Nerde bir türkü söyleyen görürsen korkma yanına otur.Çünkü,kötü insanların türküleri yoktur↔Neşet Ertaş
Bir Ulusun türkülerini yapanlar,yasalarını yapanlardan daha güçlüdür↔Shakespeare
Sevdim insanlardan çok türkülerini.İnsansız yaşayabildim,türküsüz hiçbir zaman↔Nazım Hikmet
Türküler kırk bin yıl su altında kalmış,yıkanmış,cilalanmış çakıl taşı gibidir↔Yaşar Kemal
Ne zaman bir köy türküsü duysam,şairliğimden utanırım↔Bedri Rahmi
Türküz türkü çağırırız↔Veysel
#UnutursakKalbimizKurusun #MadımakHalaYanıyor #İnsanOlanTürküYakarFaşistOlanİnsanYakar #2Temmuz1993 cuma günü cuma namazından çıkan elleri kanlı cuma sever mürteci yobaz faşist katiller sürüsü tarafından Sivas Madımak Oteli' nde yakılarak katledilen sanatçılarımızı, aydınlarımızı ve otel çalışanlarını saygı, sevgi ve özlem ile anıyorum... Yattıkları yerler incinmesin...
Toprakları çiçekler koksun... Işıklarda uyusunlar, yıldızlar yoldaşları olsun... 😔😪😪😪😔 Dünyanın dört bir yanında faşizme karşı omuz omuza direnenlere bin selam olsun!.. #TürkülerYanmaz #TürkülerSusmazTürkülerGürlerUçanKuşlardanDahaÖzgürler #KahrolsunFaşizm #FaşizmeKarşıOmuzOmuza #SusmaSustukcaVatanEldenGidiyor
"Benim sana verebileceğim çok şey yok aslında. Çay var, içersen, Ben var, seversen,
Yol var, gidersen..."
#AşıkVeyselŞatıroğlu
Gönül gözü sozsuza dek açık olan büyük usta #AşıkVeysel 'i sonsuza ışık oluşunun 51.yılında; saygı, sevgi ve özlem ile anıyoruz...
Yattığı yer incinmesin... Toprağı çiçekler koksun... Işıklarda uyusun, yıldızlar yoldaşı olsun...
*
#DostlarBeni Hatırlasın
*
Ben giderim adım kalır Dostlar beni hatırlasın Düğün olur bayram gelir Dostlar beni hatırlasın * Can kafeste durmaz uçar Dünya bir han konan göçer Ay dolanır yıllar geçer Dostlar beni hatırlasın * Can bedenden ayrılacak Tütmez baca yanmaz ocak Selam olsun kucak kucak Dostlar beni hatırlasın * Ne gelsemdi ne giderdim Günden güne arttı derdim Garip kalır yerim yurdum Dostlar beni hatırlasın * Açar solar türlü çiçek Kimler gülmüş kim gülecek Murat yalan ölüm gerçek Dostlar beni hatırlasın * Gün ikindi akşam olur Gör ki başa neler gelir Veysel gider adı kalır Dostlar beni hatırlasın * #AşıkVeyselŞatıroğlu *
Veysel Şatıroğlu, 1894’te Sivas’ın Şarkışla ilçesine bağlı Sivrialan köyünde dünyaya geldi.
Veysel’in dünyaya geliş öyküsü, Anadolu köylerinde hemen birçok çocuğun yaşadığı olağan bir doğum biçimidir. Ama, bugün özellikle dışarıdan bakanlar için ilginçtir, olağandışıdır.
Anlatmak gerekirse, annesi Gülizar Ana, Sivrialan dolaylarındaki Ayıpınar merasında koyun sağmaya giderken sancısı tutmuş, oracıkta dünyaya getirmiş Veysel’i. Göbeğini de kendisi kesmiş, bir çaputa sarıp yürüye yürüye köye dönmüştür.
Veysellere yörede “Şatıroğulları” derler. Babası “Karaca” lakaplı, Ahmet adında bir çiftçidir. Veysel’in dünyaya geldiği sıralar, çiçek hastalığı Sivas yöresini kasıp kavurmaktadır. Veysel’den önce, iki kız kardeşi çiçek yüzünden yaşamlarını yitirmiştir.
Yedi yaşına girdiği 1901’de Sivas’ta çiçek salgını yeniden yaygınlaşır; o da yakalanır bu hastalığa. O günleri şöyle anlatıyor: “Çiçeğe yatmadan evvel anam güzel bir entari dikmişti. Onu giyerek beni çok seven Muhsine kadına göstermeye gitmiştim. Beni sevdi. O gün çamurlu bir gündü, eve dönerken ayağım kayarak düştüm. Bir daha kalkamadım. Çiçeğe yakalanmıştım... Çiçek zorlu geldi. Sol gözüme çiçek beyi çıktı. Sağ gözüme de, solun zorundan olacak, perde indi. O gün bu gündür dünya başıma zindan.”
