22 Eylül 2018 Cumartesi

Nazım Hikmet RAN : Arhaveli İsmail'in Hikayesi


Arhaveli İsmail'in Hikayesi

Ateşi ve ihaneti gördük. 

Düşman ordusu yine başladı yürümeğe. 
Akhisar, Karacabey
Bursa ve Bursa'nın doğusunda Aksu, 
çarpışarak çekildik... 
920'nin 
29 Ağustos'u: 
Uşak düştü. 
Yaralı 
ve dehşetli kızgın 
fakat toprağımızdan emin, 
Dumlupınar sırtlarındayız. 
Nazilli düştü. 

Ateşi ve ihaneti gördük. 
Dayandık 
dayanmaktayız. 

1920 Şubat, Nisan, Mayıs, 
Bolu, Düzce, Geyve, Adapazarı
İçimizde Hilâfet Ordusu, 
Anzavur isyanları. 
Ve aynı sıradan, 
3 Ekim Konya
Sabah. 
500 asker kaçağı ve yeşil bayrağıyla Delibaş 
girdi şehre. 
Alaeddin tepesinde üç gün üç gece hüküm sürdüler. 
Ve Manavgat istikametlerinde kaçıp 
ölümlerine giderken 
terkilerinde kesilmiş kafalar götürdüler. 

Ve 29 Aralık Kütahya
4 top 
ve 1800 atlı bir ihanet 
yani Çerkez Ethem, 
bir gece vakti 
kilim ve halı yüklü katırları, 
koyun ve sığır sürülerini önüne katıp 
düşmana geçti. 
Yürekleri karanlık, 
kemerleri ve kamçıları gümüşlüydü, 
atları ve kendileri semizdiler... 

Ateşi ve ihaneti gördük. 
Ruhumuz fırtınalı, etimiz mütehammil. 
Sevgisiz ve ihtirassız çıplak devler değil, 
inanılmaz zaafları, korkunç kuvvetleriyle, 
silâhları ve beygirleriyle insanlardı dayanan. 
Beygirler çirkindiler, 
bakımsızdılar, 
hasta bir fundalıktan yüksek değillerdi. 
Fakat bozkırda kişneyip köpürmeden 
sabırlı ve doludizgin koşmasını biliyorlardı. 
İnsanlar uzun asker kaputluydu, 
yalnayaktı insanlar. 
İnsanların başında kalpak, 
yüreklerinde keder, 
yüreklerinde müthiş bir ümit vardı. 
İnsanlar devrilmişti, kedersiz ve ümitsizdiler. 
İnsanlar, etlerinde kurşun yaralarıyla 
köy odalarında unutulmuştular. 
Ve orda sargı, 
deri 
ve asker postalları halinde 
yan yana, sırtüstü yatıyorlardı. 
Koparılmış gibiydi parmakları saplandığı yerden 
eğrilip bükülmüştü 
ve avuçlarında toprak ve kan vardı. 

Ve asker kaçakları, 
korkuları, mavzerleri, çıplak, ölü ayaklarıyla 
karanlıkta köylerin içinden geçiyorlardı. 
Acıkmıştılar, 
merhametsizdiler, 
bedbahttılar. 
Şosenin ıssız beyazlığına inip 
nal sesleri ve yıldızlarla gelen atlıyı çeviriyor 
ve Bolu dağında ekmek bulamadıkları için 
deviriyorlardı uçurumlara: 
şayak, cıgara kâadı, tuz ve sabun yüklü yaylıları. 

Ve çok uzak, 
çok uzaklardaki İstanbul limanında, 
gecenin bu geç vakitlerinde, 
kaçak silâh ve asker ceketi yükleyen laz takaları: 
hürriyet ve ümit, 
su ve rüzgârdılar. 
Onlar, suda ve rüzgârda ilk deniz yolculuğundan beri vardılar. 
Tekneleri kestane ağacındandı, 
üç tondan on tona kadardılar 
ve lâkin yelkenlerinin altında 
fındık ve tütün getirip 
şeker ve zeytinyağı götürürlerdi. 
Şimdi, büyük sırlarını götürüyorlardı. 
Şimdi, denizde bir insan sesinin 
ve demirli şileplerin kederlerini 
ve Kabataş açıklarında sallanan 
saman kayıklarının fenerlerini 
peşlerinde bırakıp 
ve karanlık suda Amerikan taretlerinin önünden akıp 
küçük, 
kurnaz 
ve mağrur 
gidiyorlardı Karadeniz'e. 
Dümende ve başaltlarında insanları vardı ki 
bunlar 
uzun eğri burunlu 
ve konuşmayı şehvetle seven insanlardı ki 
sırtı lâcivert hamsilerin ve mısır ekmeğinin 
zaferi için 
hiç kimseden hiçbir şey beklemeksizin 
bir şarkı söyler gibi ölebilirdiler... 

