Kaya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kaya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Kasım 2016 Cumartesi

Makbule Kaya : Bir Nefescik Söyleyim

Bir nefescik söyleyeyim
Dinlemezsen neyleyeyim
Aşk deryasın boylayayım
Ummana dalmağa geldim

Ben Hak ile oldum aşna
Gönlümüzde yoktur nesne
Pervaneyim ateşine
Oduna yanmağa geldim

Aşk harmanında savruldum
Hem elendim hem yuğruldum
Kazana girdim kavruldum
Meydana yetmeğe geldim

Ben Hakk'ın edna kuluyum
Kem damarlardan biriyim
Ayn-ı cemin bülbülüyüm
Meydana ötmeğe geldim

Pir Sultan'ım der gözümde
Hiç hata yoktur sözümde
Eksiklik kendi özümde
Darına durmağa geldim

Pir Sultan Abdal

22 Ekim 2016 Cumartesi

Ahmet Kaya : Şafak Türküsü Videosu


Şafak Türküsü 

1
Beni burada arama anne
Kapıda adımı sorma
Saçlarına yıldız düşmüş
Koparma anne
Ağlama

Kaç zamandır yüzüm tıraşlı
Gözlerim şafak bekledim
Uzarken ellerim
Kulağım kirişte
Ölümü özledim anne
Yaşamak isterken delice

2
Bugün görüş günü
Günlerden salı
Islak
Sarı bir yağmur
Ülkemin neresine bakarsa ay
Orada yitik bir anne ağlıyor
Sen aralıyorsun yağmuru
Acıdan sırılsıklam alnına siper edip elini
Sonra bir umut koşuyorsun
Yüreğin avcunda
ısırırken
çırpıntı gözlerini
(ah verebilseydim keşke
yüreği avcunda koşan
herbir anneye
tepeden tırnağa oğula
ve kıza kesmiş
bir ülkeyi armağan
koşma anne
birdenbire batacak olan
düş denizinde yarattığın umut sandalıdır
oysa benim için gece
ışık hızıyla koşan
kısa ve soğuk bir zamandır
bu yüzden boğuk seslerle geldiler bir şafak
uykusuz
yorgun
ve korkak

3
sanırım baytardı
yüreğimin depreminde rihter ölçeği çatlarken
ölebilir raporu veren beyaz önlüklü doktor
boşver hipokrat amca
üzülme ne olur
sen de anne
sen de üzülme
hücremin dört bir köşesinde el ayak izlerimi
ciğerlerimde yırtılan bir çığlıkla hazır beklediğim
ve korkunç bir sabırla birbirine eklediğim
korkak kahraman gecelerimi
düşlerimle sınırsız
diretmişliğimle genç
şaşkınlığımla çocuk devrederken sıradakine
usulca açılıverdi
yanağımda tomurcuk

pir sultan`ı düşün anne
şeyh bedrettin`i
börklüce`yi
torlak kemal`i düşün anne
hala kanaması nedendir faşizmin göğsünde
utangaçlığı bile vuramadan yanaklarına yasının
onsekizinde ölümüne pervasız yürüyen
ince bilekli çıplak ayaklı tanya`nın
deniz`i düşün anne
her mayıs şafağında uzun
uzun döverken darağaçlarını
ve o şafaktan doğma
onbir yaşını çiğneyip yürüyen çocukları
insanları düşün anne
düşün ki yüreğin sallansın
düşün ki o an
güneşli güzel günlere inanan
mutlu bir yusufçuk havalansın

4
sıcak omuzlar değerken omzuma
buz üstünde yürüdüm yıllar boyu
bayraklar ve türkülerle
kopunca memelerinden o mükemmel yaşama

kurşunlar sıktılar alnıma
açık alanlarda ağır
kartalların konup kalktığı
yalçın kayalardan biriydim
ölüp dirildim yeniden
güneşli güneşsiz akşamlarda

mutlu yarınlar adına
özgürlük adına ekmek adına
üstüne vardım kuyruğu kanlı itlerin
dirilip dönmesin diye hiroşimalar
tahtadan atların boynuna çıplak
ölümlerle yatmasın diye çocuklar
aç gözlerle bakmasın diye çocuklar
kardeşlik adına
havadaki kuş denizdeki balık adına
yürüdüm yıllar boyu

dönüp bakmadım arkama
ıraktı gözlerim cok ırak
izim kalır mı bilmem yürüdüğüm yolda
kalsa da silinir gider
yalnızca bir ağıt gibi çakılır
ardımca gelenlere gözlerimi yaktığım yer