Bu düşmeden sonra Veysel’in belleğine bir de renk işler: Kırmızı. Düşerken büyük bir olasılıkla elinde sıyrık oluyor, kanıyor. Bunu Gülizar Ana şöyle anlatıyor: “Bilinmez değilsin, renklerden yalnız kırmızıyı hatırladı. Gözleri gönlüne çevrilmeden önce, yani çiçek hastalığına yakalanmadan önce düşmüştü. Kan görmüştü. Kanın rengini hatırlardı yalnız. Kırmızıyı... Yeşili de elleriyle bulur ve severdi.”
Sağ gözünün görme şansı varmış, ışığı seçebiliyormuş bu gözüyle o sıralar. Yalnız yakınlardaki Akdağmağdeni’nde doktor varmış. Babasına “Çocuğu Akdağmadeni’ne götür, orada gözünü açacak bir doktor var” demişler. Sevinmiş babası.
Ne var ki, olumsuzluklar yakasını bırakmamış Veysel’in. “Bir gün inek sağarken babası yanına gelmiş. Veysel ansızın dönüverince; babasının elinde bulunan bir değneğin ucu öteki gözüne girivermiş. O göz de akıp gitmiş böylece.”
Ali adında bir ağabeyisi ve Elif adında bir kızkardeşi varmış Veysel’in. Tüm aile çok üzülmüş, günlerce gözyaşı dökmüş bu hale. Bundan böyle bacısı elinden tutarak gezdirmeye, dolaştırmaya başlar Veysel’i. Gittikçe içine kapanmaktadır Veysel. Emlek yöresi olarak adlandırılan Sivas’ın bu âşığı/ozanı bol diyarında, Veysel’in babası da şiire meraklı, tekkeyle içli-dışlı biriymiş. Veysel’in dertlerini birazcık da olsa unutacağı bir uğraş olsun diye bir saz verir eline. Halk ozanlarından da şiirler okuyup, ezberleterek avutmağa çalışırmış oğlunu. Ayrıca yöre ozanları da zaman zaman babası Şatıroğlu Ahmet’in evine uğrar, çalıp söylermiş. Merakla dinlermiş bunları Veysel. Komşuları Molla Hüseyin de sazını düzenler, kırılan tellerini takarmış.
İlk saz derslerini babasının arkadaşı olan Divriği’nin köylerinden Çamışıh'lı Ali Ağa’dan (Âşık Alâ) almış. Kendini de iyice saza vermiş; usta malı şiirlerden çalıp söylemeye başlamış. Karanlık dünyasını aydınlatan ozanlar dünyasıyla Çamşıh'lı Ali tanıştırıyor daha çok Veysel’i. Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan, Dertli, Ruhsati gibi usta ozanların dünyalarıyla tanışıyor böylece.“Âşık Veysel’in hayatında ikinci mühim değişiklik seferberlikte başlamıştır. Kardeşi Ali de cepheye gitmiş, küçük Veysel kırık telli sazıyla yalnız kalmıştır. Harp patladıktan sonra Veysel’in bütün arkadaşları, emsalleri cepheye koşuyorlar. Veysel bundan da mahrum...
Böylece münzevi olan ruhunda ikinci bir inziva da açılmıştır. Arkadaşsızlık acısı, sefalet, onu çok bedbin, umutsuz ve mahzun ediyor. Artık küçük bahçesindeki armut ağacının altında yatıp kalkmakta, geceleri ağaçların ta tepelerine çıkarak içindeki derdini göklere ve karanlıklara bırakmaktadır.”
“Eve girerim, yüzüm asık: anam babam halimi bilmez. Ben onlara derdimi, dokunmasın diye, açamam. Onlar benim kafa tuttuğumu zannederler, bense derdimi dökmekten çekinirim, öyle ki, sazdan bile farır gibi oldum.”
Bunda biraz Anadolu’da “erkek oğlan” olgusunun etkisi varsa, daha çok Veysel’in vatanseverliğinin, vatana olan borcunu ödeme duygusunun ağırlığı vardır. Sonradan şöyle dizeleştirir bunu:
* Ne yazık ki bana olmadı kısmet
Düşmanı denize dökerken millet
Felek kırdı kolumu, vermedi nöbet
Kılıç vurmak için düşman başına. *
Bugünler müyesser olsaydı bana Minnet etmez idim bir kaşık kana Mukadder harici gelmez meydana Neler geldi bu Veysel’in başına. *
Veysel’in annesi ve babası seferberlik sonlarına doğru “belki biz ölürüz ve kardeşi Veysel’e bakamaz” düşüncesiyle Veysel’i Esma adında, akrabalarından bir kızla evlendiriyorlar. Esma’dan bir kız, bir oğlu oluyor Veysel’in. Oğlan çocuğu daha on günlükken annesinin memesi ağzında kalarak ölüyor... Veysel’in acıları bununla da bitmiyor; aksilikler, talihsizlikler üst üste gelmeye başlıyor.1921’in 24 Şubat’ında annesi, onsekiz ay sonra da babası ölüyor. Bu arada bağ, bostan işleriyle uğraşıyor. Köye de bir çok âşık gelip gitmekte, Karacaoğlan’dan, Emrah’tan, Âşık Sıtkı, Âşık Veli gibi saz şairlerinden çalıp söylemektedirler. Köy odalarındaki bu âşık fasıllarından Veysel'de geri kalmamaktadır.
Ağabeyi Ali’nin bir kız çocuğu daha olunca çocuklara ve işlere bakması için bir azap (hizmetkar) tutuyorlar. Bu hizmetkar ileride Veysel’in bağrında açılacak başka yaranın sebebi olacaktır. Bir gün Veysel hasta yatarken, kardeşi Ali'de keven toplamakta iken, Veysel’in ilk eşi olan Esma’yı kandırarak kaçırıyor bu yanaşma. Veysel’in acılı yaşamına bir acı daha ekleniyor böylece.
Karısı bir başına bırakıp gittiğinde Veysel’in kucağında henüz altı aylık kızı varmış. İki yıl kucağında gezdirmiş Veysel onu, ne çare o da yaşamamış.
Bir şiirinde dile getirdiği gibi:
“Talih çile kadar sözü bir etmiş, Her nereye gitsem gezer peşimde.”Bin katmerli acılar silsilesi kısacası.
“O artık alemden, bu diyardan uzaklaşmak, göçmek isteyen bir ruh haleti içindedir.1928’de en iyi arkadaşı olan İbrahim ile Adana’ya gitmeye karar veriyorlar. Fakat Sivas’ın Karaçayır köyünde Deli Süleyman isminde birisi âşığı bu ilk seyahatinden vazgeçiriyor. Veysel’i dinleyelim:
“Bu adam, saz çalarım dinler, söze başlarım keser. Gideyim derim, ‘ah kivra, çoluk çocuk ağlaşıyor, gel gitme’ diye elime ayağıma düşer. Nihayet dayanamadım, gitmiyorum vesselam diye bu seyahatten vazgeçtim.”
Veysel’in köyünden ilk ayrılışı şöyledir: Zara’nın Barzan Baleni köyünden Kasım adında birisi Veysel’i köyüne götürerek iki üç ay beraber yaşıyorlar. Kendisini Adana’ya göndermeyen Deli Süleyman, Sivas’lı Kalaycı Hüseyin, Veysel’e yol arkadaşlığı ediyorlar. Dönüşte Veysel, Hafik’in Yalıncak köyüne ve Zara’nın Girit köyüne uğrayarak 9 liraya güzel bir saz alıyor; Sivas’tan Sivrialan’a dönerlerken arkadaşları bir “üç kağıtçı” grubuna yakalanarak bütün paralarını kaybediyorlar. Arkadaşları Veysel’in 9 lirasını da alarak kumara veriyorlar. Veysel bu hadiseden bir müddet sonra Hafik’in Karayaprak köyünden Gülizar adlı bir kadınla evleniyor.”
1931 yılında Sivas Lisesi edebiyat öğretmeni olan Ahmet Kutsi Tecer ve arkadaşları “Halk Şairlerini Koruma Derneği”ni kuruyorlar. Ve 5 Aralık 1931 tarihinde de üç gün süren Halk Şairleri Bayramı’nı düzenliyorlar. Böylece Veysel’in yaşamında önemli bir dönüm noktası işlemeye başlıyor. Denebilir ki, Veysel için A.Kutsi Tecer’le tanışması hayatında yeni bir başlangıcı işaretliyor.
1933’e kadar usta ozanlarından şiirlerinden çalıp söylüyor. Cumhuriyet’in onuncu yıldönümünde A. Kutsi Tecer’in direktifleriyle bütün halk ozanları cumhuriyet ve Gazi Mustafa Kemal üzerine şiirler düzmüşler. Bunlar arasında Veysel de var. Veysel’in günışığına çıkan ilk şiiri böylece “Atatürk’tür Türkiye’nin ihyası”... dizesiyle başlayan şiir oluyor. Bu şiirin gün yüzüne çıkışı, Veysel’in de köyünden dışarıya çıkması oluyor.
O zaman Sivrialan’ın bağlı olduğu Ağacakışla nahiyesi müdürü Ali Rıza Bey, Veysel’in bu destanını çok beğeniyor, “Ankara’ya gönderelim” diye istiyor. Veysel de “Ata’ya ben giderim” diye vefalı arkadaşı İbrahim ile yayan yola düşüyor. Karakışta yalınayak, başı kabak yola çıkan bu iki arı gönül, bu iki insan örneği, üç ay yol çiğneyerek Ankara’ya geliyorlar. Veysel Ankara’da konuksever tanıdıkların evlerinde kırkbeş gün misafir kalıyor. Destanı Atatürk’e getirmek hevesiyle geldiğini söylüyorsa da destanı Atatürk’e okumak kısmet olmuyor. Eşi Gülizar Ana: “Ata’ya gidemediğine bir, askere gidemediğine iki; yanardı ki o kadar olur...” diyor. Ancak, Hakimiyet-i Milliye (Ulus) basımevinde destanı gazeteye veriliyor. Destan gazetede üç gün boyunca yayınlanıyor. Bundan sonra da bütün yurdu dolaşmaya, dolaştığı yerlerde çalıp-söylemeye başlıyor, seviliyor, saygı görüyor.
O günleri şöyle anlatıyor: “Köyden çıktık. Yaya olarak Yozgat köylerinden Çorum-Çankırı köylerinden geçip üç ayda Ankara’ya gelebildik. Otele gitsek para yok. ‘Nere gidek? Nasıl Edek? ” diye düşünüyoruz. Dediler ki: “Burada Erzurumlu bir Paşa Dayı var. O adam misafirperverdir.” O zamanlar Dağardı diyorlardı, (şimdiki Atıf Bey Mahallesi) orada ev yaptırmış Paşa Dayı. Gittik oraya. Adamcağız hakikaten misafir etti. Birkaç gün kaldık o zaman, Ankara’da, şimdiki gibi kamyon filan yok. Bütün işler at arabalarıyla görülüyor. At arabaları olan, Hasan Efendi adında bir adamla tanıştık. O, bizi evine götürdü. Kırkbeş gün Hasan Efendi’nin evinde kaldık. Gideriz, gezeriz, geliriz; adam yemeğimizi, yatağımızı, herşeyimizi sağlar. Dedim ki: -‘Hasan Efendi biz buraya gezmek için gelmedik! Bizim bir destanımız var. Bunu, Gazi Mustafa Kemal’e duyurmak istiyoruz! Nasıl ederiz? Ne yaparız? ’
Dedi ki: -‘Vallahi ben böyle işlerle ilgili değilim. Burada bir milletvekili var. Adı Mustafa Bey, soyadını unuttum. Bu işi ona anlatmak gerek. Belki size o yardımcı olabilir.’
Gittik Mustafa Bey’e derdimizi anlattık. Öyle böyle bir destanımız var. Gazi Mustafa Kemal’e duyurmak istiyoruz. ‘Bize yardım et! ’ dedik.
Dedi ki: -‘Amaan! Şimdi şaire falan önem veren yok. Kıyıda köşede çalın çağırın. Geçin gidin! ’
-‘Yok öyle değil dedik. Biz destanımızı okuyacağız, Mustafa Kemal’e! ’
Milletvekili Mustafa Bey, ‘okuyun da bir dinleyeyim bakayım’ dedi. Okuduk dinledi. O zamanlar Ankara’da çıkan Hakimiyet-i Milliye Gazetesi’yle konuşacağını söyledi. ‘Yarın bana gelin! ’ dedi. Gittik. ‘Ben karışmam’ dedi. Sonunda kesti attı. Biz ordan döndük geldik. ‘Ne yapsak? ’ diye düşünüyoruz. Sonunda, ‘Matbaaya biz gidelim’ dedik. Saza, tel alıp takmak eski telleri yenilemek de gerekti. Ulus Meydanı’ndaki çarşıya, o zamanlar Karaoğlan Çarşısı diyorlardı. Saz teli almak için Karaoğlan Çarşısı’na yürüdük.
Ayağımızda çarık. Bacağımızda şal-şalvar, şal-ceket, belimizde kocaman bir kuşak.! Efendim polis geldi: -‘Girmeyin’ dedi. ‘Çarşıya girmek yasak! ’ Bizi tel alacağımız çarşıya sokmadı.
Polis: -‘Yasak diyoruz. Siz yasaktan anlamaz mısınız? Orası kalabalık. Kalabalığa girmeyin! ’ diye diretti.
-‘Peki girmeyelim’ dedik. Polisi güya salmış gibi yürümeye devam ettik. Adam geldi, arkadaşım İbrahim’e çıkıştı. –‘Kafadan gayri müsellah mısın? Girmeyin diyorum. Beynini patlatırım senin! ’ diye çıkıştı.
-‘Beyefendi biz dinlemiyoruz! Biz çarşıdan saz teli alacağız! ’ dedik. O zaman polis, İbrahim’e: -‘Tel alacaksan bu adamı bir yere oturt. Git telini al! ’ Neyse gitti İbrahim teli aldı geldi. Tel taktık. Ama sabahleyin çarşıdan da geçemiyoruz. Sonunda matbaayı bulduk.
-‘Ne istiyorsunuz? ’ dedi müdür.
-‘Bir destanımız var. Gazeteye vereceğiz! ’ dedik.
-‘Çalın bakayım; bir dinleyeyim! ’ dedi. Çaldık dinledi!
- ‘Ooo! Çok iyi’ dedi. ‘Çok güzel.’
Yazdılar. ‘Yarın gazetede çıkar’ dediler. ‘Gelin de gazete alın! ’ Orada bize telif hakkı olarak biraz da para verdiler. Sabahleyin gidip 5-6 gazete aldık. Çarşıya çıktık. Polisler:
- ‘Oooo! Âşık Veysel siz misiniz? Rahat edin efendim! Kahvelere girin! Oturun! ’ dediler. Bir iltifat başladı ki sormayın! Çarşıda bir zaman gezdik. Fakat yine Mustafa Kemal’den ses yok. Dedik: ‘Bu iş olmayacak.’ Amma Hakimiyet-i Milliye Gazetesi’nde destanımı üç gün birbiri üstüne yayınladılar. Mustafa Kemal’den yine ses çıkmadı. Köye dönmeye karar verdik. Fakat cebimizde yol paramız da yok. Ankara’da bir avukatla tanışmıştık.Avukat: - ‘Ben belediye başkanına bir mektup yazayım. Belediye sizi köyünüze parasız gönderir! ...’ dedi. Elimize bir mektup verdi. Belediyeye gittik. Orada bize dediler ki: - ‘Siz sanatkâr adamsınız. Nasıl geldinizse öyle gidersiniz! ’
Döndük avukata geldik. ‘Ne yaptınız? ’dedi. Anlattık. ‘Durun bir de valiye yazalım! ’ dedi. Valiye de dilekçe yazdı. Valiye dilekçemizi imzalayıp yine Belediyeye buyurdu. Belediyeye ilettik. Belediye bize: -‘Yok! ’ dedi. ‘Paramız yok! Sizi gönderemeyiz! ’ dedi.
Avukat içerledi ve kahretti: - ‘Gidin! İşinize gidin! ’ dedi. ‘Ankara Belediyesi’nin sizin için parası yokmuş; tükenmiş! ’ dedi. Acıdım avukata.
‘Nasıl edelim? Ne edelim? ’ derken bir de ‘Halkevi’ne uğrayalım bakalım. Belki oradan bir şey çıkar’ diye düşündük. Mustafa Kemal’e gidemiyok. Halkevine gidek. Bu defa, Halkevine, bizi kapıcılar bırakmıyor ki girelim. Orada dinelip duruyorduk.
İçeriden bir adam çıktı: -‘Ne geziyorsunuz burada? Ne yapıyorsunuz? ’ diye sordu.
-‘Halkevine gireceğiz ama bırakmıyorlar! ’ diye cevap verdik.
-‘Bırakın! bu adamlar, tanınmış adamlar! Âşık Veysel bu! ’ dedi.
O içeriden çıkan adam, bizi edebiyat şubesi müdürüne gönderdi. Orada: -‘Ooo! Buyurun! Buyurun! dediler. Halkevinde bazı milletvekilleri varmış. Şube müdürü onları çağırdı: -‘Gelin halk şairleri var, dinleyin.’ dedi.
Eski milletvekillerinden Necib Ali Bey: -‘Yahu dedi bunlar fakir adamlar. Bunlara bakalım. Bunlara birer kat elbise de yaptırmalı. Pazar günü de Halkevinde bir konser versinler! ’
Hakikaten bize, birer takım elbise aldılar. Biz de o Pazar günü Ankara Halkevi’nde bir konser verdik. Konserden sonra cebimize para da koydular. Ankara’dan köyümüze işte o parayla döndük.
Plağa okuduğu ilk türkü ise, Emlek yöresinin ünlü ozanlarından Âşık İzzeti’nin: *
Mecnunum, Leyla’mı gördüm Bir kerrece baktı geçti. Ne söyledi ne de sordum Kaşlarını yıktı geçti
*
Soramadım bir çift sözü Ay mıydı gün müydü, yüzü Sandım ki zühre yıldızı Şavkı beni yaktı geçti.
*
Ateşinden duramadım Ben bu sırra eremedim Seher vakti göremedim Yıldız gibi aktı geçti.
*
Bilmem hangi burç yıldızı Bu dertler yareler bizi Gamzen oku bazı bazı Yar sineme çaktı geçti..
*
İzzetî, bu ne hikmet iş Uyur iken gördüm bir düş Zülüflerin kement etmiş, Yar bonuma taktı geçti.” şiiridir. *
Köy Enstitüleri’ nin kurulmasıyla birlikte, yine Ahmet Kutsi Tecer’in katkılarıyla, sırasıyla Arifiye, Hasanoğlan, Çifteler, Kastamonu, Yıldızeli ve Akpınar Köy Enstitüleri’ nde saz öğretmenliği yapıyor. Bu okullarda Türkiye’ nin kültür yaşamına damgasını vurmuş birçok aydın sanatçıyla tanışma olanağı buluyor, şiirini iyiden iyiye geliştiriyor. *
1965 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi, özel bir kanunla Âşık Veysel’ e, “Anadilimize ve milli birliğimize yaptığı hizmetlerden ötürü” 500 lira aylık bağlanmıştır. *
21 Mart 1973 günü, sabaha karşı saat 3.30’da doğduğu köy olan Sivrialan’da, şimdi adına müze olarak düzenlenen evde yaşama gözlerini yumdu. *
Âşık Veysel’in yaşamını özetlemek gerekirse, Erdoğan Alkan’ın şu betimlemesi en güzel cümleleri oluşturur: “Kızılırmak soru işaretine benzer, Zara’dan doğar, Hafik ve Şarkışla’dan sonra Sivas topraklarını terkeder. Bir yay çizip Kayseri’yi, Nevşehir’i, Kırşehir’i, Ankara’yı ve Çorum’u sular, Samsun’un Bafra ilçesinde denize dökülür, Âşık Veysel’in yaşam öyküsü Kızılırmak gibidir. Bir ucu Bafra’dadır, bir ucu da Zara’da. Bafra’ya dek uzanan acılı bir yaşam Zara’nın doğusundaki Kızıldağ’ın gür sularıyla beslenip sona erer.”
En güzel şiirlerinden bazılarını ölümünden hemen önce yazdı. Şimdi Şarkışla’da her yıl adına bir şenlik yapılır. Türkçesi yalındır. Dili ustalıkla kullanır. Tekniği gösterişsiz ve nerdeyse kusursuzdur. Yaşama sevinciyle hüzün, iyimserlikle umutsuzluk şiirlerinde iç içedir. Doğa, toplumsal olaylar, din ve siyasete ince eleştiriler yönelttiği şiirleri de var. *
Eserleri:
Deyişler (1944) Sazımdan Sesler (1950) Dostlar Beni Hatırlasın (1970) Ölümünden sonra Bütün Şiirleri (1984) *
Feyzullah Çınar, 15 Kasım 1937 yılında Sivas'ın Divriği ilçesi Çamşıh yöresi Gürpınar (Çamoağa) köyünde, Altun Ana ve Ali Haydar Baba'nın üçüncü çocuğu olarak dünyaya geldi. İlk öğrenimini bölgenin tek okulu Gürpınar İlk Okulu'nda tamamladı. Küçük yaşta saza merak sardı. O dönem Aşıklık geleneğini sürdüren, Çamşıh'a gelen büyüklerini ilgiyle takip etti.
17-18 yaşlarında ilk gurbet deneyimini İstanbul'a giderek yaşadı. Çeşitli işlerde çalıştı. Köyünde
göremediği pikap ve radyoyu burada gördü. Saz çalıp söylemeyi de epeyce geliştirdi. Askerlik çağı gelmişti. Bu görevini de tamamladıktan sonra köyüne döndü. uzun kalamadı ve tekrar İstanbul'a çalışmaya gitti. Çınar dostları sayesinde İstanbul İtfaiye'sinde göreve başladı. Ancak bu serüvende kısa sürdü ve köyüne geri döndü.
Maddi imkansızlıklar bu kez tüm Çınar ailesini yola döktü. Böylece Ankara serüveni başlamış oldu. Tuzluçayır'a yerleşti. İlk eşi Nimet Çınar ile bu dönemde evlendi. Bu evlilikten bir kızı ve bir oğlu oldu.
Tam da bu dönemlerde tüm hayatını değiştirecek olan dostu Fikret Otyam ile tanıştı. İlk 45'lik plağından istediği ilgiyi göremeyen Çınar, 1966 yılında bir yüzü Agâhi Baba'nın eseri Fazilet, diğer yüzü Esiri'nin şiiri Deli Gönül Çok Açılıp Şad Olma plağını çıkardı. Çınar'ın ikinci plağı, dönemin şartları düşünüldüğünde müthiş bir ilgi gördü. İki yüz binin üzerinde sattı. Çınar için yine zor dönemlerdi. Eşi Nimet Çınar'ı menenjit hastalığından kaybetti.
Dostu Fikret Otyam sayesinde tanıştığı Fransız Profesör İrene Melikoff ile Avrupa'ya gitti. Bu anlamda Avrupa'ya açılan ilk ozandır. Çeşitli Avrupa ülkelerinde Alevilik ve halk ozanlığı hakkında konferanslar verdi. Radyo ve televizyonlarda programlar yaptı, konserler düzenledi. Burada bir ilk daha yaşandı. Tüm gelirini Fransa'daki kimsesiz çocuklara bıraktığı bir Long Play çıkardı.
Türkiye'ye dönüşünde Fikret Otyam aracılığı ile Ankara Belediyesi temizlik işlerinde çalışmaya başladı. Bu dönem ikinci eşi Filize Çınar ile dünya evine girdi. İki oğlu daha oldu.
Çınar örgütlenmenin gereğine inandığı için OZAN-DER kuruluşunda da yer aldı. Bu arada plak ve kaset çalışmaları, konserler, dergi ve gazetelerle söyleşiler ve çok kısıtlı da olsa TRT'de programlar devam etti. Çınar ayrıca iki fotoromanda yer aldı. Tiyatro çalışmalarında Pir Sultan Abdal'ı canlandırdı.
Toplumsal açıdan zor yıllardı. Devrimci ve emekçilerin üzerindeki baskılar Çınar'ı deyişlerin yanında bugün dahi söylenmeye cesaret edilemeyen ağıt ve türküleri söylemeye itti. Çınar'ın bu çıkışları, dik duruşu, halkı tarafından ödüllendirildi ve halk ozanı kimliğini hak ederek kazanan ender kişilerden oldu. Bu başkaldırısı, halkının sevgisi yanında Çınar'a yasaklar, işkence ve cezaevi kapılarını açtı. Avrupa'ya çıkışı yasaklandı.
Yaşadığı tüm sıkıntılara rağmen, kendisi gibi hak ettiği değeri görmeyen şair ve ozan dostlarının sesi olmaya devam ediyordu. Artık çevresinde Feyzullah Baba diye çağrılıyordu. Müzik çalışmalarına devam ediyor, bestelediği kendine ait şiirlerin yanında, daha çok usta malı şiirlere yaptığı ezgiler onu döneminde besteci kişiliği ile ön plana çıkarıyordu.
Kısa yaşamına, türlü baskı ve yasaklara rağmen Çınar, 80 tane 45'lik plak, 4 adet Long Play, 20'ye yakın kaset, 200'e yakın eser, sayısız halk konseri ve turne sığdırdı.
Kendi tabiriyle o bir işçiydi. 23 Ekim 1983 Pazartesi sabah erkenden işe gitmek üzere yola çıktı. Kurtuluş Parkı'ndan geçtiği sırada rahatsızlandı ve kalbine yenik düştü. Çınar'ın naaşı 25 Ekim 1983 Çarşamba günü Karşıyaka mezarlığında sevenleri tarafından ebediyete uğurlandı.
Feyzullah Çınar, ardında 200'e yakın ölümsüz eser ve örnek bir kişilik bıraktı. Hakk'a yürümesinin ardından Feyzullah Çınar'a Tuzluçayır'da adını taşıyan bir park yapıldı ve içine de heybetini yansıtan heykeli dikildi.
2 Temmuz 1993 sözün bittiği gün... Sonsuza ışık olan canlara Tanrı'dan rahmet diliyorum... Toprakları bol, ruhları şad, mekanları cennet olsun.. Işıklarda uyusunlar, yıldızlar yoldaşları olsun... Yazarken bile ağlıyorum ARKADAŞ... İNSANLARIMIZI GÖZ GÖRE GÖRE YAKAN FAŞİST MAHLUKATLAR HİÇ Mİ AĞLAMADINIZ? YETMEZ FAKAT TANRI BELANIZI VERSİN!..
#GünTutuşur#Sivas * Yumrukluyorum duvarları Yumrukluyorum kara gecenin bedenini Ellerim kan içinde nehirler taşmış yanaklarımdan Otuzyedi can Otuzyedi gül çatlamış susuzluktan Sivas’ın içinde Nasıl uyku tutar gözlerimi? Döne döne semaha dönenler tutuştu önce Sonra türküler Sonra da şiir çığlıksız düştü türkülerin yanıbaşına. Sivas, Sivas... yiğitlik midir emanet cana kıymak? Yiğitlik midir bir tutam ışığı Kör bıçakla güneşten koparıp karanlığa kurban etmek? Söyle hangi kitapta vardır elleri kolları bağlıyı yakmak? Var mıdır kardelen akında bir avuç inciyi Ateşe tutmak lo? Böyle garip düştüğüme bakma Böyle mahzun durduğuma... Varsın ateşin suskunlukla beslensin Benim de yüreğim gençliğini almış yanına Yürür başı dik Senin de dağların var Sivas, senin de dağların... Dağlarında şahanların... * Gün tutuşur canım gece tutuşur Yangınlarda tutsak canlar tutuşur Külüm toprak olur yele karışır Yürür gelir canlar yollar tutuşur * Sıvas ellerinde sazım tutuşur Söz tutuşur canım türkü tutuşur Teller bizi söyler diller yarışır Özgürlüğü yazan kalem tutuşur * Canlar can olur da eller tutuşur Dost evinde canım sevda tutuşur Pir Sultan’lar ölmez binler yetişir Akar gelir canlar tarih tutuşur * Söz : Savaş Ezgi Müzik : Grup Yorum * https://yildirimalkan.com/yorum_gun_tutusur.mp3
#UnutursakKalbimizKurusun #MadımakHalaYanıyor #İnsanOlanTürküYakarFaşistOlanİnsanYakar #2Temmuz1993 cuma günü cuma namazından çıkan elleri kanlı cuma sever mürteci yobaz faşist katiller sürüsü tarafından Sivas Madımak Oteli' nde yakılarak katledilen sanatçılarımızı, aydınlarımızı ve otel çalışanlarını saygı, özlem ve rahmet ile anıyorum... Toprakları bol, ruhları şad, mekanları cennet olsun... Işıklarda uyusunlar, yıldızlar yoldaşları olsun... 😔😪😪😪😔 Dünyanın dört bir yanında faşizme karşı omuz omuza direnenlere bin selam olsun!.. #TürkülerYanmaz #TürkülerSusmazTürkülerGürlerUçanKuşlardanDahaÖzgürler #KahrolsunFaşizm #FaşizmeKarşıOmuzOmuza #SusmaSustukcaVatanEldenGidiyor
Feyzullah Çınar, 15 Kasım 1937 yılında Sivas'ın Divriği ilçesi Çamşıh yöresi Gürpınar (Çamoağa) köyünde, Altun Ana ve Ali Haydar Baba'nın üçüncü çocuğu olarak dünyaya geldi. İlk öğrenimini bölgenin tek okulu Gürpınar İlk Okulu'nda tamamladı. Küçük yaşta saza merak sardı. O dönem Aşıklık geleneğini sürdüren, Çamşıh'a gelen büyüklerini ilgiyle takip etti.
