : korkunç ve mübarek elleri, ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle anamız, avradımız, yârimiz ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen ve soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki ve karasabana koşulan ve ağıllarda ışıltısında yere saplı bıçakların oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan kadınlar, bizim kadınlarımız şimdi ayın altında kağnıların ve hartuçların peşinde harman yerine kehribar başaklı sap çeker gibi aynı yürek ferahlığı, aynı yorgun alışkanlık içindeydiler. Ve on beşlik şarapnelin çeliğinde ince boyunlu çocuklar uyuyordu. Ve ayın altında kağnılar yürüyordu Akşehir üstünden Afyon'a doğru. «6 Ağustos emri» verilmiştir. Birinci ve İkinci ordular, kıt'aları, kağnıları, süvari alaylarıyla yer değiştiriyordu, yer değiştirecek. 98956 tüfek, 325 top, 5 tayyare, 2800 küsur mitralyöz, 2500 küsur kılıç ve 186326 tane pırıl pırıl insan yüreği ve bunun iki misli kulak, kol, ayak ve göz kımıldanıyordu gecenin içinde. Gecenin içinde toprak. Gecenin içinde rüzgâr. Hatıralara bağlı, hatıraların dışında, gecenin içinde : insanlar, âletler ve hayvanlar, demirleri, tahtaları ve etleriyle birbirine sokulup, korkunç ve sessiz emniyetlerini birbirlerine sokulmakta bulup, kocaman, yorgun ayakları, topraklı elleriyle yürüyorlardı. Ve onların arasında Birinci Ordu İkinci Nakliye Taburu'ndan İstanbullu şoför Ahmet ve onun kamyoneti vardı. Bir acayip mahlûktu üç numrolu kamyonet : İhtiyar, cesur, inatçı ve şirret. Kırılıp dağlarda kalan sol arka makası yerine şasinin altına, dingilin üzerine budaklı bir gürgen kütüğü sarmış olmasına rağmen ve kalb ağrılarıyla ve on kilometrede bir karanlığa yaslanıp durduğu halde ve vantilâtöründe dört kanattan ikisi noksan iken şahsının vekarlı kudretini resmen biliyordu : «6 Ağustos emri»nde ondan ve arkadaşlarından «... ihzar ve teşkil edilmiş bulunan ve cem'an 300 ton kabiliyetinde kabul olunan 100 kadar serî otomobil...» diye bahsediliyordu. İhzar ve teşkil olunanlar, bu meyanda Ahmet'in kamyoneti, insanların, âletlerin ve kağnıların yanından geçip Afyon - Ahırdağları ve imtidadına doğru iniyorlardı. Ahmet'in kafasında uzak bir şehir ve bir şarkı vardı. Bu şarkı nihaventtir ve beyaz tenteli sandalları, siyah mavnaları, güneşli karpuz kabuklarıyla bir deniz kıyısındadır şehir. Vantilâtörde adedi devir düşüyor gibi. Arkadaşlar ileri geçtiler. Ay battı. Manzara yıldızlardan ve dağlardan ibaret. Sen Süleymaniyelisin oğlum Ahmet, çınar dibinde iki mars bir oyunla yenip Bücür'ü, kalk, sıra servilerin önünden yürü, çeşmeyi geç, mektep bahçesi, medreseler, orda, Harbiye Nezareti'nin arka duvarında siyah çarşaflı bir kadın çömelip yere darı serper güvercinlere ve papelciler şemsiye üstünde papaz açarlar. Motor mızıkçılık ediyor, bizi dağ başlarında bırakacak meret. Ne diyorduk oğlum Ahmet? Dökmeciler sağda kalır, derken, Uzunçarşı'ya saparken, köşede, sol kolda seyyar kitapçı : «Hikâyei Billûr Köşk», altı cilt «Tarihi Cevdet» ve «Fenni Tabâhat». Tabâhat, mutfaktan gelirmiş, yani yemek pişirmek. Hani, uskumru dolmasına da bayılırım pek. Yaldızlı kuyruğundan tutup bir salkım üzüm gibi yersin. İlerde bir süvari kolu gidiyor, saptılar sola. Uzunçarşı'yı dikine inersin. Sandalyacılar, tavla pulcuları, tesbihçiler. Ve sen İstanbullu, sen kendi ellerinin hünerine alışmış olduğundan şaşarsın İstanbullulara : ne kadar ince, ne çeşitli hünerleri var, dersin. Rüstem Paşa Camii. Urgancılar. Urgancılarda yüz parça yelkenli gemiyi ve hesapsız katır kervanlarını donatacak kadar urgan, halat ve dökme tunçtan çıngıraklar satılır. Zindankapı, Babacafer. Uzakta Balıkpazarı. Kuruyemişçiler. Yemiş iskelesindeyiz : sandalları, mavnaları, güneşli karpuz kabuklarıyla yüzüne hasret kaldığım deniz. Sol arka lastik hava mı kaçırıyor ne? İnip baksam... Yemiş iskelesinden dilenci vapuruna binip Eyüp'te Niyet Kuyusu'na gittikti. Elleri yumuk yumuk, bacakları biraz çarpıktı ama, yeşil zeytin tanesi gibi gözler. Kaşları da hilâl gibi çekikti. Tam Kasımpaşa'ya yaklaştık, beyaz başörtüsü... Lastik hava kaçırıyor. Derdine deva bulmazsak eğer... Dur bakalım Babacafer... Üç numrolu kamyonet durdu. Karanlık. Kriko. Pompa. Eller. Küfreden ve küfrettiğine kızan elleri lastikte ve ihtiyar tekerlekte dolaşırken Ahmet hatırladı : bir gece nüzüllü babaannesini sedirden sedire taşırken kadıncağız... İç lastik boydan boya patladı. Yedek? Yok. Dağlarda avaz avaz imdat istemek? Sen Süleymaniyelisin oğlum Ahmet, sana tek başına verilmiştir üç numrolu kanyonet. Hem, hani bir koyun varmış, kendi bacağından asılan bir koyun. Süleymaniyeli şoför Ahmet soyun... Soyundu. Ceket, külot, pantol, don, gömlek ve kalpak ve kırmızı kuşak, Ahmet'i postallarının üstünde çırılçıplak bırakarak dış lastiğin içine girdiler, şişirdiler. Bu şarkı nihaventtir. Deniz kıyısında bir şehir... Beyaz başörtüsü... Saatta elli yapıyoruz... Dayan ömrümün törpüsü, dayan da dağlar anadan doğma görsün şoför Ahmet'i, dayan arslan... Hiçbir zaman böyle merhametli bir ümitle sevmedi hiçbir insan hiçbir âleti... SEKİZİNCİ BAP 26 AĞUSTOS GECESİNDE SAATLAR İKİ OTUZDAN BEŞ OTUZA KADAR ve İZMİR RIHTIMINDAN AKDENİZ'E BAKAN NEFER Saat 2.30. Kocatepe yanık ve ihtiyar bir bayırdır, ne ağaç, ne kuş sesi, ne toprak kokusu vardır. Gündüz güneşin, gece yıldızların altında kayalardır. Ve şimdi gece olduğu için ve dünya karanlıkta daha bizim, daha yakın, daha küçük kaldığı için ve bu vakitlerde topraktan ve yürekten evimize, aşkımıza ve kendimize dair sesler geldiği için kayalıklarda şayak kalpaklı nöbetçi okşayarak gülümseyen bıyığını seyrediyordu Kocatepe'den dünyanın en yıldızlı karanlığını. Düşman üç saatlik yerdedir ve Hıdırlık-tepesi olmasa Afyonkarahisar şehrinin ışıkları gözükecek. Küzeydoğuda Güzelim-dağları ve dağlarda tek tek ateşler yanıyor. Ovada Akarçay bir pırıltı halinde ve şayak kalpaklı nöbetçinin hayalinde şimdi yalnız suların yaptığı bir yolculuk var : Akarçay belki bir akar su, belki bir ırmak, belki küçücük bir nehirdir. Akarçay Dereboğazı'nda değirmenleri çevirip ve kılçıksız yılan balıklarıyla Yedişehitler kayasının gölgesine girip çıkar. Ve kocaman çiçekleri eflâtun kırmızı beyaz ve sapları bir, bir buçuk adam boyundaki haşhaşların arasından akar. Ve Afyon önünde Altıgözler Köprüsü'nün altından gündoğuya dönerek ve Konya tren hattına rastlayıp yolda Büyükçobanlar Köyü'nü solda ve Kızılkilise'yi sağda bırakıp gider. Düşündü birdenbire kayalardaki adam kaynakları ve yolları düşman elinde kalan bütün nehirleri. Kim bilir onlar ne kadar büyük, ne kadar uzundular? Birçoğunun adını bilmiyordu, yalnız, Yunan'dan önce ve Seferberlik'ten evvel Selimşahlar Çiftliği'nde ırgatlık ederken Manisa'da geçerdi Gediz'in sularını başı dönerek. Dağlarda tek tek ateşler yanıyordu. Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki şayak kalpaklı adam nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden güzel, rahat günlere inanıyordu ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında, birdenbire beş adım sağında onu gördü. Paşalar onun arkasındaydılar. O, saatı sordu. Paşalar : «Üç,» dediler. Sarışın bir kurda benziyordu. Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı. Yürüdü uçurumun başına kadar, eğildi, durdu. Bıraksalar ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak Kocatepe'den Afyon Ovası'na atlıyacaktı. Saat 3.30. Halimur - Ayvalı hattı üzerinde manga mevziindedir. İzmirli Ali Onbaşı (kendisi tornacıdır) karanlıkta gözyordamıyla sanki onları bir daha görmiyecekmiş gibi baktı manga efradına birer birer : Sağda birinci nefer sarışındı. İkinci esmer. Üçüncü kekemeydi fakat bölükte yoktu onun üstüne şarkı söyliyen. Dördüncünün yine mutlak bulamaç istiyordu canı. Beşinci, vuracaktı amcasını vuranı tezkere alıp Urfa'ya girdiği akşam. Altıncı, inanılmıyacak kadar büyük ayaklı bir adam, memlekette toprağını ve tek öküzünü ihtıyar bir muhacir karısına bıraktığı için kardeşleri onu mahkemeye verdiler ve bölükte arkadaşlarının yerine nöbete kalktığı için ona «Deli Erzurumlu» derdiler. Yedinci, Mehmet oğlu Osman'dı. Çanakkale'de, İnönü'nde, Sakarya'da yaralandı ve gözünü kırpmadan daha bir hayli yara alabilir, yine de dimdik ayakta kalabilir. Sekizinci, İbrahim, korkmıyacaktı bu kadar bembeyaz dişleri böyle tıkırdayıp birbirine böyle vurmasalar. Ve İzmirli Ali Onbaşı biliyordu ki : tavşan korktuğu için kaçmaz kaçtığı için korkar. Saat 4. Ağzıkara - Söğütlüdere mıntıkası. On ikinci Piyade Fırkası. Gözler karanlıkta, uzakta. Eller yakında, makanizmalar üzerinde. Herkes yerli yerinde. Tabur imamı mevzideki biricik silâhsız adam : ölülerin adamı, kırık bir söğüt dalı dikerek kıbleye doğru, durdu boyun büküp el kavuşturup sabah namazına. İçi rahattır. Cennet, ebedî bir istirahattır. Ve yenilseler de, yenseler de âdâyı, meydânı gazadan o kendi elleriyle verecektir Cenâbı rabbülâlemîne şühedâyı. Saat 4.45. Sandıklı civarı. Köyler. Sarkık, siyah bıyıklı süvari, çınar dibinde, beygirinin yanında duruyordu. Çukurova beygiri kuyruğunu karanlığa vuruyordu : dizkapaklarında kan, kantarmasında köpük... İkinci Süvari Fırkası'ndan Dördüncü Bölük, atları, kılıçları ve insanlarıyla havayı kokluyor. Geride, köylerde bir horoz öttü. Ve sarkık, siyah bıyıklı süvari ellerinin tersiyle yüzünü örttü. Karşı dağlar ardında, düşman elinde kalan bir başka horoz vardır : baltaibik, sütbeyaz bir Denizli horozu. Düşmanlar herhal onu çoktan kesip çorbasını yapmışlardır... Saat beşe on var. Kırk dakka sonra şafak sökecek. «Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak». Tınaztepe'ye karşı Kömürtepe güneyinde, On beşinci Piyade Fırkası'ndan iki ihtiyat zabiti ve onların genci, uzunu, Darülmuallimin mezunu Nurettin Eşfak, mavzer tabancasının emniyetiyle oynıyarak konuşuyor : -Bizim İstiklâl Marşı'nda aksıyan bir taraf var, bilmem ki, nasıl anlatsam, Âkif, inanmış adam, fakat onun, ben, inandıklarının hepsine inanmıyorum. Meselâ, bakın : «Gelecektir sana vaadettiği günler Hakkın.» Hayır, gelecek günler için gökten âyet inmedi bize. Onu biz, kendimiz vaadettik kendimize. Bir şarkı istiyorum zaferden sonrasına dair. «Kim bilir belki yarın...» Saat beşe beş var. Dağlar aydınlanıyor. Bir yerlerde bir şeyler yanıyor. Gün ağardı ağaracak. Kokusu tütmeğe başladı : Anadolu toprağı uyanıyor. Ve bu anda, kalbi bir şahan gibi göklere salıp ve pırıltılar görüp ve çok uzak çok uzak bir yerlere çağıran sesler duyarak bir müthiş ve mukaddes mâcereda, ön safta, en ön sırada, şahlanıp ölesi geliyordu insanın. Topçu evvel mülâzımı Hasan'ın yaşı yirmi birdi. Kumral başını gökyüzüne çevirdi, kalktı ayağa. Baktı, yıldızları ağaran muazzam karanlığa. Şimdi bir hamlede o kadar büyük, öyle şöhretli işler yapmak istiyordu ki bütün ömrünü ve hâtırasını ve yedi buçukluk bataryasını ağlanacak kadar küçük buluyordu. Yüzbaşı sordu : - Saat kaç? - Beş. - Yarım saat sonra demek... 98956 tüfek ve şoför Ahmet'in üç numrolu kamyonetinden yedi buçukluk şnayderlere, on beşlik obüslere kadar, bütün âletleriyle ve vatan uğrunda, yani, toprak ve hürriyet için ölebilmek kabiliyetleriyle Birinci ve İkinci ordular baskına hazırdılar. Alaca karanlıkta, bir çınar dibinde, beygirinin yanında duran sarkık, siyah bıyıklı süvari kısa çizmeleriyle atladı atına. Nurettin Eşfak baktı saatına : - Beş otuz... Ve başladı topçu ateşiyle ve fecirle birlikte büyük taarruz... Sonra. Sonra, düşmanın müstahkem cepheleri düştü. Bunlar : Karahisar güneyinde 50 ve doğusunda 20-30 kilometredeydiler. Sonra. Sonra, düşman ordusu kuvâyi külliyesini ihâta ettik Aslıhanlar civarında 30 Ağustosa kadar. Sonra. Sonra, 30 Ağustosta düşman kuvâyı külliyesi imha ve esir olundu. Esirler arasında General Trikopis : Alaturka sopa yemiş bir temiz ve sırmaları kopuk frenk uşağı... Yaralı bir düşman ölüsüne takıldı Nurettin Eşfak'ın ayağı. Nurettin dedi ki : «Teselyalı Çoban Mihail,» Nurettin dedi ki : «Seni biz değil, buraya gönderenler öldürdü seni...» Sonra. Sonra, 31 Ağustos günü ordularımız İzmir'e doğru yürürken serseri bir kurşunla vurulan Deli Erzurumluydu. Devrildi. Kürek kemikleri altında toprağı duydu. Baktı yukarı, baktı karşıya. Gözler hayretle yandılar : önünde, sırtüstü, yan yana yatan postalları her seferkinden kocamandılar. Ve bu postallar daha bir hayli zaman üzerlerinden atlayıp geçen arkadaşların arkasından seyredip güneşli gökyüzünü ihtiyar bir muhacir karısını düşündüler. Sonra... Sonra, sarsılıp ayrıldılar birbirlerinden ve Deli Erzurumlu ölürken kederinden yüzlerini toprağa döndüler... Solda, ilerdeydi Ali Onbaşı. Kan içindeydi yüzü gözü. Bir süvari takımı geçti yanından dörtnala. Kaçanı kovalamıyordu yalnız ulaşmak da istiyordu bir yerlere ve sadece kahretmiyor yaratıyordu da. Ve kılıçların, nalların, ellerin ve gözlerin pırıltısı ardarda çakan aydınlık bir bütündü. Ali Onbaşı bir şimşek hızıyla düşündü ve şu türküyü duydu : «Dörtnala gelip Uzak Asya'dan Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim. Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak ve ipek bir halıya benziyen toprak, bu cehennem, bu cennet bizim. Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın, yok edin insanın insana kulluğunu, bu dâvet bizim... Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine, bu hasret bizim...»> Sonra. Sonra, 9 Eylülde İzmir'e girdik ve Kayserili bir nefer yanan şehrin kızıltısı içinden gelip öfkeden, sevinçten, ümitten ağlıya ağlıya, Güneyden Kuzeye, Doğudan Batıya, Türk halkıyla beraber seyretti İzmir rıhtımından Akdeniz'i. Ve biz de burda bitirdik destanımızı. Biliyoruz ki lâyığınca olmadı bu kitap, Türk halkı bağışlasın bizi, onlar ki toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çokturlar; korkak, cesur, câhil, hakîm ve çocukturlar ve kahreden yaratan ki onlardır, kitabımızda yalnız onların mâcereları vardır... * Nâzım HİKMET 939 İstanbul Tevkifanesi, 940 Çankırı Hapisanesi, 941 Bursa Hapisanesi. * #NazımHikmet