5
tören adımlarıyla ölmek
ne garip şey anne
kanlı karanlık bir oyunda baş oyuncuyum
bütün gözler üstümde

sürüyor gecenin karnında şafağa bakan oyun
masa üstünde üşüyen bir sigara
yanında küçücük bir cam bardak
içinde rengi bu gecenin
cılız titrek bir kibrit
kağıt kalem
sandalye
geride flu
yağlı
büküm büküm bir ip
ve çingene kuralına uygun
değişmez dekoru mudur
idam mahkumunun

6
kırılacak cammışım gibi davranıyorlar
yüzlerinde zoraki çatılmış bir hüzün
oysa birazdan boynumu kıracaklar
pul pul dökülecek yaz sivası eylül`ün

ben ölümü asıl az ötede titreyen
çingenenin kara kıllı ellerinde gördüm
anladım ki küllenen sigaradır
soğuyan bir bardak çaydır benim ömrüm

yani benim güzel annem
alacaşafağında ülkemin
yıldız uçurmak varken
oturup yıldızlar içinde
kendi buruk kanımı içtim

7
ne garip duygu şu ölmek
öptüğüm kızlar geliyor aklıma
bir açıklaması vardır elbet
giderken darağacına

8
geride
masa üstünde boynu bükük kaldı kağıt kalem
bağışla beni güzel annem
oğul tadında bir mektup yazamadım diye kızma bana
elleri değsin istemedim
gözleri değsin istemedim
ağlayıp koklayacaktın
belki bir ömür taşıyacaktın koynunda

usul adımlarla yürüdüm ömrümü
karşımda kurum kurum-laşan darağacı
(tarlakuşu korkmaz ki korkuluktan
ökse de olsa dört bir yanı)
birdenbire acıdı boynum
gelecekler var birbiri ardınca genç
yakışıklı

ne olur işçi kadınım
az yumuşak dik
şu kefenin yakasını

9
yaşamak ağrısı asıldı boynuma
oysa türkü tadında yaşamak isterdim
çiçekleri kokmak ırmakları akmak
yaz boyu çobanaldatanlara aldanmak
su başlarında aylak sektirmek kavalımı
sonra bir çocuğun afacan bacaklarında
anavarca kayalıklarına tırmanmak isterdim
o güzel günleri görenler arasında
bir soluk ben de yaşamak isterdim
bir de luvr müzesinde seyretmek gizliden
öperken siya-u jakond`u tebessümünden
işte o an saçlarından yakalamak dolunayı
bir de yirmibeş kilometreden görebilmek
nazım`in gözleriyle pırıl pırıl moskova`yı

ölmek ne garip şey anne
bayram kartlarının tutsaklığından aşırıp bayramı
sedef kakmalı bir kutu içinde
vermek isterdim çocukların ellerine
sonra
sonra benim güzel annem
damdan düşer gibi
vurulmak isterdim bir kıza

10
künyemi okudular
suçumuz malum

gecenin kıyısında durmuşum
kefenin cebi yok
koynuma yıldız doldurmuşum
koşun çocuklar çocuklar koşun
sabah üstüme
üstüme geliyor
yanlış mı duydum yoksa
erkenci bir horoz mu ötüyor
keskin bir acı bilenmiş
gitgide yaklaşıyor sonum

iri sözlerim yoktu söyleyecek
usulca baktım yüzlerine
bin yıllık iskeletleri çatırdayarak
göçtü ayaklarının dibine

korkutamadılar beni anne
avlunun ortasında çatık bir kaş gibi duran
darağacı
bir zaman rüzgarda
saçını tarayan telli kavak değil mi
boynumdaki kemendi bir oğle sonu bükerken o kız
sarı sıcak sevdasını düşünmedi mi
söyle anne
o çingene
bir çicek bahçesi kadar sıcak sokağımızdan
bağıra çağıra geçen bohçacı kadını
sevmedi mi çılgınca

11
kurulmuş tuzaklar yok artık yolumda
işkenceler zindanlar hücreler
savunmak yok mutlu tok bir yaşamı
açlık grevlerinde beynimi bir sıçan gibi kemiren
mideme karşı
kısacası
bir çiçeği düşünürken ürpermek yok
gülmek umut etmek özlemek
ya da mektup beklemek
gözleri yatırıp ıraklara

ölmek ne garip şey anne
artık duvarları kanatırcasına tırnağımla
şaşkın umutlu şiirler yazamayacağım
mutlak bir inançla gözlerimi tavana çakamayacağım
baba olamayacağım örneğin
toprak olmak ne garip şey anne
ceplerimde el yerine balyoz taşırken
korkunç bir merakla beklerken kurtuluş haberlerini
ve yüreğimin ırmakları taştı
taşacakken
ölmek ne garip şey anne

uçurumlar ki sende büyür
dağdır ki sende göçer
ben yaprak derim çiçek derim
cam diplerinde açmış kanatlarını kozalak derim
gül yanaklı çocuğa benzer
yine de
oğlunu yitirmek kimbilir
ne garip şey anne

12
beni burada arama anne
kapıda adımı sorma
saçlarına yıldız düşmüş
koparma anne
ağlama
kırıldıysa düş evinin kapısı
bütün kırık kapıların çağrılısıyım
kızların yanaklarında çukurlaşan
biten başlayan aşkların ortasındayım
her kavgada ölen benim
bayrak tutan çarpışan
her kadın toprağı tırnaklayarak doğurur beni
özlem benim kavga benim aşk benim
bekle beni anne
bir sabah çıkagelirim

bir sabah anna bir sabah
acını süpürmek için açtığında kapını
umarım kurtuluş haberleriyle dönmüş olur
cam ve kekik kokuları içinde acı yüzlü çocuklar
o zaman nasıl indirilmişlerse şen şakrak
öylece kalkar uykudan salterler
dişleyip tükürmeden sigaralarını
türkü tadında giyinirken işçiler

bir sabah anna bir sabah
acını süpürmek için açtığında kapını
adı başka sesi başka nice yaşıtım
koynunda çicekler
çicekler içinde bir ülke getirirler
başlarını koymak için yoğun dizine
sen hazır tut dizini anne
o mükemmel güne

Ağustos-Ekim 1983
Şafak Türküsü, 1984) 

Nevzat Çelik

18 Ekim 2016 Salı

İhtiyar Balıkçı ve Kaya Balığı


    Bir varmış, bir yokmuş. Bu dünyada insanlar, denizlerdeki kumlardan da çokmuş. Evvel zaman içinde, memleketin birinde, bir padişahın oğlu varmış. Bu prens de çok yakışıklıymış. Yakışıklılığı, çok uzak diyarlarda bile bilinirmiş. Genç kızlar, prensi bir kere olsun görebilmek için, gözlerini kırpmadan tüm zorluklara katlanırlarmış.
    Prensin yakışıklılığı haberi, en sonunda karanlıklar ülkesine de ulaşmış. Padişahın oğlunun dillere destan yakışıklılığı, karanlıklar ülkesinin cadı prensesini meraklandırmış. Cadı prenses: “Böyle bir güzellik olsa olsa benim hakkımdır” diyerek yeryüzüne çıkıp, yakışıklı prensin sarayına varmış. Yakışıklı prensi görür görmez, ona vurulmuş. Vurulmuş ama prens, çevresinde o kadar güzel kız varken, hiç dönüp de cadı prensese bakar mı? Cadı prenses, yakışıklı prensin kendisiyle ilgilenmemesine çok kızmış ve onu, iri bir kayabalığına çevirivermiş.
    Yakışıklı prensin aniden ortadan kaybolması, memleketi yasa boğmuş. Nice genç kızlar, siyah matem elbiselerini giyerek yas tutmaya başlamışlar.
    Kayabalığı prens, kimi zaman denizde, kimi zaman kıyıdaki kayalıklarda yaşayarak, günlerini geçirmeye başlamış.
    Günlerden bir gün, fakir bir ihtiyar deniz kıyısına inerek, oltasını suya bırakmış. Eh! Balıkçılıkta hüner, sabırla balığın gelmesini beklemektir. İhtiyar da beklemeye başlamış. Bekle, bekle, bekle… Aradan saatler geçmiş, tek bir balık bile oltasına dokunmamış. “Eyvah! Bu gün de aç kalacağım. Zaten kaç gündür boğazımdan bir lokma yiyecek geçmedi. Bu gidişle açlıktan öleceğim.” diye kendi kendine söylenirken, aniden oltasının ucu titremeye başlamış. Hemen misinaya asılıp, çekmeye başlamış. Oltanın ucunda, çıka çıka bizim horozbina prens çıkmasın mı! İhtiyar balıkçı: “İşte talihim döndü. Bu kayabalığını yersem, açlıktan kurtulurum” diye sevinirken, kayabalığı prens dile gelmiş:
        — Ey insanoğlu! Sen beni yakaladın. Şimdi senin elindeyim. Beni yeniden denize salarsan, senin üç dileğini yerine getirir, mutlu olmanı sağlarım ama sen de son dileğin de olduktan sonra, beni yüzgeçlerimden öpmelisin. Çünkü ben de senin gibi bir insanoğluydum. Karanlıklar prensesi cadıya karşı geldiğim için, beni cezalandırıp balığa dönüştürdü. Benim yeniden insan olabilmem için, senin üç dileğini yerine getirmem, senin de beni yüzgeçlerimden öpmen gerekir demiş. Bu sözleri duyan ihtiyar balıkçı: “Ben bu kayabalığını yesem, elime ne geçecek? Yarın gene aç kalmayacak mıyım? İyisi mi, ben bu kayabalığından üç istekte bulunayım” diye düşünmüş ve kayabalığı prense:
        — Bana öyle bir saray yap ki, duvarları altından, kapıları zümrütten, camları pırlantadan olsun demiş.
        — Hay hay! Bu ilk isteğini hemen yerine getireceğim.
        — İyi ama diğer isteklerimi bildireceğim zaman, ben seni nerede bulacağım? -
        — Sen hiç merak etme. Sen ne zaman deniz kıyısına gelirsen, ben burada olacağım.
    İhtiyar balıkçı ağır aksak adımlarla gecekondusuna dönmüş ama gecekondusunun yerinde yeller esmekteymiş. Onun yerinde öyle bir saray duruyormuş ki, anlatmaya kelimeler yetmeyecek güzellikte imiş bu saray. İhtiyar balıkçı, sevinçten az daha aklını oynatacakmış. Sabaha kadar gözüne uyku girmemiş.
    Sabah olunca, doğru deniz kıyısına yollanmış ve:
        — Kayabalığı, kayabalığı! diye seslenmiş. Kayabalığı prens, hemen başını sudan çıkartmış:
        — Ee dedecik, bu kadar erken geldiğine göre, ikinci dileğini de yerine getirmemi isteyeceksin herhalde.
        — Doğru söyledin kayabalığı. Evet, çok güzel bir sarayım oldu ama bu ihtiyar halimle, ben bu sarayı ne yapayım? Sen en iyisi beni gençleştir ki, ben de sarayımda yaşamanın keyfini çıkarayım.
    Kayabalığı suya dalarak, gözden kayboluvermiş. İhtiyar balıkçı çaresiz sarayının yolunu tutmuş ama gençleştiği falan yok. Kuşku içinde “acaba bu kayabalığı beni kandırdı mı?” diye düşünerek, sarayının kapısına varmış. Kapının som altından olan tokmağını tuttuğu anda, aklaşmış saçları siyahlaşmaya, buruşmuş derileri gerilmeye, eğrilmiş kemikleri doğrulmaya başlamış. Kapıyı kapatıp sarayına girdiğinde, on sekiz yaşında bir delikanlı oluvermiş. Sarayın merdivenlerini dörder dörder inip çıkmaya; sarayın salonunda, durup dinlenmeden taklalar atmaya başlamış.
    Ertesi sabah, yüzünü bile yıkamadan, -yüzünü yıkamış olsa, daha iyi ederdi bence- soluğu deniz kıyısında alıp, kayabalığına seslenmiş. Daha o son heceyi bitirmeden, kayabalığı kıyıya yanaşmış:
        — Buradayım, telaşlanma. Hadi son dileğini söyle de, ben de özgürlüğüme kavuşayım demiş.
        — Üçüncü dileğim: Bu saraya layık, genç ve güzel bir kızla evlenmektir.
        — Üçüncü dileğini de yerine getirmek, benim için mutluluk olacaktır. Ancak bu dileğin gerçekleştikten sonra, sakın ha bana verdiğin sözü unutayım deme. Yoksa ben bu uçsuz bucaksız denizin içinde, sonsuza kadar kayabalığı olarak kalakalırım.
    Eski ihtiyar balıkçı –artık genç tabii- koşarak, atlayarak sarayının yolunu tutmuş. Tutmuş ama daha saraya varmadan, bir gürültü, bir kalabalık ki… Sormayın gitsin. Meğerse o memleketin padişahı, kızını bizim balıkçıya vermek için, halkla beraber yollara düşmüş. Padişah balıkçıyı görünce:
        — Bak delikanlı! Bu genç yaşında, benim sarayımdan güzel bir saraya sahip olmuşsun. Bu kadar büyük ve değerli bir sarayda, genç bir delikanlının yalnız başına yaşaması yakışık olmaz. Sen de uygun bulursan, seni kızımla evlendirmek isterim. Hem artık ben de yaşlandım. Benim yerime padişah olursun. Bana sarayında bir odacık verirsen, doğacak torunlarımla güler oynar; ömrümü tamamlarım diye konuşmuş. Aman! Körün aradığı bir göz! Balıkçı, padişahın teklifini hemen kabul edivermiş.
    Padişah düğünü olur da, iki üç günde biter mi hiç? Kırk gün kırk gece davullar vurulmuş. (Ben o düğüne gidemedim. Oh olsun! Annemin sözünü dinlemeyip, terliyken su içtim; hastalandım. Mahallenin bütün çocukları gittiler tabii düğüne. Kıskançlıktan, az daha çatlayacaktım anlayacağınız.) Neyse, o düğün telaşı içinde bizim balıkçı damat, kayabalığına verdiği sözü unutmuş. Bu arada da düğünün son gününe, yani kırkıncı gününe gelinmiş.
    O memlekette de adetmiş: Düğünün son günü, balık biçiminde bir pasta yapıp damada yedirmeden, damatla gelinin yan yana gelmelerine izin vermezlermiş. Balıkçı pastadan balığı görünce, kayabalığına, ona verdiği sözü hatırlamış ve:
        — Aman, Allah’ını seven beni tutmasın. Benim hemen deniz kıyısına gitmem gerek. Beni bırakmazsanız, ben gelinle bir araya gelmem diye sağdıçlarına seslenmiş. Ee sağdıçlar da ne yapsın şimdi? Ne de olsa padişahın damadı. Mecburen balıkçının deniz kıyısına gitmesine ses çıkaramamışlar.
    Balıkçı koşa koşa deniz kıyısına varıp seslenmiş. Daha son hecesini tamamlamadan, kayabalığı kıyıya yanaşıvermiş. Balıkçı, kayabalığını tuttuğu gibi yüzgeçlerinden öpüvermiş. O anda kayabalığı, dünya yakışıklısı bir delikanlıya dönüşüvermiş. Balıkçı, dünya yakışıklısı genci yolcu etmiş. Kendisi de, hemen gelinin yanına koşmuş.
    Yakışıklı prens az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. En sonunda memleketine ulaşıvermiş. Onun geldiğini haber alan bütün genç kızlar, yas giysilerini atıp, sarayın önünde toplanmışlar. Yakışıklı prens ne yapsın şimdi? Birinden birini seçse, diğerleri üzülecek. Hemen bir elma alarak sarayın penceresine çıkmış:
        — İçinizden hanginizi seçersem, diğerleri üzülecek. En iyisi, biz bu seçimi şansa bırakalım. Elimdeki elma kime değerse, ben onunla evleneceğim. Anlaştık mı? Bütün kızlar tek bir ağızdan yanıt vermişler:
        — Anlaştık! Yakışıklı prens, elmayı kalabalığa doğru fırlatmış…