17-18 yaşlarında ilk gurbet deneyimini İstanbul'a giderek yaşadı. Çeşitli işlerde çalıştı. Köyünde
göremediği pikap ve radyoyu burada gördü. Saz çalıp söylemeyi de epeyce geliştirdi. Askerlik çağı gelmişti. Bu görevini de tamamladıktan sonra köyüne döndü. uzun kalamadı ve tekrar İstanbul'a çalışmaya gitti. Çınar dostları sayesinde İstanbul İtfaiye'sinde göreve başladı. Ancak bu serüvende kısa sürdü ve köyüne geri döndü.
Maddi imkansızlıklar bu kez tüm Çınar ailesini yola döktü. Böylece Ankara serüveni başlamış oldu. Tuzluçayır'a yerleşti. İlk eşi Nimet Çınar ile bu dönemde evlendi. Bu evlilikten bir kızı ve bir oğlu oldu.
Tam da bu dönemlerde tüm hayatını değiştirecek olan dostu Fikret Otyam ile tanıştı. İlk 45'lik plağından istediği ilgiyi göremeyen Çınar, 1966 yılında bir yüzü Agâhi Baba'nın eseri Fazilet, diğer yüzü Esiri'nin şiiri Deli Gönül Çok Açılıp Şad Olma plağını çıkardı. Çınar'ın ikinci plağı, dönemin şartları düşünüldüğünde müthiş bir ilgi gördü. İki yüz binin üzerinde sattı. Çınar için yine zor dönemlerdi. Eşi Nimet Çınar'ı menenjit hastalığından kaybetti.
Dostu Fikret Otyam sayesinde tanıştığı Fransız Profesör İrene Melikoff ile Avrupa'ya gitti. Bu anlamda Avrupa'ya açılan ilk ozandır. Çeşitli Avrupa ülkelerinde Alevilik ve halk ozanlığı hakkında konferanslar verdi. Radyo ve televizyonlarda programlar yaptı, konserler düzenledi. Burada bir ilk daha yaşandı. Tüm gelirini Fransa'daki kimsesiz çocuklara bıraktığı bir Long Play çıkardı.
Türkiye'ye dönüşünde Fikret Otyam aracılığı ile Ankara Belediyesi temizlik işlerinde çalışmaya başladı. Bu dönem ikinci eşi Filize Çınar ile dünya evine girdi. İki oğlu daha oldu.
Çınar örgütlenmenin gereğine inandığı için OZAN-DER kuruluşunda da yer aldı. Bu arada plak ve kaset çalışmaları, konserler, dergi ve gazetelerle söyleşiler ve çok kısıtlı da olsa TRT'de programlar devam etti. Çınar ayrıca iki fotoromanda yer aldı. Tiyatro çalışmalarında Pir Sultan Abdal'ı canlandırdı.
Toplumsal açıdan zor yıllardı. Devrimci ve emekçilerin üzerindeki baskılar Çınar'ı deyişlerin yanında bugün dahi söylenmeye cesaret edilemeyen ağıt ve türküleri söylemeye itti. Çınar'ın bu çıkışları, dik duruşu, halkı tarafından ödüllendirildi ve halk ozanı kimliğini hak ederek kazanan ender kişilerden oldu. Bu başkaldırısı, halkının sevgisi yanında Çınar'a yasaklar, işkence ve cezaevi kapılarını açtı. Avrupa'ya çıkışı yasaklandı.
Yaşadığı tüm sıkıntılara rağmen, kendisi gibi hak ettiği değeri görmeyen şair ve ozan dostlarının sesi olmaya devam ediyordu. Artık çevresinde Feyzullah Baba diye çağrılıyordu. Müzik çalışmalarına devam ediyor, bestelediği kendine ait şiirlerin yanında, daha çok usta malı şiirlere yaptığı ezgiler onu döneminde besteci kişiliği ile ön plana çıkarıyordu.
Kısa yaşamına, türlü baskı ve yasaklara rağmen Çınar, 80 tane 45'lik plak, 4 adet Long Play, 20'ye yakın kaset, 200'e yakın eser, sayısız halk konseri ve turne sığdırdı.
Kendi tabiriyle o bir işçiydi. 23 Ekim 1983 Pazartesi sabah erkenden işe gitmek üzere yola çıktı. Kurtuluş Parkı'ndan geçtiği sırada rahatsızlandı ve kalbine yenik düştü. Çınar'ın naaşı 25 Ekim 1983 Çarşamba günü Karşıyaka mezarlığında sevenleri tarafından ebediyete uğurlandı.
Feyzullah Çınar, ardında 200'e yakın ölümsüz eser ve örnek bir kişilik bıraktı. Hakk'a yürümesinin ardından Feyzullah Çınar'a Tuzluçayır'da adını taşıyan bir park yapıldı ve içine de heybetini yansıtan heykeli dikildi.