Karanlıkta kurşunîi derisi kırmızıya boyanan 
baltabaş gemi 
İngiliz torpitosudur. 
Ve dalgaların üstünde sallanarak 
alev alev 
yanan: 
Şaban Reisin beş tonluk takası. 

Kerempe Fenerinin yirmi mil açığında, 
gecenin karanlığında, 
dalgalar minare boyundaydılar 
ve başları bembeyaz parçalanıp dağılıyordu. 
Rüzgar: 
yıldız - poyraz. 
Esirlerini bordasına alıp 
kayboldu İngiliz torpitosu. 
Şaban Reisin teknesi 
ateşten direğiyle gömüldü suya. 

Arheveli İsmail 
bu ölen teknedendi. 
Ve şimdi 
Kerempe Fenerinin açığında, 
batan teknenin kayığında 
emanetiyle tek başınadır, 
fakat yalnız değil: 
rüzgârın, 
bulutların 
ve dalgaların kalabalığı, 
İsmail'in etrafında hep bir ağızdan konuşuyordu. 

Arheveli İsmail 
kendi kendine sordu: 
«Emanetimizle varabilecek miyiz? » 
Kendine cevap verdi: 
«Varmamış olmaz.» 

Gece, Tophane rıhtımında 
Kamacı ustası Bekir Usta ona: 
«Evlâdım İsmail, » dedi, 
«hiç kimseye değil, » dedi, 
«bu, sana emanettir.» 

Ve Kerempe Fenerinde 
düşman projektörü dolaşınca takanın yelkenlerinde, 
İsmail, reisinden izin isteyip, 
«Şaban Reis, » deyip, 
«emaneti yerine götürmeliyiz, » deyip 
atladı takanın patalyasına, 
açıldı. 

«Allah büyük 
ama kayık küçük» demiş Yahudi. 
İsmail bodoslamadan bir sağnak yedi, 
bir sağnak daha, 
peşinden üç-kardeşler. 
Ve denizi bıçak atmak kadar iyi bilmeseydi eğer 
alabora olacaktı. 

Rüzgâr tam kerte yıldıza dönüyor. 
Ta karşıda bir kırmızı damla ışık görünüyor: 
Sıvastopol'a giden bir geminin 
sancak feneri. 

Elleri kanayarak 
çekiyor İsmail kürekleri. 
İsmail rahattır. 
Kavgadan 
ve emanetinden başka her şeyin haricinde, 
İsmail unsurunun içinde. 
Emanet: 
bir ağır makinalı tüfektir. 
Ve İsmail'in gözü tutmazsa liman reislerini 
ta Ankara'ya kadar gidip 
onu kendi eliyle teslim edecektir. 

Rüzgâr bocalıyor. 
Belki karayel gösterecek. 
En azdan on beş mil uzaktır en yakın sahil. 
Fakat İsmail 
ellerine güvenir. 
O eller ekmeği, küreklerin sapını, dümenin yekesini 
ve Kemeraltı'nda Fotika'nın memesini 
aynı emniyetle tutarlar. 

Rüzgâr karayel göstermedi. 
Yüz kerte birden atlayıp rüzgâr 
bir anda bütün ipleri bıçakla kesilmiş gibi 
düştü. 

İsmail beklemiyordu bunu. 
Dalgalar bir müddet daha 
yuvarlandılar teknenin altında 
sonra deniz dümdüz 
ve simsiyah 
durdu. 
İsmail şaşırıp bıraktı kürekleri. 
Ne korkunçtur düşmek kavganın haricine. 
Bir ürperme geldi İsmail'in içine. 
Ve bir balık gibi ürkerek, 
bir sandal 
bir çift kürek 
ve durgun 
ölü bir deniz şeklinde gördü yalnızlığı. 
Ve birdenbire 
öyle kahrolup duydu ki insansızlığı 
yıldı elleri, 
yüklendi küreklere, 
kırıldı kürekler. 

Sular tekneyi açığa sürüklüyor. 
Artık hiçbir şey mümkün değil. 
Kaldı ölü bir denizin ortasında 
kanayan elleri ve emanetiyle İsmail. 
İlkönce küfretti. 
Sonra, «elham» okumak geldi içinden. 
Sonra, güldü, 
eğilip okşadı mübarek emaneti. 
Sonra... 
Sonra, malûm olmadı insanlara 
Arhaveli İsmail'in âkıbeti...

Nazım Hikmet RAN

Hiç yorum yok: