18 Ocak 2021 Pazartesi

#DavutSulari

Davut Sulari : Kerbela Ağıdı

  1925’te Erzincan'ın Çayırlı ilçesinde doğmuş, 18.1.1985 yılında Erzincan’da ölmüş, Alevi          Bektaşi Halk Ozanı ve derlemecisi1925 yılında Erzincan'ın Çayırlı İlçesinde (Mans) doğdu. 
   Baba adı Veli ana adı (  bazı kaynaklarda Rindi olarak geçer.) Cezayir olan ozan, ailenin beş       çocuğundan biridir. Asıl adı Davut AĞBABA’dır.
  Babası Veli iki evlidir. Nüfusta Rindi hanımın üzerine görünse de babası Veli’nin Rindi hanımdan hiç çocuğu olmamıştır. Yani Davut Sulari’nin asıl annesi Cezayir Hanım’dır fakat Rindi hanımın çocuğu olmadığı [1]için Davut Sulari, Rindi Hanıma verilmiş ve onun nüfusunda gözükmüştür.                                                                                                            
•    Bu bakımdan ozanın nüfus kaydı Rindi Hanım'ın üzerine yapılmıştır. Dedesi Kaltık Mehmet Ağa, Alevi, Bektaşi  tasavvuf şairidir. [2]Asıl adı Davut Ağbaba’dır. Ailenin soyadı da Ağababa’dır.                                                                                                                       
•  Sulari mahlasını soyadı olarak kullanışı ilk gençlik yıllarına rastlar. Bir ara Kemali ve Serhat Âşık mahlaslarını kullandıysa da Sulari mahlasıyla tanınmıştır. Soyadı kanunu çıktıktan sonra sırasıyla Sümmani, Selami ve Sulari soyadlarını alır. Sulari'nin dedesi Pir Kaltuk tüm aşiretiyle birlikte Tunceli'nin Nazimiye ilçesi Kureyşanlılar köyünden, Erzincan'ın Tercan ilçesinin Çayırlı (Mans) bucağına yerleşmişlerdir.                                       
 Çayırlı'nın ilçe olduktan sonra Davut Sulari ve ailesi kendilerini "Çayırlılı" olarak tanımlamaya başlar. Dedesi ve Babası Alevi Dede’liğini soyca taşıyan bir ailedir. “Kureyşanlı” Anadolu Aleviliğinde bir ocak ismi olup, aynı zamanda dedelik görevini bu ocağa mensup olanlar yerine getirilmekte, Dede’lik babadan oğla geçmektedir. [4]“Tunceli’nin Nazimiye İlçesindeki Kureyşanlılar köyün de sadece Alevi dedelerinin ikamet ettiği köy olduğunu torunu Berrin SULARİ dile getirmiştir. “( İnan TEKİN, agy ) Davut Sulari ilkokula gitmeye başlar. Ancak İlkokul üçüncü sınıfa kadar okuyabilen Davut Sulari  üçüncü sınıfta ilkokulu terk eder. Asıl eğitimini Alevi dedeler ve pirler dergahında alır. İlk eğitimine dedesi Mehmet Kaltık (Kaltuk) Ağa'nın yanında başlar. Saz çalmayı dedesinin teşvikiyle öğrenmiş,[5] pek çok halk ozanından deyişler ezberlemiştir.                                                                                                              
 Alevi- Bektaşi inancındaki “bağlama”, inancın ayrılmaz parçası  Alevi dedeleri için kutsanmış bir değer olarak kabul edildiğinden  dedelik adayları olan Davut Sulari ile kardeşleri Müslüm ve Haydar AĞBABA saz çalmayı öğrenmek zorunda kalmışlardır. Zaten, Alevilik geleneklerinde saz çalmak, şiir söylemek kıymetli bir özelliktir. Üstelik Davut Sulari, diğer kardeşlerinden çok daha fazla âşıklık geleneğini ve saz çalma ustalığında kabiliyet göstermiştir.                                                                                          
  Doğuştan  gelen âşıklık istidadına sahip bir ozan   Davut Sulari, kendisini badeli bir âşık olarak tanıtır. Davut Sulari  17 yaşında pir elinden dolu içerek Mest-i Elest olduğunu ve "badeli âşıklar" kervanına katıldığını ilan edecektir.                                                                 
Pir elinden içtim dolu                                                                                                                    Öğrendim erkânı yolu                                                                                                                    Emniyette mümin kulu                                                                                                                 
Evvel Allah ahir Allah                                                                                                                 Davut Sulari, 1938 yılında Baba Mansurlu, Gülşah Ana ile evlenir. Daha sonraları bir resmi olmayan evlilik daha yapan Sulari'nin bu evliliklerinden 5 çocuğu vardır. [6]             
  22 yaşına geldiğinde babası Veli, dört oğlunu soylarından gelen dedelik görevini  vermek için toplar. “Veli AĞBABA  soyundan gelen dedelik görevini hangi oğlu tarafından sürdürüleceğinin kararını vermek ister. Çünkü dedelik görevi Alevilikte oldukça önemli ve kutsal bir görevdir. Bu görevi yapan kişinin bilgiyi ve erkanı iyi bilmesi gerektiğini dile getirir. Baba Veli AĞBABA, bu kararı ancak eve davet edeceğim post sahiplerinin, sorularına kim daha iyi cevaplar verirse, ona vereceğini söyler. Davut SULARİ Erenlerin ve Pirlerin sorduğu her soruyu ayrıntılı bir biçimde cevaplayarak, Pirlerin bile bu duruma hayret etmelerine sebep olur. Baba Veli AĞBABA, Davut’un bu başarısı karşısında “sen haksın yol senindir.Taliplere yolu erkânı sen öğreteceksin der ve Davut SULARİ’nin dedelik görevi başlamış olur.”( İnan TEKİN AGY, 144’;: Duygulu, 1999:2)[7]   
•    Bu olayın ardından Sulari artık atına binecek  ölümüne kadar ülke ülke, şehir şehir,köy köy dolaşacaktır. Davut Sularî, “Leyla “adını verdiği atına [8]binerek ve ölümüne dek ülke ülke, şehir şehir, köy köy dolaşacaktır. Davut Sulari, yaşamı boyunca geçimini temin etmek için başlı başına bir iş tutmamıştır. Dedelik hizmetinden, konserlerden, plaklardan, özel gecelerden kazandığı paralarla yaşamını sürdürmüştür.  80 kadar plağı ve stüdyo kaydı kasetleri Türkiye ve Almanya'da yayınlanmıştır.                                                                          
•  “Alevi-Bektaşi inancı ve kültürüne bağlı âşıkların "gezgin âşıklar Kolu”nun son temsilcisi olan Davut Sulari,” yaşamının sonuna değin bu özelliğini sürdürmüştür. Uğradığı yerlerde kendi kültürünü, bilgisini, görgüsünü aktarmış, oralarda rastladığı kültürel öğleleri de dağarcığına alarak sanatını zenginleştirmiştir.                                                                      
•  1948 yılında Ankara Radyosuna "mahalli sanatçı" olarak kabul edildikten sonra1949 yılında İstanbul Radyosunda Yurttan Sesler Korosunun konuk mahalli sanatçıları arasında yer almıştır. Muzaffer Sarısözen, Halil Bedi Yönetken, Ulvi Cemal Erkin, Adnan Saygun, Nida Tüfekçi, Neriman Tüfekçi gibi müzisyenlerle tanışmış olması, O’nun müzik görgüsünde ve meslek yaşamında etkili olmuştur. Ankara ve İstanbul radyolarında 4 yıl usta bölge sanatçısı olarak çalışan Davut Sulari 1955 yılından itibaren Konya'ya gelir özel şiirli türkülü programlar sunmuştur.                                                                                           
  Sazıyla sözüyle Alevi Bektaşi geleneği üzerinde büyük etki bırakan Davut Sularî’yi evliya mertebesinde ermiş bir kişi olduğunu ileri sürenler de çıkmıştır. Bu çevrelerde Sularînin kerametlerinden söz eden çeşitli anlatılar bulunmaktadır. Yrd. Doç. Dr. Mehmet YARDIMCI’dan alıntı olarak naklettiğimiz kerametlerden biri şu şekildedir.  : “Davut Sularî çıraklarında Âşık Beyhanî’yle Adana yolunda, yaz sıcağında  mola verip dinlendikleri bir ağacın gölgesinde uyuyakalır. Bir ara Sularî Beyanî’nin sesi ile uyanır.  “Baba kalk yılan sokacak” Sularî gözünü açar ki altında yattığı ağacın dalında bir yılan başını kendisine doğru uzatıyor. Hemen yanı başındaki sazı kucağına alıp  Şah-ı şahmaran üzerine bir deyiş okur.  Yılan sazın ve âşığın yanık  sesini duyunca yavaşça geri çekilip dallar arasında kaybolur.                                             
•  Âşık Beyanî hayretler içinde  kalıp ustasına niyaz eder.                                                   
• Yine bir gün çırağı Beyanî’yle  Erzincan yakınlarında bir köye giderken karşıda kümelenmiş geyikleri görürler. Ellerindeki sazları tüfek sanan geyikler ürkerek kaçar. Fakat içlerinden yaralı olan ana geyik kaçamaz ve kalır. Davut Sulari Beyanî’yle geyiğin ayağındaki yarasına bakıp,  otlarla yarasını temizleyip sararlar. Sonra Davut Sularî sazını eline alıp çalmaya başlar. Sazın ve Sularînin içli deyişlerini  dinleyen geyikler  Davut Sularîye yaklaşır ve yaralı annelerinin başına toplaşırlar.  Beyanî, Ürküp kaçan  geyikleri saz sesiyle  toplayan ustası Sularîye biat edip elini öper[9]                                        
Âşıklar bayramının Konya'da yapılmasında emeği geçmiş olan  usta aşık,türkü atışma güzelleme dallarında büyük bir yetenek sahibiydi. Doğu Anadolu da asırlardan beri dilden dile anlatılan efsaneleri menkıbeleri şiirleştirir sazıyla etkili bir makam ve deyişle dost meclislerinde sunardı.  Sulari', Ehli Beyt'e muhabbetini açıkça dile getiren bir "saz şairi", "aşık' görünümündedir. Ancak 1970'li yıllarından sonra şiirlerinde toplumsal  politik sorunları  inançsal istismarları konu edinmeye başlamıştır.                                                
•  1950'li yıllardan itibaren Feyzi Halıcı'nın düzenlediği Konya Âşıklar Bayramı'na katılması orada pek çok âşıkla, "Atışma", "Dudakdeğmez", "Taşlama" gibi türlerde karşılaşmıştır. [10]Şiirlerinde "aşka sevdaya ve güzele düşkünlüğü", kimi zaman mistik öğelerle beslenmiş tasavvuf, kimi zaman toplumsal içerikli konular işlemiştir.                        
• "Davut Sulari, âşıklık kimliğinin neredeyse tüm özelliklerini bünyesinde barındırır. O, hem kendine ait deyişleri özgün ezgi kalıplarıyla müziklendiren bir âşık, hem eski âşıkların, ustaların deyişlerini çalıp söyleyen bir mahalli sanatçı, hem de yöresinin türkülerini aktaran önemli bir kaynak kişidir. Yüzyıllardır kuşaktan kuşağa aktarılan efsaneleri, şiirlerine tema olarak almış ve böylece bir geleneğin önemli temsilcilerinden biri olmuştur. Davut Sulari, aşka sevdaya tutkusu, güzellere düşkünlüğü ile Karacoğlan 'ı, Alevi kimliği ile  Pir Sultan Abda 'ı, tasavvufi kimliği ile de Erzurumlu Emrah 'ı ve Yunus'u hatırlatır. “ [11]                        • “Türkiye’deki gezilerinin haricinde, genç yaşta Kerbela'ya giderek  Hz. Hüseyin’in türbesini ziyaret eden, İran’a Arabistan’a giden, Asya’da 10, Avrupa’da 11 ülkeyi gezip dolaşan SULARİ, Fransız Türkolog Prof. İrene MELİKOF tarafından Fransa’ya Berlin üniversitesi yabancı diller Profesörü, Bertolt SPİDER, tarafından Berlin’ e davet edilmiştir. 1979 yılında atı Leyla ile İstanbul’a yaptığı yolculuk tarihe mal olmuştur.”( Sulari, 1993:20) [12] 
• Davut Sulari;  Aşık Mahzuni Şerif , Aşık  Muhlis Akarsu ,  Tercanlı Aşık Daimi, Aşık Beyhani, Aşık Serdari gibi bir çek halk ozanlarını derinden etkilemiştir.  Ali Ekber  , Arif Sağ, Sabahat Akkiraz, Belkıs Akkale  sanatçılar Dvut Sulari'nin eserlerine  albümlerinde yer veren sanatçılardan bazılarıdır. [13]Davut Sulari, yurt içinde değil; Irak, İran, Suriye olmak üzere, Avrupa'da Almanya, Hollanda, Avusturya, Fransa, Belçika, İsviçre  Yugoslavya gibi ülkeleri karış karış dolaşmıştır.  Âşık Daimi'nin ustası olup, diğer birçok ünlü sanatçıyla beraber de çalışmıştır. Kızı Edibe Sulari 2 Temmuz 1993'te Sivas Olayları'nda Madımak Otelinde yanarak hayatini kaybetmiştir. [14]                                       
• Erzurum'da Ali Rahmani'nin âşıklar kahvesinde yakın arkadaşlarıyla söyleşirken rahatsızlanmış, ve Erzurum'da vefat etmiştir.  (18 Ocak 1985) Mezarı Çayırlı'daki aile mezarlığındadır.                                                                                                                 
 Önemli Halk Ozanlarımız ( İlgilendiğiniz isme tıklayınız )                                            • Kayıkçı Kul Mustafa  Katib , Erzurumlu Emrah  Erzurumlu Aşık Sümmani  ,  Divriğili Deli Derviş Feryadi ,  Aşık Yemini Derviş Muhammet ( Malatya- Arguvan) ,  Aşık Ferrahi ,  Kağızmanlı Hıfzı  ,  Musa Merdanoğlu  ,  Posoflu Aşık Müdami  Deliktaşlı Ruhsati , Âşık Zülali,  Âşık Şenlik,  Ercişli Emrah  ,  Âşık Ardanuçlu Efkari, Şarkışlalı Âşık  Şarkışlalı Talibi Çoşkun ,  Kaygusuz Abdal  ,  Kul Himmet Üstadım , Arapgirli Aşık Fehmi Gür Tokatlı Nuri                                                                                                        
 Şiirleri                                                                                                 
  • [1] İnan TEKİN SON GEZGİN ÂŞIK, DAVUT SULARİ VE MÜZİĞİ, SAÜ FenEdebiyat Dergisi (2011-II) İ.TEKİNShf. 141-156, ADANA
  • [2] YARDIMCI, Mehmet(1986) “Âşık Davut SULARİ Hayatı, Sanatı, Şiirlerive SULARİ ile Son Sohbet” Erciyes Dergisi, Sayı 105. Kayseri.
  • [3]  Yrd. Doç. Dr. Mehmet YARDIMCI*ÂŞIK DAVUT  SULARΠ HAYATI  SANATI  ŞİİRLERİ  VE  SULARÎ İLE SON SOHBET”, www.mehmetyardimci.com, son erişim  08-08-2013
  • [4] İnan TEKİN SON GEZGİN ÂŞIK, DAVUT SULARİ VE MÜZİĞİ, SAÜ FenEdebiyat Dergisi (2011-II) İ.TEKİN Shf. 141-156, ADANA
  • [5] Serkan Doğan , https://www.davutsulari.com/ son erişim  08-08-2013
  • [6] Serkan Doğan , https://www.davutsulari.com/ son erişim  08-08-2013
  • [7] DUYGULU, Melih(1999), “Davut SULARİ” Kalan Müzik Arşiv Serisi, İstanbul.
  • [8] Yrd. Doç. Dr. Mehmet YARDIMCI, agy.
  • [9] Yrd. Doç. Dr. Mehmet YARDIMCI*ÂŞIK DAVUT  SULARΠ HAYATI  SANATI  ŞİİRLERİ  VE  SULARÎ İLE SON SOHBET”, www.mehmetyardimci.com, son erişim  08-08-2013
  • [10] Ahmet Özdemir Halk Şiirinden Seçmeler, bordo Siyah Yayınları İst. 2006 Sayfa 457 
  • [11] Yrd. Doç. Dr. Mehmet YARDIMCI*ÂŞIK DAVUT  SULARΠ HAYATI  SANATI  ŞİİRLERİ  VE  SULARÎ İLE SON SOHBET”, www.mehmetyardimci.com, son erişim  08-08-2013
  • [12] SULARİ, Edibe(1993), “Davut SULARİ, Alevilik ve Müzik Üzerine Söyleşi” Kervan Dergisi, Sayı 27.
  • [13] Serkan Doğan , https://www.davutsulari.com/ son erişim  08-08-2013
  • [14] Serkan Doğan , https://www.davutsulari.com/ son erişim  08-08-201