21 Ağustos 2022 Pazar

#TürkülerAğlar


Barbaros Çelikoğlu ve Gülüş Meçhuli : Türküler Ağlar

#TürkülerAğlar

*

Kanatsız uçarken gökyüzünde kuşlar

Konduğu dal kadar kırılgan yüreğim

Şiirler yazılır türküler söylenir

Bırakmaz ayrılığın gölgesi

Yapışır da yakamıza

Ben ağlarım sevdam ağlar

Dokundukça sazımın tellerine

Türküler ağlar

Hasretini yol edip yollarını beklediğim

Sana ait düşlerime yokluğunu eklediğim

Uzakları yakın yakınları ırak eylediğim

Bırakmaz ayrılığın gölgesi

Yapışır da yakamıza

Ben ağlarım sevdam ağlar

Dokundukça sazımın tellerine

Türküler ağlar türküler ağlar

Karlı dağların sevdama dik yamaçları

Hüzünlü bulutların yağdı yağacak yağmurları

Susuz toprakların boynu bükük günebakanları

Bırakmaz ayrılığın gölgesi

Yapışır da yakamıza

Ben ağlarım sevdam ağlar

Dokundukça sazımın tellerine

Türküler ağlar 

Vur sineme satır satır yaz beni

Al götür anıları öldür yüreğinde beni

Kapansın kapıların mühürle sevdana beni

Bırakmaz ayrılığın gölgesi

Yapışır da yakamıza

Ben ağlarım sevdam ağlar

Dokundukça sazımın tellerine

Türküler ağlar türküler ağlar türküler ağlar 

*

Söz : #BarbarosÇelikoğlu

Müzik : #Fuat Bahçeci 

Seslendiren : #BarbarosÇelikoğlu

Düet :#GülüşMeçhuli

#TürkününTarihçesi

Türkünün Tarihçesi, Tanımı, Türk Dünyasındaki Yeri

        Ana dili Türkçe olan ya da Türk diliyle bildirimde bulunan insanların yaşadığı her yerde varlığı bilinen, dün olduğu gibi bugün de sözlü geleneğin vazgeçilmez icra ürünlerinden olan ve Türk dünyasının müştereklerinden kabul edilen türküler, Türk kültürünün temel unsurlarından biridir. Türküler, mitolojik dönemden günümüze uzanan uzun ince bir çizgide Türklerin sosyal, siyasal, dinî ve kültürel hayatının her safha ve sayfasında yer almış, önemli görevler üstlenmiştir. Türk insanı çoğu zaman türkülerde kendini bulmuştur. İçini türkülere dökmüş, sevincini, heyecanını, hüznünü, acısını türkülerle dile getirmiş, sırlarını türkülerle paylaşmış, derdini türkülere açmış, aşkını, sevdasını, hatırasını, gönlünü, kalbini, kısacası yüreğini türkülerle ortaya koymuştur. Türküsüz kalmayı yurtsuz kalma olarak düşünmüş, onsuz kendini gurbette hissetmiştir.

        Türküler kimi zaman anne sütü sıcaklığında çocuğun ses ve söz dağarcığına bir ninni olarak akmış, kimi zaman bir ölüm ya da ayrılığın acısıyla yoğrularak katılaşmış, ağıtlaşmış, kimi zaman kadere boyun eğmenin sessizliğini ve çaresizliğini yaşatırken kimi zaman da zulme, haksızlığa, vefasızlığa, soysuzluğa, saygısızlığa başkaldırının güçlü sesi olmuştur.

        Türkülerde mertlik, yiğitlik, aşk,  heyecan ve gizem vardır. Kıskançlık, şüphe ve endişe vardır. Emek ve çile vardır. Doğa vardır, toprak, su, ateş ve hava vardır. Hak ve haksızlık vardır. Mitoloji, edebiyat, tarih, felsefe, gelenek, görenek, hukuk ve töre vardır. Renk ve desen vardır. Güç ve enerji vardır.  Kısacası insan, bizim insanımız, Türk insanı vardır (Yakıcı, 2007: 13)

        Tanpınar, “Türküler hayatın sürekliliği içinde bir yığın değişmeye rağmen daimi kalan aslî yanımızı ifâde ederler " (Tanpınar: 1972:320) derken sanki “Bizim romanlarımız, türkülerimizdir" diyen Yahya Kemâl’e vurgu yapmaktadır.

        Türkülerin ardındaki şiiriyet, incelik ve güzellik, hikmet dolu dünyanın Türk insanının fikir ve his kâinatının bütün dokularını verecek derinlikte olduğunu belirten Aytaç, motifleri ve beşerî temleriyle Anadolu insanını bir bütün olarak tanımlayan türkülerin, Türk dünyası ve kültürü için son derece önemli belgeler olduğuna dikkat çekmektedir. (Aytaç 2003:332) Kimilerine göre türküler düğünlerde halay olur çekilir, savaşlarda mehter olur çalınır. Sevgiliye yalvarmadır. Kahır, sitem, aşk kokar. Ve sonrasında mezar başında ağıt olur. (Bekki 2004:37-38)

        Türkülerin en önemli özelliği hayatın kendisi olmalarıdır. Bir ayna vazifesi gören türküler, hayat kadar tatlı ve bir o kadar da kısadır. İnsan hayatı da tekrar tekrar dinlemek istediğimiz bir türküye benzer. Bu türküler, dinledikçe zevk aldığımız ve her nağmesine hayatımızın bir parçasını sakladığımız ürünlerdir. Ancak, tıpkı hayatımız gibi onu başa alma ve tekrar dinleme şansımız artık kalmamıştır. Ne kadar da arzu etsek hayatı geriye alıp baştan yaşayamayız. Acı ve tatlı hatıralarla geçmişte bıraktıklarımız, türkülerin bir köşesine takılıp bizi ölünceye kadar takip eder (Çetindağ 2005:XV).

        Türkülerin, dar bir çevrede, tarikat-tekke mensupları arasında veya bütün millet hayatındaki yayılışı ile geçmişte olduğu gibi bugün ve yarın da millî ve beşerî canlılığını devam ettirecek mahsuller (Elçin 1986:195) olduğunu belirten Şükrü Elçin Hoca’nın bu sözlerini hem kendisi hem de türküler için bir alkış olarak kabul etmek gerekir.

        Türk insanının hangi coğrafya, sosyal, siyasal, kültürel çevre ve inanç ortamında yaşarsa yaşasın, hangi eğitim düzeyinde olursa olsun, hangi cinsiyet ve yaş grubu içinde bulunursa bulunsun, yaşı, cinsiyeti, öğrenim düzeyi,  mesleği, ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel durumu ne olursa olsun türküden tat alacağı, ondan uzak kalamayacağı, türküsüz yaşayamayacağı bir gerçektir.

        Türkü kelimesinin menşei hakkında birbirine benzer görüşler öne sürülmüştür. Bu görüşlerden en fazla kabul göreni şüphesiz, türkü kelimesinin Türk'ten doğduğu ve Türklere has bir ezgi olduğu görüşüdür. Hem Farsçada hem de Arapçada nispet eki olarak kullanılan 'î'nin, Türk kelimesine eklenmesiyle meydana gelen 'Türkî', Türk'e has, Türk'e özgü, Türk'le ilgili anlamındadır. Bu kelimenin sonundaki ünlü, ağızlarda zamanla yuvarlaklaşmış ve türkü biçimine dönüşmüştür (Çetindağ 2005:8).

         Türkü sözü, muhtelif Türk boylarında farklı kelimelerle adlandırılmıştır. Türküye Azeri Türkleri; mahnı, Başkurtlar; halk yırı, Kazaklar; türki, türik halik ânı, Kırgızlar; eldik ır, türkü, Özbekler; türki, halk koşigi, Tatarlar; halık cırı, Türkmenler; halk aydını, Uygur Türkleri de nahşa, koça nahşisi demektedir. (Karşılaştırmalı Türk Lehçeleri Sözlüğü 1991:908-909)

        XI. yüzyılın ünlü eseri Divanü Lügati't Türk'te türkü karşılığı olarak 'ır', 'yır' terimlerinin kullanıldığı belirtilmektedir (Atalay 1992: 3).

        Arat, türkünün muhafaza edilmiş iki anlamının Divanü Lügati't-Türk'te bulduğu ifade eder. Buna göre yır koş- 'koşma, türkü düzmek', yır 'gazel, ır', yır yırla- 'ır, şarkı söylemek', yırla- 'ır ırlamak', ır 'yır', anlamında verilmiştir (Arat 1986: 15).

        Yazıcı, 'ır' ve 'yır'lara 'Türkî/Türkü' adının verilmesinin bilinçli bir tepkinin sonucunda ortaya çıktığını ifade etmektedir (Yazıcı, 1995: 1).

        Divanü Lügati't Türk'te türkü için ır ve yır terimleri kullanılmaktadır. Fuad Köprülü de aynı şekilde türkü için ır/yır terimlerinin kullanıldığını ifade etmektedir. Türkü karşılığında kullanılan bu terim, 14. yüzyıldan itibaren bu anlamı da korunmak suretiyle nağme, hava karşılığında Türk boylarında kullanılmıştır. Yazıcı, 11. yüzyıla kadar bütün Türk boylarında, türkü için makamlı, besteli söz anlamına gelen ır ve yır terimlerinin kullanıldığını, 11. yüzyıldan itibaren İslâmiyet'in kabulüyle birlikte Arap ve Fars kültürlerinin etkisi artınca, Türklerin karşı harekete geçerek bilinçli bir şekilde türkü kelimesini kullandığını vurgular. İslâmiyet'in kabul edilmesi ve bununla birlikte Arap, Fars kültürlerinin etkisiyle Türkler de karşı harekete geçerek türkü adını kullanmıştır. (Çetindağ 2005:6-7)

        “Türkü” teriminden söz eden ve bugün için bilinen ilk yazılı metin 15. yüzyılın ünlü dil ve edebiyatçısı Alî Şîr Nevâyî’ye aittir. Alî Şîr Nevâyî “Mîzânu’l-Evzân (Vezinlerin Terazisi)” adlı eserinde “Türkî” terimine yer vermektedir:

        Ve yine bir şarkı türüdür ki ona Türkî denmektedir ve bu söz ona alem olmuştur. O haddinden fazla beğenilen ve ruha ferahlık veren, zevk u safâya düşkün kimselere faydalı ve meclisleri süsleyici bir şarkı türüdür; şöyle ki bu türü güzel söyleyen kimseleri sultanlar himaye eder, “Turkî-gûy” lakabı ile meşhurdurlar. Bu da Remel-i müsemmen-i mahzûf vezninde tertip edilir. (Alî Şîr Nevâyî 1993:118)

        Yine aynı kitabın “Arûz Terimleri” bölümünde “Türkî” karşılığı olarak şu bilgiler yer almaktadır:

        Nevâyî’nin verdiği bilgiye göre haddinden fazla hoşa giden ve duygulandıran bir şarkı türüdür. Arûz’un Remel-i müsemmen-i mahzûf  (Fâilâtün Fâilâtün Fâilâtün Fâilün) vezniyle yazılıp bestelenir. Türk halk edebiyatında yer alan türkü ise Hece vezninin on birli ölçüsü ile yazılıp bestelenir. Türkü koşma şeklinde, dörtlükler halinde olabildiği gibi değişik şekillerde de olabilir. Türkülerin değişik ezgili şekilleri “Varsağı, Kaya başı, Bozlak, Kerem” gibi adlarla anılır. Türkü bestelemeğe “türkü yakmak” denilir. (Alî Şîr Nevâyî 1993:196-197)

        Zaten, türkünün terim olarak ortaya çıkışıyla ilgili bütün görüşler de burada birleşmektedir:

         TürkününTürk halk şiirinin en eski türkülerinden biri olduğunu belirten Dizdaroğlu, türkü teriminin ortaya çıkışıyla ilgili olarak Rıza Nur’un görüşlerine yer vermektedir. Rıza Nur, Ali Şir Nevaî'nin Mîzan-ül-Evzan’ında türküden bahsedildiğini bildirmekte ve şu bilgileri eklemektedir: "Muhtasar BaburŞah'ında türkünün Sultan Hüseyin Mirza zamanında icat olduğunu, ona vezin tahsis edildiğini ve iki devirde bağlandığını (bestelendiğini?) söyler. Demek türküHorasan'da icat edilmiştir. Şeklin b m b m tarzında dörtlük, veznin fâilâtün fâilün olduğunu, iki devirli müzik bulunduğunu zannetmek mümkündür. Ancak, Rıza Nur'un sözünü ettiği türkü,Anadolu Türk edebiyatındaki hece ölçüsü ile olan türküler değil, Çağatay edebiyatında, aruzun fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilâtkalıbında yazılan ve özel bir uyak düzeni olan, ayrı bir ezgi ile söylenen manzum ürünlerdir. Önemli nokta, biçimi, kalıbı ve ezgisi ne olursa olsun, türkü teriminin on beşinci yüzyılda Doğu Türklerince de kullanılmasıdır.

        Mahmut Ragıp Gazimihal de Rıza Nur'un düşüncelerini doğrulamakta, “türkü” adlı ilk parçaların on beşinci asrın başlarında Horasan’da çıktığı kayıtlarla sabittir” demektedir.(Dizdaroğlu 1968:258-259)

        Hece vezni ile söylenmiş türkülerin Anadolu'daki ilk örneğinin ise, XVI. yüzyılda görüldüğü, “türkü”  adını taşıyan hece ölçüsünün sekizli kalıbıyla ve bentleri üçlük, kavuştakları(bağlantıları) iki dizeli olan bu metnin, XVI. yüzyıl halk şairlerinden Öksüz Dede'ye ait olduğu belirtilmektedir. (Dizdaroğlu 1968:259)

        TÜRKÜ

        "Gül budanmış dal dal olmuş

       Menekşesi yol yol olmuş

       Siyah zülfün tel tel olmuş

       Biz şu yerlerden gideli

       Gurbet illere düşeli

       Gül menekşeye karışmış

       Küskün olanlar barışmış

       Taze fidanlar yetişmiş

       Biz şu yerlerden gideli

       Gurbet illere düşeli

       Öksüz Âşık der bu sözü

Hakk’a çevirmiştir yüzü

Öldü zannettiler bizi

Biz şu yerlerden gideli

Gurbet illere düşeli (Köprülü 2004: 85)

        Nihal Atsız, Ekim 1938’de, Halk Bilgisi Haberleri dergisinin 84. Sayısında “On Beşinci Asra Ait Bir Türkü” başlığıyla yayımladığı bir yazısında, anonim bir Tevârih-i Âl-i Osman nüshasına dayanarak 15. yüzyıla ait olduğunu belirttiği bir türkünün iki dizesine yer vermiştir:          

        O Alaşardağı kırda

        Davşan neler eder kurda

        Fakat kimi araştırmacılar, “iki dizesi bilinen bir parçanın kendilerini kesin yargıya götüremeyeceğinden, biçimce türkü olan metinler ele geçinceye dek, Öksüz Dede’nin şiirini türkü türünün Anadolu’da tarihçe en eski örneği olarak kabul edeceklerini belirtmektedirler. (Dizdaroğlu 1968:259)

        17. yüzyılda Türkiye’nin yetiştirdiği âşık tarzı Türk şiirinin önemli temsilcilerinden Âşık Ömer, bir şiirinde “türkü” terimine yer vermekte, aynı dörtlükte türküden anlamayanlardan, türkü kıymeti bilmeyenlerden şikâyet etmektedir:

                    Ömer der ehl-i irfan meclisi bunlar

                    Derilmiş gelmişler merhabâ canlar

                    Dürr-i meknûn söylesem de kim anlar

                    Türkü nedir müfred nedir bilmezler (Elçin 1987: 32)

        Birçok tarihi kaynakta adından söz edilen, hakkında görüşler ileri sürülen “türkü” nedir? Şiir midir, ezgi adı mıdır, edebiyatın mı yoksa müziğin mi içinde değerlendirilmelidir?

        Bu sorulara cevap niteliğinde olan onlarca bilgi aktarılmış, düşünce ifade edilmiş, tanım yapılmıştır.

        Kunos, türkünün, en çok sekizli, on birli ölçülerle söylenen saz şiiri olduğunu ifade eder. Aynı zamanda çoğu türkünün anonim halk edebiyatında yer aldığını,   türkülerde aşk, güzellik, tabiat, gençlik ve acıklı konuların işlendiğini, türkülerin ağızlarda dolaşarak şekil değişikliğine uğradığını belirtir (Kunos, 1978: 158).   

        Herbert Jansky, türküyü şu şekilde tanımlamaktadır: Türkü, "Büyük tarihi hadiseler karşısında halk kitlesinin sevinçlerini veya ümitsizliklerini; büyük şahsiyetler hakkındaki saygılarını veya nefretlerini; gençler arasında geçen hazin aşk hikâyelerini, millî hece veznini ölçü alan ve kalpleri fetheden mısralarla, derin bir muhteva içinde dile getiren edebî, aynı zamanda mûsiki bakımından ehemmiyete hâiz olan bu kendine has bestelerle söylenen; dar manâsıyla ise tarihi bir vesika mahiyeti gösteren Türk  halk şiirinin en eski türlerinden biridir." (Jansky 1977: 57-58)

         Boratav, Türkiye'nin sözlü geleneğinde ezgi ile söylenen, halk şiirlerinin her çeşidini göstermek için en fazla türkü adının kullanıldığını söylemekte, söylendiği bölgelerle konuların durumuna, sözlerin ve ezginin çeşitlenmesine göre türkü karşılığı olarak şarkı, deyiş, deme, hava, ninni, ağıt adlarının da kullanıldığını belirtmekte ve türküyü şu şekilde tanımlamaktadır: "Düzenleyicisi bilinmeyen, halkın sözlü geleneğinde oluşup gelişen, çağdan çağa ve yerden yere içeriğinde olsun, biçiminde olsun değişikliklere (zenginleşmelere, bozulmalara, kırpılmalara) uğrayabilen ve her zaman bir ezgiyle koşulmuş olarak söylenen şiirlerdir." (Boratav, 1982: 150).

        Yukarda birkaçına yer verilen örnekler dışında birçok araştırıcının bu konuda yaptığı onlarca tanım bulunmaktadır. Bütün bu bilgi ve görüşler ışığında türkü için şöyle bir tanım yapılabilir:

        Duyguları, düşünceleri, hayalleri, birey ya da toplum olarak doğumdan ölüme kadar yaşanan, insan ve toplumda iz bırakan bütün olayları dile getiren, sevinçli ya da üzüntülü zamanlardaki heyecanı yansıtan, kaynakları genellikle ozan/âşık, türkü yakıcı ve söyleyicisi kişilerden oluşan, hangi edebiyat şubesine ait ya da hangi biçim ve türde ortaya çıkmış olursa olsun halka mal edilerek anonimleşen, şölende, düğünde, toplantıda ve her türlü icra ortamında dillerden düşürülmeyen, icracısı, icra ortamı ve konusuna göre kendine has bir ezgiyle söylenen manzum ürünlere türkü denir (Yakıcı 2007: 44).

        Türkiye Türklerinin bir kültürel mirası, bir kültür hazinesi olan türkünün, Türkçenin uzak ve yakın lehçeleriyle konuşulduğu büyük coğrafyada yaşayan insanların sosyal ve kültürel hayatında da önemli bir yerinin olduğu bilinmektedir. Türk dünyasının farklı toplulukları tarafından farklı biçimlerde icra edilen türküler, farklı adlandırmalarla Türk dünyası kültür ve edebiyatının önemli ürünlerini oluşturmaktadır.

        Tarih boyunca Altaylardan Atlas ülkelerine, Avrupa ortalarına dalga dalga akan Türk ulusu, her yerleştiği yere kendi öz benliğini türkülerle sıvamıştır. Bir nevi türkü çeşidi olan ır (yır,cır), sagu, koşuk, kojan, tuyug ve benzerleri şamanın kutsallığını, kımızın zevkini dile getiren eski deyişlerdir (Demiray 1973:6549-6550).Türk insanının yaşadığı her coğrafyada mitolojik devirlerden günümüze taşıdığı bu kültür hazineleri, farklı ad ve biçimlerde varlığını sürdürmüş ve günümüzde de Türk kültürünün vazgeçilmez müşterekleri olarak varlıklarını sürdürmektedir.

        Yıldırım, “Kültürel Açıdan Türk Dünyası’nın Durumu ve Geleceği” üzerine düşüncelerine yer verdiği yazısında, tarihte ve günümüzde Türk kültürünün varlığını sürdürdüğü coğrafyanın/Türk dünyasının sınırını şöyle çizmektedir:

        “Türkiye dünya tarihi Ural/Basra körfezi doğrultusundaki çizginin doğusunda ve batısında cereyan eden hadiseler üzerine kuruludur dersek, çok yanılmış olmayız. Özellikle, tarihî ve yeni zamanlar için bu tespit geçerlidir. En azından benim doğru gördüğüm budur.

        Bu eksenin doğusunda yaşayan ulusların tarihinin de, toplumlarının da tıpkı batısında ortaya çıkanlar gibi, geçmişlerinin oluşumunda, biçimlenmelerinde, dil ve kültür birimleri halinde ortaya çıkmalarında bir ulusun değişmez etken olduğu görülür: Türkler.

        Türkler, bu eksenin doğusundaki ülkelerini Türk ili diye belirlemişler. Sınırları, Çin, eski İran gibi, Afganistan ve Hindistan gibi ülkeler ile çevrili bu sahaya, Batılı kaynaklar Turqia "Türk Ülkesi" demişler. Eksenin batısına, demografik yapı, yeni otlak bulma zarureti gibi nedenlerle, ister Karadeniz kuzeyi bozkırlar yoluyla, ister Kafkas güneyi koridorları yoluyla geçip gelen Türkler de, bu yeni alanlar üzerinde yeni yurt kurma işlemlerine girişmişlerdir. Ve batılılar bu yurda da Turqia "Türk ülkesi" demişlerdir. Doğu Avrupa, Macaristan, Uralların batısı, Balkanlar, IV. yüzyıldan XIV. yüzyıla kadar, bu ekseni kuzeyden geçip gelen Türklerin elindedir.” (Yıldırım 1996:67-68)

        Yıldırım ayrıca, bu coğrafyada Türk insanının son dört yüz yıl içinde çok acılar çektiğini, acılarını, ıstıraplarını ağıtlara, türkülere dokuduğunu, söylediğini, birbirinden uzak düşenlerin düşüncelerini, hasretlerini, tarihlerini birbirlerine bu yolla eriştirmeye çalıştığını, kuşlara, dağlara, ovalara destanlar, türküler düzdüğünü belirtmektedir. (Yıldırım 1996:69)

        Bu nedenledir ki eski ve yeni lehçeleriyle Türkçenin konuşulduğu ve Türk insanının yaşadığı coğrafyalarda yaşamış ve yaşamakta olan türkü geleneğini tanıtıcı nitelikte bilgiler vermek, türkünün Türk kültürü ve dünyasındaki yerinin ne kadar önemli olduğunun fark edilmesi ya da bilinmesi bakımından önemlidir. Bu düşünceyle Türkiye dışındaki Türk topluluklarında yaşayan türkü geleneğinin özellikle edebiyata yansıyan örneklerinden hareketle devlet, ülke ya da toplulukları alfabetik olarak sıralanmış ve özellikle de burada türkü karşılığı olarak kullanılan terim, kavram ve kelimelere yer verilmiştir.

        Altay Türklerinde türkü karşılığı olarak kullanılan terimlerin başında kojoñlar gelmektedir. Kojoñ, lirik bir türdür. Lirik kojoñlar, diğer türlere nazaran, daha bir tematik ve şiirseldir. Halk, onlar vasıtasıyla yüreğindekileri, sevgisini, kederini, üzüntülerini ifade eder. “Kojoñçı”lar, sadece kendi yüreklerindeki sevinçleri ve kederleri ifade etmezler, bütün bir halkın duygu ve düşüncelerine, sevinç ve kederlerine de tercüman olurlar. Bunun içindir ki, halkın duygu ve düşüncelerini, yaşayışını öğrenmek için kojoñlara müracaat kaçınılmazdır.

        Kojoñları sıradan kişiler değil, büyük bir şiir yeteneğine sahip olan ve “kojoñçı” adı verilen insanlar meydana getirmiştir. Bu tür kojoñçılar, halk arasında saygın bir konumda olan, adları ve sanları halk arasında geniş bir şekilde yayılan sanatkârlardır. Halk arasında, bu tür büyük kojoñçıların adı etrafında efsaneler meydana gelmiştir (Surazakov, 1975: 78-96) Geçmişin büyük kojoñçıları, bugün de hatırlanmakta, meydana getirdikleri kojoñları hâlâ terennüm edilmektedir.

        Geçmiş dönemin meşhur kojoñçılarının başında Adıbas, Küçük, Amır, Tana, Mañdlay, Kündüzek gibi isimler gelmektedir. Bu kojoñçılar, sadece kojoñ metinlerini değil, bu kojoñların ezgilerini (küylerini) de meydana getirmişlerdir. Altay Türklerinin kojoñları, sadece söz ve şiir sanatı açısından zengin değildir. Onlar, ezgi bakımından da zengindirler. Halk arasında ezgisi olmayan bir kojoñ, “kanatsız bir kuşa” benzetilmiştir (Tuhtenev, 1972). Kojoñlar kendi içinde sınıflandırılmaktadır. Kojoñ geleneği bugün de devam etmektedir. (Yakıcı, 2007: 279-286)

        Azerbaycan’da türkü kelimesinin karşılığı olarak “mahnı” kelimesi kullanılmaktadır. Bu kelime ayrıca Azerbaycan’daki kırık havalardan bir kısmının da adıdır. Mahnı kelimesiyle hemen hemen eş anlamlı bir şekilde kullanılan bir diğer kelime “tesnif”tir. Tesnifler de sözlü gelenekte yaratılmış, belirli makamlarla icra edilen halk şiiri ürünleridirler. Azerbaycan’da karşılıklı söylenen türküler için ise “deyişme” kelimesi kullanılmaktadır (Namazaliyev 1993: IX-X) Halk mahnılarında Anadolu sahasındaki türkü örneklerinde olduğu gibi, şiirin asıl bir gövdesi ve bu gövdeye eklenen kavuştaklar vardır. Gövdenin ve kavuştakların mısra sayıları da değişebilmektedir(Yakıcı, 2007: 287-289).

        Ay Beri Bah, Beri Bah

        Pencereden daş gelir,

        Humar gözden yaş gelir,

        Seni mene verseler,

        Allah’a da hoş gelir.

        Ay veri bah, beri bah,

        Can beri bah, beri bah

        Pencerenin milleri,

        Açılıb gızıl gülleri,

        Oğlanı yoldan eyler,

        Gızın şirin dilleri.

        Ay veri bah, beri bah,

        Can beri bah, beri bah.

        Pencerede guş menem,

        Uç deseler uçmanam,

        Yar mene gaş göz eyler,

        Men heç başa düşmerem.

        Ay veri bah, beri bah,

        Can beri bah, beri bah. (Efendiyev, 1985: 33)

        Başkurt Türklerinin türkü karşılığı olarak sözlü gelenek kültürlerinde yaşattığı başlıca kelimeler yır, takmak, siñlev ve beyittir(Yakıcı, 2007: 295-311).

