#AşıkVeysel
#AşıkVeyselŞatıroğlu
Aramızdan ayrılışının 45.yılında,
Saygı, sevgi,özlem ve rahmet ile anıyoruz...
Toprağı bol, ruhu şad, mekanı cennet olsun...
Aşık Veysel'in Biyografisi
Veysel Şatıroğlu,
1894’te Sivas’ın Şarkışla ilçesine bağlı Sivrialan köyünde dünyaya geldi.
Veysel’in dünyaya geliş öyküsü, Anadolu köylerinde hemen birçok çocuğun
yaşadığı olağan bir doğum biçimidir. Ama, bugün özellikle dışarıdan bakanlar
için ilginçtir, olağandışıdır.
Anlatmak gerekirse, annesi Gülizar Ana, Sivrialan dolaylarındaki Ayıpınar merasında
koyun sağmaya giderken sancısı tutmuş, oracıkta dünyaya getirmiş Veysel’i.
Göbeğini de kendisi kesmiş, bir çaputa sarıp yürüye yürüye köye dönmüştür.
Veysellere yörede “Şatıroğulları” derler. Babası “Karaca” lakaplı, Ahmet adında
bir çiftçidir. Veysel’in dünyaya geldiği sıralar, çiçek hastalığı Sivas
yöresini kasıp kavurmaktadır. Veysel’den önce, iki kız kardeşi çiçek yüzünden
yaşamlarını yitirmiştir.
Yedi yaşına girdiği 1901’de Sivas’ta çiçek salgını yeniden yaygınlaşır; o da
yakalanır bu hastalığa. O günleri şöyle anlatıyor: “Çiçeğe yatmadan evvel anam
güzel bir entari dikmişti. Onu giyerek beni çok seven Muhsine kadına göstermeye
gitmiştim. Beni sevdi. O gün çamurlu bir gündü, eve dönerken ayağım kayarak
düştüm. Bir daha kalkamadım. Çiçeğe yakalanmıştım... Çiçek zorlu geldi. Sol
gözüme çiçek beyi çıktı. Sağ gözüme de, solun zorundan olacak, perde indi. O
gün bu gündür dünya başıma zindan.”
Bu düşmeden sonra Veysel’in belleğine bir de renk işler: Kırmızı. Düşerken
büyük bir olasılıkla elinde sıyrık oluyor, kanıyor. Bunu Gülizar Ana şöyle
anlatıyor: “Bilinmez değilsin, renklerden yalnız kırmızıyı hatırladı. Gözleri
gönlüne çevrilmeden önce, yani çiçek hastalığına yakalanmadan önce düşmüştü.
Kan görmüştü. Kanın rengini hatırlardı yalnız. Kırmızıyı... Yeşili de elleriyle
bulur ve severdi.”
Sağ gözünün görme şansı varmış, ışığı seçebiliyormuş bu gözüyle o sıralar.
Yalnız yakınlardaki Akdağmağdeni’nde doktor varmış. Babasına “Çocuğu
Akdağmadeni’ne götür, orada gözünü açacak bir doktor var” demişler. Sevinmiş
babası.
Ne var ki, olumsuzluklar yakasını bırakmamış Veysel’in. “Bir gün inek sağarken
babası yanına gelmiş. Veysel ansızın dönüverince; babasının elinde bulunan bir
değneğin ucu öteki gözüne girivermiş. O göz de akıp gitmiş böylece.”
Ali adında bir ağabeyisi ve Elif adında bir kızkardeşi varmış Veysel’in. Tüm
aile çok üzülmüş, günlerce gözyaşı dökmüş bu hale. Bundan böyle bacısı elinden
tutarak gezdirmeye, dolaştırmaya başlar Veysel’i. Gittikçe içine kapanmaktadır
Veysel. Emlek yöresi olarak adlandırılan Sivas’ın bu âşığı/ozanı bol diyarında,
Veysel’in babası da şiire meraklı, tekkeyle içli-dışlı biriymiş. Veysel’in
dertlerini birazcık da olsa unutacağı bir uğraş olsun diye bir saz verir eline.
Halk ozanlarından da şiirler okuyup, ezberleterek avutmağa çalışırmış oğlunu.
Ayrıca yöre ozanları da zaman zaman babası Şatıroğlu Ahmet’in evine uğrar,
çalıp söylermiş. Merakla dinlermiş bunları Veysel. Komşuları Molla Hüseyin de
sazını düzenler, kırılan tellerini takarmış.
İlk saz derslerini babasının arkadaşı olan Divriği’nin köylerinden Çamışıhlı
Ali Ağa’dan (Âşık Alâ) almış. Kendini de iyice saza vermiş; usta malı
şiirlerden çalıp söylemeye başlamış. Karanlık dünyasını aydınlatan ozanlar
dünyasıyla Çamışıhlı Ali tanıştırıyor daha çok Veysel’i. Pir Sultan Abdal,
Karaoğlan, Dertli, Rühsati gibi usta ozanların dünyalarıyla tanışıyor böylece.
“Âşık Veysel’in
hayatında ikinci mühim değişiklik seferberlikte başlamıştır. Kardeşi Ali de
cepheye gitmiş, küçük Veysel kırık telli sazıyla yalnız kalmıştır. Harp patladıktan
sonra Veysel’in bütün arkadaşları, emsalleri cepheye koşuyorlar. Veysel bundan
da mahrum...
Böylece münzevi olan ruhunda ikinci bir inziva da açılmıştır. Arkadaşsızlık
acısı, sefalet, onu çok bedbin, umutsuz ve mahzun ediyor. Artık küçük bahçesindeki
armut ağacının altında yatıp kalkmakta, geceleri ağaçların ta tepelerine
çıkarak içindeki derdini göklere ve karanlıklara bırakmaktadır.”
O günlerini Aşık Veysel şöyle anlatır Enver Gökçe’ye;
“Eve girerim, yüzüm asık: anam babam halimi bilmez. Ben onlara derdimi,
dokunmasın diye, açamam. Onlar benim kafa tuttuğumu zannederler, bense derdimi
dökmekten çekinirim, öyle ki, sazdan bile farır gibi oldum.”
Bunda biraz Anadolu’da “erkek oğlan” olgusunun etkisi varsa, daha çok Veysel’in
vatanseverliğinin, vatana olan borcunu ödeme duygusunun ağırlığı vardır. Sonradan
şöyle dizeleştirir bunu:
“Ne yazık ki bana olmadı kısmet
Düşmanı denize dökerken millet
Felek kırdı kolumu, vermedi nöbet
Kılıç vurmak için düşman başına.
Bugünler müyesser olsaydı bana
Minnet etmez idim bir kaşık kana
Mukadder harici gelmez meydana
Neler geldi bu Veysel’in başına.”
Minnet etmez idim bir kaşık kana
Mukadder harici gelmez meydana
Neler geldi bu Veysel’in başına.”
Veysel’in annesi ve babası seferberlik sonlarına doğru “belki biz ölürüz ve
kardeşi Veysel’e bakamaz” düşüncesiyle Veysel’i Esma adında, akrabalarından bir
kızla evlendiriyorlar. Esma’dan bir kız, bir oğlu oluyor Veysel’in. Oğlan
çocuğu daha on günlükken annesinin memesi ağzında kalarak ölüyor... Veysel’in
acıları bununla da bitmiyor; aksilikler, talihsizlikler üst üste gelmeye
başlıyor.1921’in 24 Şubat’ında annesi, onsekiz ay sonra da babası ölüyor. Bu
arada bağ, bostan işleriyle uğraşıyor. Köye de bir çok âşık gelip gitmekte,
Karacaoğlan’dan, Emrah’tan, Âşık Sıtkı, Âşık Veli gibi saz şairlerinden çalıp
söylemektedirler. Köy odalarındaki bu âşık fasıllarından Veysel'de geri
kalmamaktadır.
Ağabeyi Ali’nin bir kız çocuğu daha olunca çocuklara ve işlere bakması için bir
azap (hizmetkar) tutuyorlar. Bu hizmetkar ileride Veysel’in bağrında açılacak
başka yaranın sebebi olacaktır. Bir gün Veysel hasta yatarken, kardeşi Ali'de
keven toplamakta iken, Veysel’in ilk eşi olan Esma’yı kandırarak kaçırıyor bu
yanaşma. Veysel’in acılı yaşamına bir acı daha ekleniyor böylece.
Karısı bir başına bırakıp gittiğinde Veysel’in kucağında henüz altı aylık kızı
varmış. İki yıl kucağında gezdirmiş Veysel onu, ne çare o da yaşamamış.
Bir şiirinde dile getirdiği gibi:
“Talih çile kadar sözü bir etmiş,
Her nereye gitsem
gezer peşimde.”
Bin katmerli acılar silsilesi kısacası.
“O artık alemden, bu diyardan uzaklaşmak, göçmek isteyen bir ruh haleti
içindedir.1928’de en iyi arkadaşı olan İbrahim ile Adana’ya gitmeye karar
veriyorlar. Fakat Sivas’ın Karaçayır köyünde Deli Süleyman isminde birisi âşığı
bu ilk seyahatinden vazgeçiriyor. Veysel’i dinleyelim:
“Bu adam, saz çalarım dinler, söze başlarım keser. Gideyim derim, ‘ah kivra,
çoluk çocuk ağlaşıyor, gel gitme’ diye elime ayağıma düşer. Nihayet
dayanamadım, gitmiyorum vesselam diye bu seyahatten vazgeçtim.”
Veysel’in köyünden ilk ayrılışı şöyledir: Zara’nın Barzan Baleni köyünden Kasım
adında birisi Veysel’i köyüne götürerek iki üç ay beraber yaşıyorlar. Kendisini
Adana’ya göndermeyen Deli Süleyman, Sivas’lı Kalaycı Hüseyin, Veysel’e yol
arkadaşlığı ediyorlar. Dönüşte Veysel, Hafik’in Yalıncak köyüne ve Zara’nın
Girit köyüne uğrayarak 9 liraya güzel bir saz alıyor; Sivas’tan Sivrialan’a
dönerlerken arkadaşları bir “üç kağıtçı” grubuna yakalanarak bütün paralarını
kaybediyorlar. Arkadaşları Veysel’in 9 lirasını da alarak kumara veriyorlar.
Veysel bu hadiseden bir müddet sonra Hafik’in Karayaprak köyünden Gülizar adlı
bir kadınla evleniyor.”
1931 yılında Sivas Lisesi edebiyat öğretmeni olan Ahmet Kutsi Tecer ve
arkadaşları “Halk Şairlerini Koruma Derneği”ni kuruyorlar. Ve 5 Aralık 1931
tarihinde de üç gün süren Halk Şairleri Bayramı’nı düzenliyorlar. Böylece
Veysel’in yaşamında önemli bir dönüm noktası işlemeye başlıyor. Denebilir ki,
Veysel için A.Kutsi Tecer’le tanışması hayatında yeni bir başlangıcı
işaretliyor.
1933’e kadar usta ozanlarından şiirlerinden çalıp söylüyor. Cumhuriyet’in
onuncu yıldönümünde A. Kutsi Tecer’in direktifleriyle bütün halk ozanları
cumhuriyet ve Gazi Mustafa Kemal üzerine şiirler düzmüşler. Bunlar arasında
Veysel de var. Veysel’in günışığına çıkan ilk şiiri böylece “Atatürk’tür
Türkiye’nin ihyası”... dizesiyle başlayan şiir oluyor. Bu şiirin gün yüzüne
çıkışı, Veysel’in de köyünden dışarıya çıkması oluyor.
O zaman Sivrialan’ın bağlı olduğu Ağacakışla nahiyesi müdürü Ali Rıza Bey,
Veysel’in bu destanını çok beğeniyor, “Ankara’ya gönderelim” diye istiyor.
Veysel de “Ata’ya ben giderim” diye vefalı arkadaşı İbrahim ile yayan yola
düşüyor. Karakışta yalınayak, başı kabak yola çıkan bu iki arı gönül, bu iki
insan örneği, üç ay yol çiğneyerek Ankara’ya geliyorlar. Veysel Ankara’da
konuksever tanıdıkların evlerinde kırkbeş gün misafir kalıyor. Destanı
Atatürk’e getirmek hevesiyle geldiğini söylüyorsa da destanı Atatürk’e okumak
kısmet olmuyor. Eşi Gülizar Ana: “Ata’ya gidemediğine bir, askere gidemediğine
iki; yanardı ki o kadar olur...” diyor. Ancak, Hakimiyet-i Milliye (Ulus)
basımevinde destanı gazeteye veriliyor. Destan gazetede üç gün boyunca
yayınlanıyor. Bundan sonra da bütün yurdu dolaşmaya, dolaştığı yerlerde
çalıp-söylemeye başlıyor, seviliyor, saygı görüyor.
O günleri şöyle anlatıyor: “Köyden çıktık. Yaya olarak Yozgat köylerinden
Çorum-Çankırı köylerinden geçip üç ayda Ankara’ya gelebildik. Otele gitsek para
yok. ‘Nere gidek? Nasıl Edek? ” diye düşünüyoruz. Dediler ki: “Burada Erzurumlu
bir Paşa Dayı var. O adam misafirperverdir.” O zamanlar Dağardı diyorlardı,
(şimdiki Atıf Bey Mahallesi) orada ev yaptırmış Paşa Dayı. Gittik oraya.
Adamcağız hakikaten misafir etti. Birkaç gün kaldık o zaman, Ankara’da, şimdiki
gibi kamyon filan yok. Bütün işler at arabalarıyla görülüyor. At arabaları
olan, Hasan Efendi adında bir adamla tanıştık. O, bizi evine götürdü. Kırkbeş
gün Hasan Efendi’nin evinde kaldık. Gideriz, gezeriz, geliriz; adam yemeğimizi,
yatağımızı, herşeyimizi sağlar. Dedim ki: -‘Hasan Efendi biz buraya gezmek için
gelmedik! Bizim bir destanımız var. Bunu, Gazi Mustafa Kemal’e duyurmak istiyoruz!
Nasıl ederiz? Ne yaparız? ’
Dedi ki: -‘Vallahi ben böyle işlerle ilgili değilim. Burada bir milletvekili
var. Adı Mustafa Bey, soyadını unuttum. Bu işi ona anlatmak gerek. Belki size o
yardımcı olabilir.’
Gittik Mustafa Bey’e derdimizi anlattık. Öyle böyle bir destanımız var. Gazi
Mustafa Kemal’e duyurmak istiyoruz. ‘Bize yardım et! ’ dedik.
Dedi ki: -‘Amaan! Şimdi şaire falan önem veren yok. Kıyıda köşede çalın
çağırın. Geçin gidin! ’
-‘Yok öyle değil dedik. Biz destanımızı okuyacağız, Mustafa Kemal’e! ’
Milletvekili Mustafa Bey, ‘okuyun da bir dinleyeyim bakayım’ dedi. Okuduk
dinledi. O zamanlar Ankara’da çıkan Hakimiyet-i Milliye Gazetesi’yle
konuşacağını söyledi. ‘Yarın bana gelin! ’ dedi. Gittik. ‘Ben karışmam’ dedi.
Sonunda kesti attı. Biz ordan döndük geldik. ‘Ne yapsak? ’ diye düşünüyoruz.
Sonunda, ‘Matbaaya biz gidelim’ dedik. Saza, tel alıp takmak eski telleri
yenilemek de gerekti. Ulus Meydanı’ndaki çarşıya, o zamanlar Karaoğlan Çarşısı
diyorlardı. Saz teli almak için Karaoğlan Çarşısı’na yürüdük.
Ayağımızda çarık. Bacağımızda şal-şalvar, şal-ceket, belimizde kocaman bir
kuşak.! Efendim polis geldi: -‘Girmeyin’ dedi. ‘Çarşıya girmek yasak! ’ Bizi tel
alacağımız çarşıya sokmadı.
Polis: -‘Yasak diyoruz. Siz yasaktan anlamaz mısınız? Orası kalabalık. Kalabalığa
girmeyin! ’ diye diretti.
-‘Peki girmeyelim’ dedik. Polisi güya salmış gibi yürümeye devam ettik. Adam
geldi, arkadaşım İbrahim’e çıkıştı. –‘Kafadan gayri müsellah mısın? Girmeyin
diyorum. Beynini patlatırım senin! ’ diye çıkıştı.
-‘Beyefendi biz dinlemiyoruz! Biz çarşıdan saz teli alacağız! ’ dedik. O zaman
polis, İbrahim’e: -‘Tel alacaksan bu adamı bir yere oturt. Git telini al! ’
Neyse gitti İbrahim teli aldı geldi. Tel taktık. Ama sabahleyin çarşıdan da
geçemiyoruz. Sonunda matbaayı bulduk.
-‘Ne istiyorsunuz? ’ dedi müdür.
-‘Bir destanımız var. Gazeteye vereceğiz! ’ dedik.
-‘Çalın bakayım; bir dinleyeyim! ’ dedi. Çaldık dinledi!
- ‘Ooo! Çok iyi’ dedi. ‘Çok güzel.’
Yazdılar. ‘Yarın gazetede çıkar’ dediler. ‘Gelin de gazete alın! ’ Orada bize
telif hakkı olarak biraz da para verdiler. Sabahleyin gidip 5-6 gazete aldık.
Çarşıya çıktık. Polisler:
- ‘Oooo! Âşık Veysel siz misiniz? Rahat edin efendim! Kahvelere girin! Oturun!
’ dediler. Bir iltifat başladı ki sormayın! Çarşıda bir zaman gezdik. Fakat
yine Mustafa Kemal’den ses yok. Dedik: ‘Bu iş olmayacak.’ Amma Hakimiyet-i
Milliye Gazetesi’nde destanımı üç gün birbiri üstüne yayınladılar. Mustafa
Kemal’den yine ses çıkmadı. Köye dönmeye karar verdik. Fakat cebimizde yol
paramız da yok. Ankara’da bir avukatla tanışmıştık.
Avukat: - ‘Ben
belediye başkanına bir mektup yazayım. Belediye sizi köyünüze parasız gönderir!
...’ dedi. Elimize bir mektup verdi. Belediyeye gittik. Orada bize dediler ki:
- ‘Siz sanatkâr adamsınız. Nasıl geldinizse öyle gidersiniz! ’
Döndük avukata geldik. ‘Ne yaptınız? ’dedi. Anlattık. ‘Durun bir de valiye
yazalım! ’ dedi. Valiye de dilekçe yazdı. Valiye dilekçemizi imzalayıp yine
Belediyeye buyurdu. Belediyeye ilettik. Belediye bize: -‘Yok! ’ dedi. ‘Paramız yok!
Sizi gönderemeyiz! ’ dedi.
Avukat içerledi ve kahretti: - ‘Gidin! İşinize gidin! ’ dedi. ‘Ankara
Belediyesi’nin sizin için parası yokmuş; tükenmiş! ’ dedi. Acıdım avukata.
‘Nasıl edelim? Ne edelim? ’ derken bir de ‘Halkevi’ne uğrayalım bakalım. Belki
oradan bir şey çıkar’ diye düşündük. Mustafa Kemal’e gidemiyok. Halkevine
gidek. Bu defa, Halkevine, bizi kapıcılar bırakmıyor ki girelim. Orada dinelip
duruyorduk.
İçeriden bir adam çıktı: -‘Ne geziyorsunuz burada? Ne yapıyorsunuz? ’ diye
sordu.
-‘Halkevine gireceğiz ama bırakmıyorlar! ’ diye cevap verdik.
-‘Bırakın! bu adamlar, tanınmış adamlar! Âşık Veysel bu! ’ dedi.
O içeriden çıkan adam, bizi edebiyat şubesi müdürüne gönderdi. Orada: -‘Ooo!
Buyurun! Buyurun! dediler. Halkevinde bazı milletvekilleri varmış. Şube müdürü
onları çağırdı: -‘Gelin halk şairleri var, dinleyin.’ dedi.
Eski milletvekillerinden Necib Ali Bey: -‘Yahu dedi bunlar fakir adamlar.
Bunlara bakalım. Bunlara birer kat elbise de yaptırmalı. Pazar günü de Halkevinde
bir konser versinler! ’
Hakikaten bize, birer takım elbise aldılar. Biz de o Pazar günü Ankara
Halkevi’nde bir konser verdik. Konserden sonra cebimize para da koydular.