  • Kaynak : https://edebiyatvesanatakademisi.com

15 Ocak 2021 Cuma

#NazımHikmet

#NazımHikmet119Yaşında
“Ben bir insan,  ben bir Türk şairi Nazım Hikmet,  ben tepeden tırnağa insan tepeden tırnağa kavga, hasret ve ümitten ibaret...”
 Hikmet Bey ve Celile Hanım’ın oğlu Nâzım Hikmet, 15 Ocak 1902’de Selânik’te dünyaya gelir. Babası Hikmet Bey, çeşitli illerde valilik yapmış olan Nâzım Paşa’nın oğludur. Osmanlı Hariciyesi’nde çeşitli memurluklarda ve Matbuat Umum Müdürlüğü görevinde bulunmuştur. Annesi Celile Hanım ise, dilci Enver Paşa ile Leylâ Hanım’ın kızıdır. İlk kadın ressamlarımız arasında anılan Celile Hanım, kültürlü, sanatçı ruhlu bir kadındır…
 Küçük Nâzım ilk eğitimini annesi ve sıkça şiirli toplantılar düzenleyen, kendisi de bir mevlevi şairi olan büyükbabası Nâzım Paşa’dan alır. Ve henüz on bir yasındayken ilk şiirini yazar…  Orta öğrenimini Galatasaray ve Nişantaşı Sultanilerinde gören Nâzım, 1915 yılında Bahriye Mektebi’ne girer. 1918 yılında ilk kez bir dergide şiiri yayınlanır. Bu bir aşk şiiridir. Ancak, İstanbul’un işgaliyle birlikte yerini yurtsever nitelikte şiirlere bırakır…

 Mezuniyetine üç ay kala geçirdiği bir hastalık nedeniyle Bahriye’den ayrılır. Bir grup arkadaşıyla Anadolu’ya geçer. Ankara Hükümeti’nin görevlendirmesiyle arkadaşı Vâlâ Nurettin ile birlikte Bolu’da öğretmenlik yapar.  Daha sonra kısa aralıklarla iki kez Moskova’ya gider. İlkinde iki yıl kalır.

 Rusya’da gerçekleştirilen ihtilale tanık olur. Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi KTUV’da ekonomi-politik öğrenimi görür. İkincisi ise küreğe konulma cezasının verildiği dava nedeniyle zorunlu bir göçmenliktir. Bu kez daha önce öğrenci olduğu Üniversite’de çevirmenlik ve asistanlık yapar. Ceza Yasası’ndaki değişiklik nedeniyle 1928 yılında ülkeye döner. Kısa bir süre cezaevinde kaldıktan sonra serbest bırakılır.

 Çeşitli gazete ve dergilerde yazıları, şiirleri yayınlanır. Kitapları basılır. Siyasal ve entellektüel yaşamda aktif bir rol üstlenen ünlü bir şairdir. Şiirleri ders kitaplarına girer, oyunları devlet tiyatrolarında oynanır ama koğuşturmalardan da kurtulamaz… Sık sık gözaltına alınır, yargı önüne çıkartılır. Onun etkileyici gücü ürkütmektedir kimi çevreleri… Düzmece davalarla yaşamının on yedi yılı hapishanelerde geçer. 1950 yılında ulusal ve uluslararası düzeyde düzenlenen kampanyalar sonunda çıkarılan Genel Af Yasası’yla serbest kalır. Ne var ki yaşamına yönelik komplolar nedeniyle yeniden yurtdışına çıkar. Ve ölene dek yurduna, halkına, sevenlerine hasret şiirleri yazacağı göçmenlik yılları başlar…

 Bu dönemde Uluslararası Barış Ödülü sahibi bir sanatçı olarak  barış hareketi içinde aktif olarak yer alır. Dünya Barış Konseyi Başkanlık Divanı’na seçilir. Ünlü Şostokoviç’e, Şarlo’nun yaratıcısı Charlie Chaplin’e ve Fransız Parlamentosu Başkanı Eduard Heriot’a Uluslararası Barış Ödülü’nü veren jürinin başkanlığını yapar. Cezaevi yıllarından kalan hastalıklar onu rahat bırakmaz ve acılı yüreği 3 Haziran 1963 günü sabahı Moskova’daki evinde durur.

 …yazılarım otuz kırk dilde basılır / Türkiye’mde Türkçemle yasak” dediği şiirleri ancak ölümünden sonra basılır ülkesinde… 

Kaynak nazimhikmet.org.tr

 Nazım Hikmet1902 doğumlu şair ve yazar. Yirminci yüzyılın öncü sanat ve şiir akımları içinde dolaylı olarak yer alan ve daha ilk yapıtlarından itibaren, karışık tekniklerden yararlanarak Türk yazınının en önemli isimlerinden biri olan Nazım Hikmet, 3 Haziran 1963’te Moskova’da geçirdiği kalp krizi sonucu yaşamını yitirmiştir.

 Nazım Hikmet Ran, 20 Kasım 1901’de Selanik’te doğdu; ancak aile çevresinde 40 gün için bir yaş büyük görünmesin diye bu tarih, kendisinin de sonradan benimseyeceği gibi, 15 Ocak 1902 olarak anıldı. Baba tarafından dedesi Nazım Paşa, Mevlevi tarikatından, valilik yapmış, özgürlükçü ve şairliği olan bir kişiydi. Babası Hikmet Bey ise Galatasaray Lisesi (eski adıyla Mekteb-i Sultani) mezunuydu ve dışişlerinde memurdu (Kalem-i Ecnebiye). Eğitimci Enver Paşa'nın kızı olan annesi Celile Hanım ise, Fransızca konuşan, piyano çalan, ressam denecek kadar iyi resim yapan bir kadındı.

 Eğitiminde, dönemin ileri düşüncelerine sahip aile çevresinin büyük etkisi olan Nazım Hikmet, Fransızca öğretim yapan bir okulda bir yıl kadar okuduktan sonra, Göztepe’deki Taş Mektep’te (Numune Mektebi) ilkokulu bitirdi. Ortaokula Galatasaray Lisesi’nde başladıysa da, ailesinin parasal sıkıntıya düşmesi üzerine Nişantaşı Sultani’sine geçti ve 1917’de mezun oldu. Dedesi Nazım Paşa’nın etkisiyle şiirle ilgilenmeye başlayan ve Feryad-ı Vatan adlı ilk şiirini daha 11 yaşındayken yazan Nazım Hikmet, denizciler için yazdığı bir kahramanlık şiirinden (Bir Bahriyelinin Ağzından, 1914) etkilenen Bahriye Nazırı Cemal Paşa’nın yardımıyla Heybeliada Bahriye Mektebi'ne girdi. 1919’da bu okulu bitirdikten sonra Hamidiye kruvazörüne stajyer güverte subayı olarak atandı. Ancak aynı yılın kışında, son sınıftayken geçirdiği zatülcenp hastalığının tekrarlaması ve uzun süren iyileşme döneminin ardından deniz subayı olarak görev yapabilecek sağlık durumuna kavuşamaması üzerine, 17 Mayıs 1920’de, Sağlık Kurulu raporuyla, askerlikten çürüğe çıkarıldı.

 1918’de ilk kez Hala Servilerde Ağlıyorlar Mı adlı şiirinin Yeni Mecmua’da yayınlanmasının da etkisiyle hececi şairler arasında genç bir ses olarak oldukça ünlenen Nazım Hikmet, Bir Dakika adlı şiiriyle, 1920’de Alemdar gazetesinin açtığı yarışmada birinci oldu. Bu başarısıyla Faruk Nafiz ÇamlıbelYusuf Ziya OrtaçOrhan Seyfi Orhon ve Yaşar Kemal gibi ustalar ondan sevgiyle söz etmeye başladı. 1920’nin son günlerinde yazdığı ve gençleri ülkenin kurtuluşu için savaşmaya çağırdığı Gençlik adlı şiiri, İstanbul’un işgal altında olduğu yıllarda Nazım Hikmet’in vatan sevgisini yansıtan direniş şiirlerindendi.

 İstanbul’un işgaline çok üzülen Nazım Hikmet, milli mücadeleye katılmak üzere Anadolu’ya geçti ve 1921’de Bolu Lisesi’nde kısa bir süre öğretmenlik yaptı. 1921 Martı’nda Ankara Hükümeti’nce, kendisine ve çocukluk arkadaşı şair Vala Nureddin’e, İstanbul gençliğini milli mücadeleye çağıran bir şiir yazma görevi verildi. Bu görevi 3 gün içinde başarıyla yerine getiren ikilinin şiirleri on bin kopya olarak basıldı ve dağıtıldı. Şiirin yankıları öyle büyüdü ki, Vala Nureddin ve Nazım Hikmetİsmail Fazıl Paşa tarafından meclise çağırılarak, Mustafa Kemal ATATÜRK'e takdim edildi. Mustafa Kemal genç şairlere şunları söyledi:

 “Bazı genç şairler modern olsun diye mevzusuz şiir yazmak yoluna sapıyorlar. Size tavsiye ederim, gayeli şiirler yazınız.” (Vala Nureddin’in Bu Dünyadan Nazım Geçti adlı kitabından)

 İyi bir öğrenim görmek ve dünyada olup bitenleri anlamak isteyen iki genç şair 1921 yılında Batum’a, oradan da Moskova’ya giderek Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’ne (KUTV) yazıldılar. Nazım Hikmet, ekonomi ve toplumbilim dersleri aldığı üniversite yılları boyunca, içine girdiği yeni dünyanın düşünce ve duygu yükü altında, serbest ölçüyle şiirler yazmaya başladı. İtalya’da Filippo Tommaso Marinetti’nin başlattığı Gelecekçilik (Fütürizm) akımının etkisinde, geçmişi yadsıyarak her şeyi gelecekte gören, devrimci bir bakışla yazdığı şiirleri 1923’te Yeni Hayat ve Aydınlık gibi dergilerde yayınlandı.

 1924 Ekim’inde, üniversiteyi bitiren ve çıkışında olduğu gibi, yine gizlice sınırdan geçerek Türkiye'ye dönen Nazım Hikmet, Aydınlık dergisinde çalışmaya başladı. Şubat 1925’te Şeyh Said İsyanı’nın başlaması üzerine, 4 Mart 1925’te çıkarılan Takrir-i Sükun Kanunu uyarınca birçok gazete ve dergi kapatıldı ve yazarları tutuklandı. Ankara İstiklal Mahkemesi’nin, 12 Ağustos 1925’te gizli örgüt üyesi olduğu gerekçesiyle kendisi adına çıkardığı 15 yıllık mahkumiyet kararını öğrendikten sonra, İzmir’den İstanbul’a gelerek gizlice yurt dışına çıktı. Sovyetler Birliği’ne giden Nazım Hikmet, 1926 Cumhuriyet Bayramı’nda çıkan af kapsamına girdiğini öğrenip, geri dönmek için pasaport istediyse de bir sonuç alamadı.

 1928’de Bakü’de ilk şiir kitabı Güneşi İçenlerin Türküsü’nü yayımlatmasından birkaç ay sonra, arkadaşı Laz İsmail ile birlikte, sınırı sahte pasaportlarla ve izinsiz geçme suçundan yakalandı. Yargılanmadan önce iki ay Hopa cezaevinde bekletildi ve uzun süren yargılama sonucu, oy birliğiyle serbest bırakılmasına karar verildi.

 1929 yılında serbest kaldıktan sonra, İstanbul’da Resimli Ay dergisinin yazı kadrosuna katılan Nazım Hikmet’in, aynı yıl içinde yayımlanan 835 Satır adlı kitabı büyük bir ilgiyle karşılandı. Bu kitabını, gene o yıl çıkan Jokond ile Si-Ya-U (Çinli devrimci arkadaşı Emi Siao) ve ertesi yıl çıkan Varan 2 ve 1+1=1 adlı kitapları izledi. Temmuz 1930’da, Salkımsöğüt ile Bahri Hazer şiirleri Nazım Hikmet’in kendi sesiyle Columbia firmasınca plağa alındı. Yirmi günde tükenen bu plağın kahveler, lokantalar gibi halka açık yerlerde çalınmaya başlandığı görülünce, polisin duruma el koyup bazı uyarılara girişmesi sonucu, firma plağın yeni basımlarını yapmaktan vazgeçti.

 1931 yılında halkı suça teşvik ettiği iddiasıyla tekrar yargılanan ve oybirliğiyle aklanan Nazım Hikmet’in, 1932’de Benerci Kendini Niçin Öldürdü adlı şiir kitabı basıldı. 1931-1932 sezonunda Kafatası ve 1932-1933 sezonunda Bir Ölü Evi adlı oyunları İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda (eski adıyla Darülbedayi) sahneye kondu. Bütün bunların ardından, halkı rejim aleyhine kışkırtmaktan hakkında idam talebiyle açılan dava, 31 Ocak 1934’te 5 yıl hapis kararıyla son buldu. Her ne kadar temyiz bu kararı bozduysa da Bursa Mahkemesi 4 yıla indirerek hapis kararında direndi. Cumhuriyet’in onuncu yılında çıkarılmış olan bağışlama yasasıyla bu cezanın 3 yılı indirilince geriye bir yıl kaldı. Oysa Nazım Hikmet bir buçuk yıldır tutukluydu; sonuçta 6 ay alacaklı olarak cezaevinden çıkıp İstanbul'a döndü.

 Nazım Hikmet yurt dışındayken, ilki Sovyetler Birliği’nde görevli bir Türk ailesinin kızı olan Nüzhet Hanım ile ardından da bir Rus kızı olan Dr. Lena ile olmak üzere iki evlilik geçirdi. İstanbul'a döndükten sonra ise 1930’da tanıştığı ve 1931’de evlenmeye karar verdiği Piraye Altınoğlu ile, sorgulamalar ve tutuklamalar yüzünden ancak 31 Ocak 1935’te evlenebildi. Piraye Hanım'ın önceki evliliğinden iki çocuğu vardı. Geçimlerini sağlamak için bir yandan Akşam gazetesinde fıkralar yazdı, bir yandan da İpek Film Stüdyosu’nda senaryo yazarlığı, dublaj yönetmenliği ve film yönetmenliği gibi işler yaptı.

 1935’te Taranta Babu’ya Mektuplar ve 1936’da Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı adlı şiir kitapları yayınlanan Nazım Hikmet, bir dizi yargılamanın ardından 29 Aralık 1938’de, Askeri Yargıtay’dan gelen onayla 28 yıl 4 ay ağır hapse mahkum edildi. 1 Eylül 1938’de İstanbul Tevkifhanesi’ne, 1940 Şubat’ında Çankırı Cezaevi’ne, aynı yılın aralık ayında da Bursa Cezaevi’ne gönderilen ve bu üç cezaevinde toplam 12 yıl hapis yatan ünlü şair, yayımlama olanağı bulunmadığı halde sürekli şiirler yazdı. 14 Nisan 1950 seçimlerini kazanan Demokrat Parti’nin çıkardığı af yasasıyla serbest kalmadan önce, uzun süre açlık grevi yaptığından sağlık durumu oldukça kötüleşti. Bu süreçte onun için yurt içinde ve yurt dışında gösteriler, toplantılar düzenlendi, bildiriler dağıtıldı, imzalar toplandı. Nazım Hikmet adında iki sayfalık bir gazete çıkarıldı ve ilgililere sürekli mektuplar yazıldı.

 Nazım Hikmet cezaevindeki son iki yılında, ziyaretine gelen dayısının kızı Münevver Berk’e aşık oldu ve serbest kalmasının ardından eşi Piraye’den ayrılarak Münevver Hanım’la yaşamaya başladı. Çiftin 26 Mart 1951’de Mehmet adını verdikleri bir oğulları oldu.

 Serbest kaldıktan sonra polis tarafından sürekli izlenen, kitaplarını yayımlatma ve oyunlarını izleyici ile buluşturma olanağı bulamayan Nazım Hikmet, askerliğini yapmamış olduğu gerekçesiyle Kadıköy Askerlik Şubesi’ne çağrıldı. Ne güverte subaylığı yaptığı yıllarda hastalanarak çürüğe çıkarıldığını söylemesi, ne de Cerrahpaşa Hastanesi’nden aldığı, kalbinden ve ciğerlerinden rahatsız olduğunu gösteren raporlar, askerlik yapmasını engelleyen bir durumu olduğunu ispatlayamadı. Ölüm korkusu içinde olan Nazım Hikmet, akrabası Refik Erduran’la birlikte, deniz yoluyla önce Romanya’ya sonra da Moskova’ya geçti. Bunun üzerine 25 Temmuz 1951’de, Bakanlar Kurulu kararıyla Türk vatandaşlığından çıkarıldı.

 Birçok uluslararası kongreye katılan, çeşitli ülkelere yolculuklar yapan, pek çok kitabı yayımlanan ve yapıtları çeşitli dillere çevrilen Nazım Hikmet büyük bir ün kazandı. Prag’da Uluslararası Barış Ödülü’ne layık görüldü ve 1952 yılının sonunda Sovyetler Birliği’nin desteklediği Dünya Barış Konseyi’nin yönetici kadrosunda görev aldı. Nazım Hikmet’in aynı yıllarda yazdığı nükleer silahlar ve savaş karşıtı şiirleri bestelenerek, Paul Robeson ve Pete Seeger gibi dünyaca ünlü şarkıcılarca söylendi.

 “Ben hem kendimden bahseden şiirler yazmak istiyorum, hem bir tek insana, hem milyonlara seslenen şiirler. Hem bir tek elmadan, hem süpürülen topraktan, hem zindandan dönen insan ruhundan, hem kitlelerin daha güzel günler için savaşından, hem bir tek insanın sevda kederlerinden bahseden şiirler yazmak istiyorum, hem ölüm korkusundan, hem ölümden korkmamaktan bahseden şiirler yazmak istiyorum.”

 İlk şiirlerini hece vezniyle yazmakla birlikte, içerik bakımından hececilerden oldukça uzak olan ve onların bireyci şiirlerinin tuzağına düşmeden, toplumsal içerikli şiirler yazan Nazım Hikmet, hece ölçüsünün kalıplarını kırdı ve Türkçe’nin zengin ses özelliklerine büyük uyum sağlayan serbest nazma geçti. Bu değişiklikte Mayakovski’nin ve Gelecekçilik’i savunan diğer genç Sovyet şairlerinin etkileri oldu.

 Nazım Hikmet, 18 Kasım 1960’ta evlendiği genç eşi Vera Tulyakova ile birlikte yine bir geziden sonra Moskova’ya döndüğünde, Cenaze Merasimim adlı şiirini yazdıktan kısa bir süre sonra, 3 Haziran 1963 sabahı, bir kalp krizi sonucu evinde yaşamını yitirdi. Yazarlar Birliği’nin düzenlediği bir törenle Novodeviçiy Mezarlığı’na gömüldü.

 “Ben bir insan, ben bir Türk şairi Nazım Hikmet ben tepeden tırnağa insan tepeden tırnağa kavga, hasret ve ümitten ibaret...”

 1938’de şairin cezaevine girmesiyle Türkiye’de yasaklanan Nazım Hikmet şiirleri, ancak ölümünden iki yıl sonra, 1965’te yeniden ortaya çıkabildi. Yazdığı oyunlardan film, bale ve opera uyarlamaları yapıldı. Çeşitli konularda yazdığı çok sayıda makale ve eleştirileri de sonradan yayınlandı.

*
Kaynak : Biyografi.info

14 Ocak 2021 Perşembe

#ZübeydeHanım

 

Mustafa Kemal ATATÜRK' ün annesidir.

*
Zübeyde Hanım, 1857 yılında Selanik yakınlarındaki Langaza’ da doğmuştur. Konya Karaman'dan Rumeli’ye göçen ve Selanik yakınlarındaki Langaza’ ya yerleşen bir Türkmen ailesi olan Hacı Sofu ailesinden Feyzullah Ağa'nın kızıdır. Annesi, Molla Hanım olarak anılan Ayşe Hanım’dır. *
Selanik' te Gümrük Muhafaza Teşkilatında memur Ali Rıza Efendi ile 1871 yılında henüz 14 yaşında iken evlendi.
*
6 çocuğu oldu. Çocuklarından Ahmet (1874-1883), Ömer (1875-1883), Naciye (d.1889) ve Fatma (1872-1875),fazla yaşamadı. Sadece Mustafa (d.1881) ve Makbule Atadan (d.1885) hayatlarına devam edebildi. Naciye’byi de 1899 yılında küçük yaşta veremden kaybettiler.
*
Kocası Ali Rıza Efendi, 1889 yılında, tek oğlu Mustafa Kemal ilkokul üçüncü sınıfta okuduğu sırada, hastalanarak öldü.
*
Bunun üzerine Zübeyde hanım, çocukları Mustafa, Makbule ve Naciye’yi de alarak abisi Hüseyin Bey'in Langaza' daki çiftliğine gitti. Ağbisine daha fazla yük olmak istemeyen Zübeyde Hanım, ikinci evliliğini Selanik Gümrükler Başmüdürü Ragıp Bey ile yaptı. Balkan Savaşı’ ndan sonra Ragıp Bey’den boşandı. Birinci Dünya savaşından sonra Zübeyde hanım ile birlikte kızı Makbule Selanik' ten ayrılarak İstanbul' a Mustafa Kemal’in kendileri için Akaretler'de tuttuğu eve yerleşti.
*
1919’da Anadolu' ya çıktığından beri görmediği ve üstelik Osmanlı Padişahı tarafından hakkında ölüm emri verildiğini öğrendiği oğlu Mustafa Kemal ile ancak 14 Haziran 1922’de Adapazarı’nda tekrar buluşan Zübeyde, onun yanına Ankara’ ya yerleşti. Ancak bu şehrin sert iklim koşulları sağlığını olumsuz etkileyince tedavi amacıyla İzmir’ e gitti.
*
Zübeyde Hanım, 14 Ocak 1923 tarihinde İzmir’ de 66 yaşında ölmüştür.
*
*HAKKINDA YAZILANLAR
Zübeyde Hanım’ ın Vasiyeti
Hürriyet 15 mayıs 2009
*
Darüşşafaka’ nın arşiv ve müzesinde yapılan tarama sırasında Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım’ ın 1921 tarihli ve 20 bin kuruşluk bağışı içeren bir vasiyeti ortaya çıktı. Zübeyde Hanım’ ın Darüşşafaka’ ya 1921’de yaptığı 20 bin kuruşluk bağışın bugünkü değerinin 2 milyon liraya denk geldiği hesaplandı.
*
Zekeriya Yıldırım Başkanlığındaki Darüşşafaka Cemiyeti yönetimi, arşiv ve müzede yenilemeler yaparken, Mustafa Kemal Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım’ ın 1921 yılında Darüşşafaka’ ya 20 bin kuruşluk bağış yaptığını içeren vasiyetini gün yüzüne çıkardı. Yıldırım, "Kuruluşu 1863’e uzanan Darüşşafaka, tarih boyunca bağışlarla yaşayan bir kurum. Darüşşafaka, Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım’dan ablası Makbule Ata’ya, Sait Faik’e uzanan değişik kesimlerden bağış ve destek görmüştür" dedi. Darüşşafaka Cemiyeti Genel Sekreteri Adnan Dovan, İş Bankası hisselerinden yola çıkarak yaptıkları hesaplamayla, Zübeyde Hanım’ ın bağışladığı 20 bin kuruşun değerinin bugün 2 milyon liraya denk gelebileceği sonucunu çıkardıklarını bildirdi.
*
Çeviri 1968 tarihli
*
Zekeriya Yıldırım, Darüşşafaka Cemiyeti Başkanvekilleri Talha Çamaş, Davuk Ökütçü, Beşir Özmen, Yönetim Kurulu Üyesi Fırat Tekin ve Darüşşafaka Eğitim Kurumları Genel Müdürü Nilgün Akalın’la birlikte düzenlediği sohbet toplantısında, Zübeyde Hanım’ın 20 bin kuruşluk vasiyetine nasıl ulaştıklarını şöyle anlattı: "Cemiyetimizin arşiv ve müzesinde yenileme-düzenleme çalışmaları başlattık. Bu çalışmalar sırasında Zübeyde Hanım’ın 1921 tarihli vasiyetnamesini gördük. Aslında vasiyetname 1968 yılında incelenmiş, noter tasdikli çevirisi de o günlerde yaptırılmış, yeniden arşive konulmuş. Zübeyde Hanım, vasiyetnamesinde okul öğrencilerine mevsim meyvelerinden yedirilmesini tavsiye ediyor."
Darüşşafaka Cemiyeti Genel Sekreteri Adnan Dovan, 1921’deki 20 bin kuruşun, 2 milyon liralık bir değere denk gelişini nasıl hesapladığını şöyle açıkladı: "Aslında enflasyona, altına, dövize göre de hesap yapılabilirdi. Ancak, bunların sağlıklı olamayacağını düşündük. Önümüzdeki en güzel örnek İş Bankası hisseleriydi. Zübeyde Hanım’ ın Darüşşafaka’ ya 20 bin kuruş bağışlamasından 3 yıl sonra Atatürk, İş Bankası’ nın kuruluşu için 200 bin lira vermiş. İş Bankası halka açık ve hisseleri borsada işlem görüyor. 20 bin kuruşu İş Bankası hisseleriyle değerlendirdiğimizde, bugünkü büyüklüğü 2 milyon liraya ulaşıyor."
*
Zekeriya Yıldırım, Darüşşafaka’ yı "Bitmeyen bir hikaye" olarak tanımladıklarını belirterek, şunları söyledi: "Darüşşafaka’ ya zaman zaman devlet de el uzatmış ama esas itibariyle bağışlarla 146 yılı geride bırakmışız. Zübeyde Hanım gibi, Sait Faik gibi toplumun önde gelen insanlarının yanısıra, ismi kamuoyunca bilinmeyen çok sayıda bağışçımız var. Son dönemlerdeki en büyük desteklerden biri de İş Bankası’nın 81 ilden 81 öğrenciyi Darüşşafaka’ da ve sonra da üniversite bitene kadar okutması projesi oldu. Herkesi ’bitmeyen hikaye’nin yeni sayfaları olmaya çağırıyoruz."
Darüşşafaka Cemiyeti Başkanı Zekeriya Yıldırım, Darüşşafaka Eğitim Kurumları’na sınavla, öncelikle babasız çocukları aldıklarını hatırlatarak, şunları dile getirdi: "Ancak, deprem gibi felaket dönemlerinde sınavsız öğrenci aldığımız da olmuş. Bunun ilk örneği 1939 Erzincan depremi sırasında yaşanmış. İş Bankası, o dönemde çocukları tek tek toplayıp, Darüşşafaka’ya getirmiş, eğitimlerine destek olmuş. O dönemdeki bu öğrencilere, ’Deprem çocukları’ denmiş. Benzeri bir uygulamayı şehitlerimizin çocukları için de yapıyoruz. Bugüne kadar 85 şehit çocuğu okulumuza sınavsız girdi. Şimdi Mardin’in Bilge Köyü’ nde yaşanan vahşet sonrası da çocuklar öksüz-yetim kaldı. Orada 4 üçüncü sınıf, 2 de dördüncü sınıf öğrencisi belirledik. Milli Eğitim Bakanlığı’na bu çocukları sınavsız olarak alabileceğimizi bildirdik. Bakanlık'tan gelecek yanıta göre, bu çocukların eğitimini üstleneceğiz."
*
Her yıl Kadir Gecesi’nde hatim ve dua şartı koydu
Zübeyde Hanım’ ın Darüşşafaka’ya bağış belgesinde çok ilginç bir şartı da bulunuyor. Dindar bir Müslüman olan Zübeyde Hanım, bağış belgesinde her yıl Kadir Gecesi’ nde bir Darüşşafaka öğrencisinin Hatmi Şerif (Kuran-ı Kerim’i baştan sona okumak) icra etmesini ve bundan hasıl olacak sevabı, başta Hazreti Muhammed ve ailesi olmak üzere enbiya ve evliyalara, kendi gelmiş geçmiş aile efradının ruhlarına bağışlanmasını şart koşmuş.