        Başkurt halk yırları; içerik, yaşayış biçimi ve görevleri/işlevleri bakımından oldukça çeşitlidir. Kendilerine has ezgileri olan yırlarla dört dizeli diğer yırların geniş bir şekilde yayılmış olduğu eskiden beri bilinmektedir. Halk arasında yırların “ozon yır” (uzun yır, türkü) ve “kıska yır” (dörtlük, mani) denilen türleri de vardır. Sosyal-estetik görevleri bakımından ayrılsalar da şiir kuruluşu bakımından takmaklar, yırlara çok yakındırlar. Takmaklarla yırlar arasındaki sınırı belirlemek bile çoğu zaman zordur.

        Dört dizeli yırlar, halk dilince genelde, “törlö yırlar” (türlü yırlar) diye isimlendirilmiştir. Bu adlandırma, aslında, onların yerine getirdikleri görevler ve icra biçimleriyle doğrudan bağlantılıdır. Başkurt halk yırlarının büyük bir kısmı, 9-10 hece ölçüsüyle kurulmaktadır. Buna göre, bunların her birisi türlü ezgilerle yırlanmaktadır. Dört dizeli yırlar da, her türlü ezgide yırlanabilmektedirler. Bu tür yırlara” törlö yırlar” denilmesinin sebebi de onların her türlü ezgide yırlanabilmeleridir (Galin, 1977: 8).

        Çuvaş halk şiiri geleneğinde türkülere, “yır” ya da “cır” kelimesiyle aynı kökten gelen “yurĭ”denilmektedir. Bunun yanı sıra, Tatar ve Başkurt Türklerinin halk şiiri geleneklerindeki gibi, “takmak” ve “peyit” terimleri de türküleri adlandırmak için kullanılmaktadır. Tıpkı, Türkiye sahasının “türkü”sü gibi, Çuvaş sahasının “yurĭ”si deanlam bakımından çok geniştir.  Terim, her türlü ezgili maznumeyi kapsamaktadır. “Yurĭ”ler konuları ve söyleniş yerlerine göre çeşitlenmekte ve buna göre de adlandırılmaktadırlar. İsimlendirmede de, “sĭpka yurrisem” (beşik türküleri-ninniler) örneğinde olduğu gibi, “yurĭ” kelimesiyle oluşturulmuş tamlamalar kullanılmaktadır. “Munkun”, “Şıvarni” ve “Surhuri” gibi geleneksel ve dinî bayramlarda söylenen ezgili metinler de “yurĭsem” başlığı altında toplanmaktadır (Yakıcı, 2007: 312-325).

        Gagauzlar’da türkü söyleme geleneği Türkiye Türklerinin türkü geleneğine benzer bir seyir takip etmektedir. Bu coğrafyada yaşayan Türkler de “türkü” ve “hava” terimlerini kullanmaktadırlar (Yakıcı, 2007: 326-327).

        Hakas Türklerinin sözlü edebiyatında geniş bir yer işgal eden halk türküleri için “ır/sarın” ve “tahpah” terimleri kullanılmaktadır. “Tahpah” terimi, günümüz Türk lehçelerinde de “takmak” biçiminde “kalabalık karşısında ezbere söylenen şiir” anlamının yanında, destan dışındaki şiir ve şarkıların tümünü karşılar bir şekilde kullanılmakta ve tıpkı “koşıg” gibi, dörtlüklerden oluşan şiirleri ifade etmektedir (Ergun, 1997: 229). Hakas Türkleri arasında “tahpah”,  diğer Türk lehçelerindeki “koşık”ın anlamını da içine alacak bir şekilde kullanılmaktadır. Ergun, “takmak”ın de tıpkı “koşıg” gibi, günümüzde “mani”yi andıran şiirleri de içine alabilecek bir biçimde dörtlüklerden kurulu bütün şiirler için kullanıldığını belirtmektedir (Ergun, 1997: 230).

        Hakas Türklerinin “tahpah”larında, çok çeşitli kafiyeleniş biçimlerine rastlanmaktadır: Dize bazı kafiyeli, dört dizenin de kendi aralarında kafiyelendiği, ilk iki dizenin kendi aralarında kafiyelendiği, sarmal kafiyenin yer aldığı “tahpah” örneklerine rastlamak mümkündür. “Tahpah”ları oluşturan dizelerin hece sayıları da farklılık arz etmektedir. “Tahpah”lar daha çok 7-12 heceli dizelerden oluşmaktadır. “Tahpah”lar, genelde, Türkiye sahasının manileri gibi, tek dörtlükten meydana gelmektedir. Fakat üç ya da dört dörtlükten oluşan örneklere de rastlanmaktadır (Maynogaşeva-Kızlasova, 1990: 7-9)

        “Tahpah”larda, Türkiye sahası türkü ve manilerinde olduğu gibi, hayatın hemen her aşamsıyla ilgili konulara yer verilmektedir. Bu konuların başında yurt, doğa, iş, üretim; yoksulluk, zenginlik; hayat, gençlik; genç kız, genç erkek; eğlence, misafirlik, ikram; evlenme, aile hayatı, aşk, kardeşlik ve mizah gelmektedir (Yakıcı, 2007: 328-330).

        Irak Türklerinde türkü karşılığı olarak “ beste, şarkı, neşide, hoyrat” kelimeleri kullanılmaktadır. Bestelerin konuları arasında aşk, gurbet, ölüm, tabiat vb. temaları görmek mümkündür. Ayrıca Irak Türkmenlerinde oyunlarda ve törenlerde söylenen türkülerin yanı sıra esnaflarla ve mesleklerle ilgili türküler de bulunmaktadır. Bölgede olay veya kahramanlık türkülerine “şarkı” veya “neşide” adı verilmektedir. Kerkük türkülerinde kullanılan şekil özelliklerine baktığımızda yaygın olarak kullanılan nazım şekli manidir. Yedili mani mısralarından başka sekizli, on birli, on ikili veya on dörtlü türkülere de rastlamak mümkündür.

        Kerkük Türklerinin şiir geleneğinde mani tarzında türküler de önemli bir yere sahiptir. Hoyrat adı verilen çeşitli dörtlükler bir araya getirilerek türküler oluşturulmuştur. Şekil olarak mani şeklinde kurulan bu şiirler “muçila, kesük, yetimi, muhalif, bayat, yolcu” gibi çeşitli makamlarla söylenmektedirler (Yakıcı, 2007: 331-339).  

        Dumanlı Dağlar

        Kerkük’ün etrafı dumanlı dağlar,

        İçerim yanırı (anam) gözlerim ağlar,

        Ayrılıg ateşi cigerim dağlar,

        Gezme bu dağlarda ceyran seni avlarlar,

        Neneden, babadan, yardan ayrı goyarlar.

        Ceyran senin kimi cigerim yara,

        Cahanda bulmadım (anam) derdime çara,

        Bir kimsem de yohdu söylesin yara,

        Gezme bu dağlarda ceyran seni avlarlar,

        Neneden, babadan, yardan ayrı goyarlar.

        Mezarım daşına yazsınlar adım,

        Dağlar daşlar dinler (anam) menim feryadım,

        Kimler olacahdı menim imdadım,

        Gezme bu dağlarda ceyran seni avlarlar,

        Neneden, babadan, yardan ayrı goyarlar. (Paşayev 1990: 272)

        Zülf Uzun Üze Deyer

        Zülf uzun üze deyer,

        Eyilse dize deyer,

        Zülfün Ecem ipeyi,

        Telin Tebriz’e deyer. (Paşayev 1990: 273)

        Karaçay Türklerinde türkü karşılığı olarak “cır” terimi kullanılmaktadır. Karaçay cırcıları onlarca konu ve türde cırlamaktadır (Yakıcı, 2007: 340-343).

        Karakalpak Türklerinde halk şiiri karşılığı olarak “kosık” kelimesi kullanılmaktadır. Türk halk şiirinde geniş bir alanda kullanılan ve koş- fiil kökünden türediği zannedilen “koşma” kelimesiyle benzer bir yapıya sahip “kosık” teriminin kapsamına çeşitli konulardaki şiirler girmektedir. Karakalpak folklorunda halk kosıklarının geniş bir kullanım alanı vardır (Yakıcı, 2007: 346-354).

        Karakalpak insanının doğumundan ölümüne hayatının hemen her safhasında halk kosıkları kullanılmaktadır. Halk kosıkları halk içinde yaratılan, halkın yaşam tarzını, gelenek ve göreneklerini yansıtan bir halk edebiyatı türüdür. Karakalpak halk kosıklarının büyük bir çoğunluğu öncelikle sözlü gelenekte yaratılmışlar ve kullanılmışlardır, ancak yazılı edebiyatta yaratıcısı belli olan bazı kosıklar da zamanla halk içinde kullanılarak halk kosığı haline gelmiştir. Mesela “Bozatav”, “Aksüñgil” ve “Aycamal” kosıkları buna örnek teşkil etmektedir. Halk kosıkları, sevgi, tarihi olaylar, nasihat, iş, ölüm vb. konularda söylenmektedir. Kosıklar, diğer halk edebiyatı türlerinden muhteva ve şekil özelliklerinin yanı sıra ezgileriyle ayrılmaktadır. Hatta halk kosıkları kendi içindeki türlerde de ezgi farkı vardır. Sevgi kolunu bir halk kosığı ile çocukların söylediği kosık arasında ezgi yönünden bir ayrım söz konusudur (Maksetov, 1992: 75-76).