Ankara’dan köyümüze işte o parayla döndük.
Plağa okuduğu ilk türkü ise, Emlek yöresinin ünlü ozanlarından Âşık
İzzeti’nin:
“Mecnunum, Leyla’mı gördüm
Bir kerrece baktı geçti.
Ne söyledi ne de sordum
Kaşlarını yıktı geçti
Bir kerrece baktı geçti.
Ne söyledi ne de sordum
Kaşlarını yıktı geçti
Soramadım bir çift sözü
Ay mıydı gün müydü, yüzü
Sandım ki zühre yıldızı
Şavkı beni yaktı geçti.
Ay mıydı gün müydü, yüzü
Sandım ki zühre yıldızı
Şavkı beni yaktı geçti.
Ateşinden duramadım
Ben bu sırra eremedim
Seher vakti göremedim
Yıldız gibi aktı geçti.
Ben bu sırra eremedim
Seher vakti göremedim
Yıldız gibi aktı geçti.
Bilmem hangi burç yıldızı
Bu dertler yareler bizi
Gamzen oku bazı bazı
Yar sineme çaktı geçti..
Bu dertler yareler bizi
Gamzen oku bazı bazı
Yar sineme çaktı geçti..
İzzetî, bu ne hikmet iş
Uyur iken gördüm bir düş
Zülüflerin kement etmiş,
Yar bonuma taktı geçti.” şiiridir.
Uyur iken gördüm bir düş
Zülüflerin kement etmiş,
Yar bonuma taktı geçti.” şiiridir.
Köy Enstitüleri’nin kurulmasıyla birlikte, yine Ahmet Kutsi Tecer’in
katkılarıyla, sırasıyla Arifiye, Hasanoğlan, Çifteler, Kastamonu, Yıldızeli ve
Akpınar Köy Enstitüleri’nde saz öğretmenliği yapıyor. Bu okullarda Türkiye’nin
kültür yaşamına damgasını vurmuş birçok aydın sanatçıyla tanışma olanağı
buluyor, şiirini iyiden iyiye geliştiriyor.
1965 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi, özel bir kanunla Âşık Veysel’e,
“Anadilimize ve milli birliğimize yaptığı hizmetlerden ötürü” 500 lira aylık
bağlanmıştır.
21 Mart 1973 günü, sabaha karşı saat 3.30’da doğduğu köy olan Sivrialan’da,
şimdi adına müze olarak düzenlenen evde yaşama gözlerini yumdu.
Âşık Veysel’in yaşamını özetlemek gerekirse, Erdoğan Alkan’ın şu betimlemesi en
güzel cümleleri oluşturur: “Kızılırmak soru işaretine benzer, Zara’dan doğar,
Hafik ve Şarkışla’dan sonra Sivas topraklarını terkeder. Bir yay çizip
Kayseri’yi, Nevşehir’i, Kırşehir’i, Ankara’yı ve Çorum’u sular, Samsun’un Bafra
ilçesinde denize dökülür, Âşık Veysel’in yaşam öyküsü Kızılırmak gibidir. Bir
ucu Bafra’dadır, bir ucu da Zara’da. Bafra’ya dek uzanan acılı bir yaşam
Zara’nın doğusundaki Kızıldağ’ın gür sularıyla beslenip sona erer.”
En güzel şiirlerinden bazılarını ölümünden hemen önce yazdı. Şimdi Şarkışla’da
her yıl adına bir şenlik yapılır. Türkçesi yalındır. Dili ustalıkla kullanır.
Tekniği gösterişsiz ve nerdeyse kusursuzdur. Yaşama sevinciyle hüzün,
iyimserlikle umutsuzluk şiirlerinde iç içedir. Doğa, toplumsal olaylar, din ve
siyasete ince eleştiriler yönelttiği şiirleri de var.
Eserleri:
Deyişler (1944)
Sazımdan Sesler (1950)
Dostlar Beni Hatırlasın (1970)
Ölümünden sonra Bütün Şiirleri (1984)
Sazımdan Sesler (1950)
Dostlar Beni Hatırlasın (1970)
Ölümünden sonra Bütün Şiirleri (1984)