13 Ocak 2021 Çarşamba

#RaufDenktaş

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin kurucusu, cumhurbaşkanı, politikacı.

● Rauf Raif Denktaş, 27 Ocak 1924 tarihinde Kıbrıs'ın Baf bölgesinde doğdu. Rauf Denktaş 1,5 yaşında iken annesini kaybetti. Babası hakim Raif Bey'dir. Anneannesi ve Babaannesi tarafından büyütülen Denktaş, 1930 yılında eğitim için İstanbul'a gönderildi.

Arnavutköy'de ilkokuldan liseye kadar eğitim veren Fevzi Ati Lisesi'nde yatılı okumaya başladı. Ortaokuldan sonra Kıbrıs'a döndü ve liseyi Kıbrıs'ta bitirdi. II. Dünya Savaşı'ndan sonra hukuk eğitimi için İngiltere'ye gitti. Mezun olduktan sonra avukatlığa başladı. 1949 yılı yaz aylarında savcılık yapmaya başladı. Yine aynı yıl Aydın Hanım'la evlendi.

● 27 Kasım 1948 tarihinde Kıbrıs Türklerinin düzenlediği ilk mitingte Dr. Fazıl Küçük ile beraber hatiplik yaptı. Türk Cemaatının iki önemli ismi Faiz Kaymak ve Dr. Fazıl Küçük arasında arabulucu rolünü üslenip, toplumun çıkarlarının takipçisi oldu. Faiz Kaymak'ın teklifi ve Dr. Fazıl Küçük'ün tasvibiyle Kıbrıs Türk Kurumlar Federasyonu kongresinde başkanlığa seçildi. Savcılık görevinden İngiliz yönetimini zorlukla ikna ederek istifa etti ve Cemaat sorunlarıyla uğraşmaya başladı.

1955'te terörist bir hüviyete bürünen Enonisle mücadelede ve EOKA karşısında Kıbrıs Türklerinin direnişine yön veren Denktaş, 1958 yılında hükümetteki görevinden istifa etti. Arkadaşlardıyla 1.8.1958 tarihinde Türk Mukavemet Teşkilatı'nı kurdu.

1959 Zürih ve Londra Antlaşmaları ile, 1960 antlaşmaları ve Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası'nın hazırlanmasında emeği geçti. Aynı yıl Türk Cemaat Meclisi'yle İcra Komitesi Başkanlığı'na seçildi.

1958 yılında Rum tedhişçiler, Türk köylerine saldırınca, Türkler de bu olayları protesto etti. Zürih-Londra antlaşmaları öncesinde Dr. Fazıl Küçük ve Rauf Denktaş, Ankara'ya Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ile görüşmeye gitti. Bu görüşmede Denktaş adaya Türk askeri gönderilmesi teklifini dile getirdi.

16 Ağustos 1960 tarihinde 650 kişilik Türk Alayı Magosa Limanı'na ayak bastı. 1963 olaylarından sonra Denktaş temaslarda bulunmak üzere Ankara'ya gitti. Temaslarını tamamlayan Denktaş bir sandalla Kıbrıs'a geçti ve Türk direnişini örgütlemeye başladı.

1964 Londra Konferansından sonra III. Makarios tarafından “istenmeyen adam” ilan edildi. Yeşilada'ya girmesi yasaklandı. Gizlice Erenköy'e çıkarak savaşa katıldı. 1967'de adaya gizlice girerken tutuklandı. Yoğun girişimler sonucu Türkiye'ye geri verildi. 1968'de adaya giriş yasağı kaldırıldığından Kıbrıs'a döndü.

Rauf Denktaş, 5 Temmuz 1970 tarihinde yapılan genel seçimlerde yeniden Türk Cemaat Meclisine Meclis Başkanı seçildi.

Denktaş, 16 Şubat 1973 tarihinde Kıbrıs Türk Toplumu tarafından yeniden Başkan seçildi ve 28 Şubat 1973'te gerekli andı içtikten sonra Kıbrıs Cumhurbaşkan Muavini ve Kıbrıs Türk Yönetimi Başkanı olarak göreve başladı.

17 Nisan 2005'te yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday olmayan Denktaş, 24 Nisan 2005 tarihinde görevi Mehmet Ali Talat'a devretti.

1974 Türk Barış Harekâtı sonrasında 13 Şubat 1975'te Kıbrıs Türk Federe Devletinin ilânını sağladı ve Devlet Başkanı ve Meclis Başkanı görevlerini yürüttü. Federe Devlet Anayasası uyarınca 20 Haziran 1976 günü yapılan ilk Genel Seçimlerde büyük bir çoğunlukla, Halk tarafından seçildi. 1981'de ikinci kez Devlet Başkanlığına seçilen Denktaş, 1983'de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini ilan etti ve 1985'de Cumhurbaşkanlığına seçildi. 1990, 1995 ve 2000 yıllarındaki Cumhurbaşkanlığı seçimlerini tekrar kazanarak görevine devam etmiştir.

İngilizce ve Rumca'yı iyi bilen Rauf Denktaş, 1949 yılında Aydın Denktaş ile evlendi. Raif Denktaş (d.1951-ö.1985), Münir Denktaş (d.1951-ö.1958), Serdar Denktaş (d.1959), Dilek Denktaş (d.1955-ö.1957), Değer Denktaş, Ender Denktaş adlarında üç oğlu ve üç kızı olmuştur. Bir oğlunu bademcik ameliyatında, bir oğlunu trafik kazasında yitirmiştir. Bugün bir oğlu, iki kızı ve onbir torunu vardır.

Bugüne dek yayınlanmış 50 kitabı ve bir film senaryosu (İşgal Altında) vardır. Yazarlık - Fotoğrafçılık en sevdiği uğraşlarıdır. Amerika - İngiltere - Avusturalya - İtalya - Türk Cumhuriyetleri - Polonya - Fransa - Avusturya ve Türkiye Cumhuriyetinde fotoğraf sergileri açmış, sayısız konferanslar vermiş ve çeşitli ödüller ile fahri doktora ve profesörlük payeleri almıştır.

Geçirdiği rahatsızlık nedeniyle 9 Ocak 2012 Pazar günü Yakındoğu Üniversitesi Hastanesinin yoğun bakım servisine kaldırılan KKTC'nin 1. Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, 13 Ocak 2012 günü vefat etmiştir. 17 Ocak 2012 günü, yapılan devlet töreniyle Lefkoşa'daki Cumhuriyet Parkı'nda defnedildi.

 Kitapları :

- Saadet Sırları (1941)
- Ateşsiz Cehennem (1944)
- Criminal Cases (1953)
- 12'ye 5 Kala (1965)
- Akritas Planı (1972)
- A Short Discourse of Cyprus (1972)
- The Cyprus Problem (1973)
- Cyprus Triangle (1981)
- Gençlerle Başbaşa (1981)
- Kur'ân'dan İlhamlar (1986)
- Gençlere Öğütler (1988)
- İmtihan Dünyası
- Yarınlar İçin
- Kıbrıs Girit Olmasın
- A Handbook of Criminal Cases, 1955
- Cyprus Problem in a Nutshell, 1983
- Kadın ve Dünya - Woman and The World, 1985
- UN Speeches on Cyprus, 1986
- Seçenekler ve Kıbrıs Türkleri - The Options
- and The Turkish Cypriots, 1986
- Cyprus, An Indictment and Defence, 1987
- The Cyprus Problem 23rd Year, 1987
- My Vision for Cyprus, 1988
Atatürk, Din ve Laiklik - Atatürk, Religion
- and Laïcité, 1989
- Kıbrıs'ta Bitmeyen Kavga - The Unending
- Fight in Cyprus, 1991
- Kıbrıs Davamız - Our Cyprus Issue, 1991
- İlk Altı Ay - The First Six Months, 1991
- What is the Cyprus Problem, 1991
- A Challenge on Cyprus, 1990-91
- Denktaş As A Photographer, Images From Northern Cyprus, 1991
- The Cyprus Problem and the Remedy, 1992, Nicosia (Lefkoşa)
- From My Album, 1992
- O Günler - Those days, 1993, Nicosia
- Images From Northern Cyprus, 1993
- Vizyon - The Vision, 1994, Nicosia
- Kapılar - Doors, 1995, Nicosia
- Observations on the Cyprus Dispute, 1996
- Kıbrıs Meselesinde Son Durum - The Latest Situation in Cyprus Issue, 1996, Nicosia
- Rum Yunan İkilisi: İstenmeyen Cumhuriyetten Nereye? - Cypriot Greek Duo: Where to from the Unwanted Republic, 1996, Nicosia
- Karkot Deresi - Karkot Creek, 1996
- Rauf Denktaş'ın Hatıraları, 1964-74, I. cilt (1964) - Memoirs of Rauf Denktaş, 1964-74, volume I (1964), 1996
- Rauf Denktaş'ın Hatıraları, 1964-74, II. cilt (1965), 1997
- Rauf Denktaş'ın Hatıraları, 1964-74, III. cilt (1966), 1997
- Rauf Denktaş'ın Hatıraları, 1964-74, IV. cilt (1967), 1997
- Rauf Denktaş'ın Hatıraları, 1964-74, V. cilt (1968), 1997
- Rauf Denktaş'ın Hatıraları, 1964-74, VI. cilt (1969), 1997
- Rauf Denktaş'ın Hatıraları, 1964-74, VII. cilt (1970), 1997
- Kalbimin Sesi - The voice of my heart, 1997
- In Search of Justice, 1997
- Rauf Denktaş'ın Hatıraları, 1964-74, VIII. cilt (1971-72), 1998
- Rauf Denktaş'ın Hatıraları, 1964-74, IX. cilt (1973-74), 1999
- Hatıralar, Toplayış, X. cilt - Memoirs, Conclusion, vol X, 2000
● Kaynak : Biyografi.info

12 Ocak 2021 Salı

#İkiŞeyÖğretisi

"Allah, İradesini Hakim Kılmak İçin Yeryüzündeki İyi İnsanları Kullanır. Yeryüzündeki Kötü İnsanlar İse Kendi İradelerini Hakim Kılmak İçin Allah'ı Kullanırlar. " Giordano Bruno

#İkiŞeyÖğretisi

Kilise Tarafından Diri Diri Yakılarak Öldürülen GiordanoBruno (1548- 1600) Rönesans Felsefesini Biçimlendiren Filozofların En Önemlilerinden Biri Olup Evrensel Ve Zaman Mefhumundan Uzak "İki Şey Öğretisi" Kulağa Küpe Olacak Cinsten.

“İki Şey” Çözümsüz Görünen Problemleri Bile Çözer:

1- Bakış Açısını Değiştirmek

2- Karşındakinin Yerine Kendini Koyabilmek

“İki Şey” Yanlış Yapmanı Engeller:

1- Şahıs Ve Olayları Akıl Ve Kalp Süzgeçinden Geçirmek

2- Hak Yememek

“İki Şey” Kişiyi Gözden Düşürür :

1- Demagoji (Laf Kalabalığı)

2- Kendini Ağıra Satmak (Övmek, Vazgeçilmez Göstermek)

“İki Şey” İnsanı 'Nitelikli İnsan' Yapar:

1- İradeye Hakim Olmak

2- Uyumlu Olmak

“İki Şey”  'Ekstra Değer' Katar:

1- Hitabet Ve Diksiyon Eğitimi Almak

2- Anlayarak Hızlı Okumayı Öğrenmek

“İki Şey”  Geri Bırakır:

1- Kararsızlık

2- Cesaretsizlik

“İki Şey”  Kaşif Yapar:

1- Nitelikli Çevre

2- Biraz Delilik

“İki Şey”  Ömür Boyu Boşa Kürek Çekmemeni Sağlar:

1- Baskın Yeteneği Bulmak

2- Sevdiğin İşi Yapmak

“İki Şey”  Başarının Sırrıdır:

1- Ustalardan Ustalığı Öğrenmek

2- Kendini Güncellemek

“İki Şey”  Başarıyı Mutlulukla Beraber Yakalamanın Sırrıdır:

1- Niyetin Saf Olması

2- Ruhsal Farkındalık

“İki Şey” Milyonlarca İnsandan Ayırır:

1- Sorunun Değil, Çözümün Parçası Olmak

2- Hayata Ve Her Şeye Yeni (Özgün, Orijinal,Farklı) Bakış Açısıyla Yaklaşabilmek

“İki Şey”  Gelişmeyi Engeller:

1- Aşırılık (Mübalağa, Abartı, İfrat)

2- Felakete Odaklanmış Olmak

“İki Şey” Çözüm Getirir:

1- Tebessüm (Gülümseme)

2- Sükut (Susmak)

“İki Şey”  İn Değeri Kaybedilince Anlaşılır:

1- Anne

2- Baba

“İki Şey”  Geri Alınmaz:

1- Geçen Zaman

2- Söylenen Söz

“İki Şey”  Ulaşmaya Değerdir:

1- Sevgi

2- Bilgi

“İki Şey” ‘Hayatta Önemli Olan Her Şey’ İçindir:

1- Nefes Alabilmek

2- Nefes Verebilmek

● Giordano Bruno (1548- 1600)