        Kazak Türklerinin halk şiirinde genel anlamda “cır” (türkü) başlığı altında toplayabileceğimiz türlerin başında “añ”, “aytıs”, “betasar”, car car”, “coktav”, “estirtüv-köñil aytuv (cubatuv)”, “koştasuv”, “körisüv”, “navrız öleñleri”, “ötirik öleñ”, “sıñsuv”, “tarihi cır”, “tolgav” ve “toy bastar” gelmektedir (Adambayev, 1960: 143-178). Bu türlerden kimileri akınların atışmaları sırasında söyledikleri ezgili şiirlerden oluşurken, kimileri de düğün merasimlerinde söylenen ezgili şiirlerle cenaze törenleri sırasında söylenen ağıt mahiyetindeki ezgili şiirlerden oluşmaktadır (Yakıcı 2007: 355-373).

        Kazan Türkleri/Tatarların sözlü edebiyat ve müzik geleneğinde türkü karşılığı olarak görülen türler arasında “kıska cır, tarihi ve lirik cırlar, takmak, beyit, yola ve uyın yırları görülmektedir(Yakıcı, 2007: 393-420).

        Kazan Tatarlarının halk şiiri ürünlerinden, özellikle de ezgili manzumelerinden söz etmek gerektiğinde öncelikli olarak “kıska cır(dörtlük)lar, “takmak”, “beyit” “yola ve uyın yırları”, “tarihi ve lirik cırlar” gibi kavramlarla karşılaşılmaktadır.

        Kazan Tatarlarında halk şiiri türü olan türkü, “cır” ve “yır” kavramlarıyla ifade edilmektedir. Bunun yanı sıra, klasik edebiyatla sözlü edebiyat geleneklerinin birleşmesinden meydana gelen “beyit”lerden ve “kıska cırlar” grubuna dahil edilmekle birlikte daha çok halk dansları sırasında söylenen ezgili “takmak”lardan da söz etmek gerekmektedir.

        Kazan Tatarlarının halk şiirinin türkü karşılığı türleri incelendiğinde, Türkiye sahası “mani”leriyle benzerlikler gösteren “kıska cır” örneğine daha çok rastlanmaktadır (Nadirov, 1976: 7-33).

        Kıbrıs Türklerinin “türkü” dağarcığında bugün Türkiye türkü repertuvarlarına da girmiş onlarca türkü bulunmaktadır (Yakıcı, 2007: 374-375).

        Kırgızlarda türkü karşılığı olarak genellikle ır, lirika ve ağıt karşılığı da “koşok” terimleri kullanılmaktadır (Yakıcı, 2007: 376-379).

        Kırım Türklerinin zengin bir türkü repertuvarı bulunmaktadır. Bunda, tarihi bir Türk yurdu  ve zengin bir kültür merkezi olan Kırım’ın Köroğlu’dan Karacaoğlan’a, Âşık Ömer’den Âşık Garip’e birçok ünlü ozana ev sahipliği yapmış olmasının önemli rolü bulunmaktadır (Yakıcı, 2007: 380-381).

        Kumuk Türkleri de türkü karşılığı olarak sözlü gelenekte genellikle “yır, sarın, yas, veyah, şahalay” gibi terimlere yer vermektedir( Yakıcı, 2007: 382-385).

        Nogay Türklerinde türkü karşılığı olarak yır, bozlav (bozlak) ve zâr(ağıt) terimlerinin kullanıldığı görülmektedir (Yakıcı, 2007: 386).

        Özbek Türkleri, türkü karşılığı olarak “koşik” kelimesini kullanmaktadırlar. Özbek Türklerinde koşikler, gündelik hayatın çeşitli merhalelerindeki işlerle, aşk ve sevgiyle alakalı pek çok konuda söylenen şiirlerdir. Bir diğer ifade ile Özbek halkının hemen her konuda, toylarda ve çeşitli törenlerde ezgiyle söylediği şiirlerdir. Koşikler, genel olarak dörtlük şeklinde ve hece ölçüsüyle söylenmelerine rağmen aruz ölçüsüyle oluşturulmuş örnekleri de vardır (İmamov 1990: 142). Özbek koşikleri konu, ezgi ve yapılarına göre kendi içinde çeşitlilik göstermekte ve farklı biçimde sınıflandırılmaktadır (Yakıcı, 2007: 387-392).

        Tıva Türklerinin sözlü geleneğindetürkü karşılığı olarak kullanılan halk kültürü ürünleri ır, kojamık ve kojandır.

        Tıva Türklerinin sözlü geleneğinde halk şiiri ürünlerine ır ve kojamık/kojañ adı verilmektedir. Tıvalı araştırıcı S. B. Pürbü, halk yırı denilince akla belli bir ezgi ile yırlanan manzumelerin gelmesi gerektiğini, “kojamık”ın bir yandan şiirle diğer yandan da müzikle ilgili olduğunu ifade etmektedir (Pürbü, 1976: 84). Tıva sözlü şiir geleneği, kendi içerisinde “ırlar” ve “kojañlar” olarak iki gruba ayrılmaktadır. “Ir”dan anlaşılması gereken, ezgili ve yurt-vatan, ekonomi, yaşayış, aşk-sevgi konulu lirik ve manzum sözlerdir. Pürbü, “kojañ”ı, hızlı bir tempo ile söylenen, aşk-sevgi, sıkıntı-keder konulu lirik ve mizahî manzum sözler olarak tanımlamaktadır (Pürbü, 1976: 84). “Kojañ” ile “kojamık” terimlerinin birbiriyle karıştırıldığına, “kojañ”ın Rusların “çastuska”sına benzer bir şiir biçimi, “kojamık”ın ise “ır” ezgilerinden birisinin adı olduğuna dikkat çekmektedir (Pürbü, 1976: 84).

        Tıva halk ırları ya tek dörtlükten ya da ardı ardına gelen iki dörtlükten oluşmaktadır. Bundan dolayı “ır”ın birbiri ardına gelen kıtalarına “kojamık” denilir. Halk ırlarını bu şekilde besteleme tarzına “sentaktik paralelizm” adı verilmektedir. Bundan dolayı “kojamık”, “ır”ın besteleniş tarzı, “kojañ” ise ırın türüdür. Bir başka ifadeyle, “kojamık” ırın ezgisi, “kojañ” ise ırın türüdür.

        Halk ırlarının işlediği konuların başında yurt-vatan sevgisi gelmektedir. Tıva Türkleri, yaşayışlarını yurt-vatanla ilişkilendirip onu kutsayarak sürdürmüşlerdir. Kendi yaşayışlarını, doğrudan ona bağlamışlardır(Yakıcı, 2007: 279-286).

        Türkmenistan’da türkü karşılığı olarak “aydım, öleñ (üleñ, hay öleñ), leyeran, yar-yar” gibi terimler kullanılmaktadır. Bu türle bağlantılı olarak özellikle Türkmenistan’ın kuzey bölgesinde türkü söyleme geleneğine “talhın aytmak” denilmektedir. Bu talhınlar, dörtlük şeklinde genellikle kadınlar tarafından türlü konularda hem tek hem de karşılıklı söylenmektedirler (Yakıcı, 2007: 425-427).  

        Talhınların kafiye şemaları “aaba”, “aabb”, “aaab” gibi çeşitli şekillerde olabilir. Türkmenistan’da toylarda söylenen “öleñ”, “üleñ”, “hay öleñ”, “leyeran”, “yar-yar” gibi şiirler de türkü bahsi içinde değerlendirilebilecek örneklerdendir. Toy aydımları da denilen bu türün örnekleri, düğünlerde gelin kızların evden çıkışları ve yeni evine gidişi süresince geçen bölümde söylenen halk şiirleridir. Düğün törenlerinde gelin almaya gelen gurup ile gelinin yakınları arasındaki karşılıklı söyleşmelerde bu toy aydımları kullanılmaktadır. Gelin almaya gelen damadın yakınlarının toy aydımlarıyla kız tarafını kızdırmaya, ev sahiplerinin de onların işlerini zorlaştırmaya çalıştıkları görülmektedir. Toy aydımları, mani tarzında olabildiği gibi bent ve kavuştak esasına dayalı bir şekle de sahiptirler (Seyitmıradov-Halmuhammedov, 1976: 38-43). Türkmen aydımları, günlük hayatın uğraşlarıyla, aşk, sevgi, ayrılık gibi insan hayatının hemen bütün alanlarında rastlanabilecek konularda söylenmektedirler.

        Köllerdeki gamış bolsam,

        Bazardakı iymiş bolsam,

        Zergerdeki kümüş bolsam,

        Gulagına daksın maral.

        Men aşıgıñ çenti bolsam,

        Köneürgenciñ kenti bolsam,

        Yılanlınıñ gantı bolsam,

        Katırdadıp iysin maral. (Seyitmıradov-Halmuhammedov, 1976: 40)

                    Uygur/Doğu Türkistan Türklerinin sözlü gelenek kültüründe türkü karşılığı olarak “koşak, nahşa, koça nahşisi” vb. terim ve kelimelere yer verildiği görülmektedir (Yakıcı, 2007: 428-431).

        Yukarda verilen bilgi ve belgeler ışığında Türkiye ve Türk dünyasında türkü söyleme geleneğinin ve bu çerçevede oluşturulan metinlerin genel görünümüne bakıldığında; “türkü” teriminin yakın doğu ve uzak batı Türkleri başta olmak üzere Asya, Avrupa, Afrika, Amerika vd. coğrafyalarda yaşayan birçok insan tarafından bilindiği ve kullanıldığı görülmektedir.

        “Türkü” terimi dışında Türkçenin ana dil olarak kullanıldığı coğrafyalarda tarihi süreç içinde kullanılmış ve kullanılmakta olan terim ve kelimeler alfabetik olarak şöyle sıralanabilir: an, aydım, aytıs, betasar, beyit, bozlav/bozlak, cır, demeçevirme, deyişme, hava, hoyrat, ır, koça nahşa, kojon/kojan, koşak/koşik/koşok/koşuk, leyeran, lirika, mahnı, mani, mugam, nahşa, nağme, neşide, peyit, sarın, şahalay, şarkı, tahpah, takmak, tesnif, ülen, veyah, yaryar, yas, yır, yuri vd.

        Ir/yır/cır terimi ya da koşuk/koşak/koşik terimleri veya kojon, takmak vb. diğer terim ve kelimeler Türkçenin çok eski tarihlerden bu güne kullanmış ve hâlâ da kullanmakta olduğu türkü geleneği ürünlerinin karşılığı olan kavramlardır. Fakat “türkü” terimi 15. yüzyıl öncesinden itibaren kapsamlı olarak Türk kültüründe yer almakla birlikte içinde taşıdığı “Türk” mühründen dolayı farklı bir değer ifade etmektedir. Bunun içindir ki,  “türkü” kavramının/kelimesinin Türklerin, Türkçenin ya da Türk kültürünün yaşadığı bütün coğrafyalarda ezgili bütün söyleyişleri şemsiyesi altında toplayan bir terim olarak kabul görmesi ve kullanılması ortak dil kullanımı ve sözlü gelenek kültüründeki müştereklerin belirginleşmesi bakımından önemlidir. Bu nedenle bizim önerimiz de “türkü” teriminin bu alanda kullanılacak ana sözcük olması yönündedir.

Ali  Yakıcı

       Kaynaklar:

        Adambayev, B.,(1960),  “Şeşendik Sözder”, Kazak Adebiyetiniñ Tariyhı, Birinşi Tom, Birinşi Kitap, Almatı.

        Alî Şîr Nevâyî, (1993),  Mîzânu’l-Evzân (Vezinlerin Terazisi), Haz. Kemal Eraslan, Ankara.

        Arat, Reşid Rahmeti, (1986), Eski Türk Şiiri, Ankara.

        Atalay, Besim, (1992), Divanü Lügati’t-Türk, İstanbul.

        Aytaç, Pakize, (2003), “Türküler”, Türk Dünyası Ortak Edebiyatı/Türk Dünyası Edebiyat Tarihi, C.3, Ankara.

        Bekki, Salahaddin, (2004), Baş Yastıkta Göz Yolda/Sivas Türküleri, İstanbul.

        Çetindağ, Güldağ,( 2005), Elazığ Türküleri, Fırat Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Elazığ.

        Demiray, Mehmet Güner, (1973), “Gemerek Türküleri”, Türk Folklor Araştırmaları, 283, Şubat 1973.

        Dizdaroğlu, Hikmet, (1968), “Halk Şiirinde Türler”, Türk Dili Türk Halk Edebiyatı Özel Sayısı,207, Aralık.

        Efendiyev, P. Ş., (1985), Halgın Söz Hezinesi,  Bakı.

        Elçin, Şükrü;, (1986), Halk Edebiyatına Giriş, Ankara.

        Elçin, Şükrü;, (1987), Âşık Ömer , Ankara.

        Ergun, Metin, (1997), “Koşuk ve Takmak Terimleri Üzerine”, V. Milletlerarası Türk Halk Kültürü Kongresi Halk Edebiyatı Seksiyon Bildirileri-I, Ankara s. 225-230.

        Ergun, Metin, (2002), Kopuz Sarını, Kazak Aşık Tarzı Şiir Geleneği, Akın ve Cıravlar, Ankara.

        Galin, Salavat, (1977), “Yır, Takmak, Siñlev”, Başkort Halık İcadı-Yırzar, Öfö.

        Gemuhluoğlu, Fethi,  (1987), “Türkülerle Merhaba”, Türk Yurdu, C.8, Ekim 1987.

        Jansky, Herbert; "Türk Halk Şiiri" ,Çev. Abdurrahman Güzel, Dünya Edebiyatından Seçmeler, 4.

        Karşılaştırmalı Türk Lehçeleri Sözlüğü, Ankara 1991.

        Köprülü, M.Fuad, (2004), Saz Şairleri, Ankara.

        Kunos, Ignacz, (1994), Türk Halk Edebiyatı, (Yay. Haz. Tuncer Gülensoy), Kayseri.

        Kunos, Ignacz, (1998), Türk Halk Türküleri, (Yay. Haz. Ali Osman Öztürk), Ankara.

        Maksetov, Kabıl, (1992), Karakalpak Halkınıñ Körkem Avızeki Döretpeleri, Bilim, Nökis.

        Maynogaşeva, V.E.- Kızlasova, A.G., (1990), Hakas Literaturazı, Ağban.

        Nadirov, İlbaris, (1976),  “Tatar Halkınıñ Kıska Cırları”, Tatar Halık İcatı-Kıska Cırlar, Kazan.

        Namazeliyev, Gafar, (1993), Azerbaycan Halk Türküleri (Mahnı ve Tesnifler), Ankara.

        Paşayev, Gezenfer, (1990), Kerkük Folkloru Antologiyası, Bakı.

        Pürbü, S. B., (1976), “Irlar”, Tıva Ulustuñ Aas Çogaalı, Kızıl.

        Seyitmıradov, K. - Halmuhammedov, Ş., (1976), Türkmen Folklorı Hazirki Zamanda, Aşgabat.

        Surazakov, S., (1975), Altay Folklor, Gorno-Altayask.

        Tanpınar, A.Hamdi;(1972), Huzur, İstanbul.

        Tuhtenev, T. S., (1972), Altay Albatınıñ Kojoñdoru, Gorno-Altaysk.

        Yakıcı, Ali; (2007), Halk Şiirinde Türkü/Tanım-Tasnif-İnceleme-Metin, Ankara.

        Yıldırım, Dursun, (1998), Türk Bitiği, Ankara.

        *Doç. Dr. Gazi Üniversitesi. yakici@gazi.edu.tr

 Kaynak : turkyurdu.com

#TürkülerleGömünBeni


Canan Başkaya : Türkülerle Gömün Beni

#TürkülerleGömünBeni

*

Bir gün mutlak öleceğim

Türkülerle gömün beni

Size veda edeceğim

Türkülerle gömün beni

*

Sazımı asın duvara

Yalnız kalsın bahtı kara

Vasiyetim tüm dostlara

Türkülerle gömün beni

*

Muradımı almamışım

Hep ağlayıp gülmemişim

Ağlamasın dostum eşim

Türkülerle gömün beni

*

Derdi yoklar diye diye

Niye doğdum bilmem niye

Götürün doğduğum köye

Türkülerle gömün beni

*

Söz ve Müzik : #DerdiyokAli

*

#CananBaşkaya 

#NilgünKızılcı

#BarborosÇelikoğlu (Şiir) 

#TürkülerAğlar


#CanDostum


Ferhat Tunç : Can Dostum

 #CanDostum

*

Dün gece düşümde can dostu gördüm

Ulu bir çınardan dal verdi bana

Uzandım yüzüne yüzümü sürdüm

Ben zehir istedim bal verdi bana

*

Dağ yanarsa yağmur çiser mi dedim

Ten yanarsa rüzgar eser mi dedim

Can yağarsa canan küser mi dedim

Çağırdı yanına el verdi bana

Can dostum dostum kül verdi bana

*

Ben aşkı sırtıma vurdum da geldim

Hasretin acısını çöl verdi bana

Can dostu görünce eridim bittim

Yüreğime ateş kül verdi bana

Can dostum dostum kül verdi bana

*

Aşk olmazsa kalem yazar mı dedim

Dost olmazsa gönül tozar mı dedim

Hayaloğlu sana kızar mı dedim

Yanağımdan öptü gül verdi bana

Can dostum dostum gül verdi bana

*

Söz     : #Yusuf Hayaloğlu

Müzik : #Ferhat Tunç

7 Ağustos 2022 Pazar

#Günaydın

 

🙋‍♂️🎶🎶🎶🌺🌹🌷🌹💐
Bütün arkadaşlarımıza;
Türkü tadında, sağlıklı, huzurlu, mutlu, sevgi, dostluk, barış, kardeşlik ve umut dolu, korkunun, baskının, zulmün ve faşizmin olmadığı, dinbazların din sömürüsü yapmadığı, musmutlu, güpgüzel bir pazar günü ve mutlu hafta sonu dileğim ile günaydınlar olsun!..
Türküler ile dostca, sağlıcakla, sevgi ile ve 🇹🇷 #Atatürk 🇹🇷 ile kalın!..
🌺🌹🌷🌹💐🎶🎶🎶🙋‍♂️