1 Ekim 2018 Pazartesi

Neşet Ertaş : Dağlar Sana Kar mı Yağdı


Ah şu yalancı dünyada
Gülem dedim gülemedim
Garip gönlümün yarini
Bulam dedim bulamadım

Dağlar sana kar mı yağdı

Duyulmaz yarin feryadı
Her yerde yari aradım
Bu dünyada ben muradı
Alam dedim alamadım

Dağlar sana kar mı yağdı

Garibim gurbeti gezdim
Kalem aldım derdim yazdım
Bıktım bu canımdan bezdim
Ölem dedim ölemedim

Dağlar sana kar mı yağdı

Neşet Ertaş : Dağlar Sana Kar mı Yağdı

25 Eylül 2018 Salı

#NeşetErtaş → Neşet Ertaş : İki Büyük Nimetim Var


#NeşetErtaş
Aramızdan ayrılışının 6.yılında;
Bozkırın Tezenesi Neşet Ertaş'ı,
Saygı,sevgi, özlem ve rahmet ile anıyorum.
Toprağı bol, ruhu şad, mekanı cennet olsun...

İki büyük nimetim var
Biri anam biri yarim
İkisine de hürmetim var
Biri anam biri yarim

Ana deyip de geçilmez
O yar anadan seçilmez
İkisine de kıymet biçilmez
Biri anam biri yarim

Birisi var etti beni
Birisi yar etti beni
İkisinin de birdir teni
Biri anam biri yarim

Söz ve Müzik : Neşet Ertaş
Yöre : Kırşehir
Neşet Ertaş : İki Büyük Nimetim Var


Orhan Ölmez : Tabip Sen Elleme Benim Yaramı




Tabib Sen Elleme Benim Yaramı
Beni Bu Dertlere Salanı Getir
Kabul Etmem Bir Gün Eksik Olursa
Benden Bu Ömrümü Çalanı Getir
Git Ara Bul Getir Saçlarını Yol Getir

Bir Kor Oldu Görülüyor Özümden
Name Name İnliyor Sazımdan
Dünyayı Verseler Yoktur Gözümden
Dili Bülbül Kaşı Kemanı Getir
Git Ara Bul Getir Saçlarını Yol Getir

Merhamet Et Karşısından Bıkmadan
Hatırını Gönlünü Yıkmadan
Çabuk Getir Can Bedenden Çıkmadan
Fakirin Derdine Dermanı Getir
Git Ara Bul Getir Saçlarını Yol Getir

Yoksulun Derdine Dermanı Getir
Git Ara Bul Getir Saçlarını Yol Getir
Benden Bu Ömrümü Çalanı Getir
Git Ara Bul Getir Saçlarını Yol Getir

Orhan Ölmez : Tabip Sen Elleme Benim Yaramı

23 Eylül 2018 Pazar

Ahmed Arif : Hasretinden Prangalar Eskittim



Hasretinden Prangalar Eskittim

Seni anlatabilmek seni.
İyi çocuklara,  kahramanlara.
Seni anlatabilmek seni,
Namussuza, halden bilmeze,
Kahpe yalana.
Ard-arda kaç zemheri,
Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu
Dışarda gürül- gürül akan bir
dünya...
Bir ben uyumadım,
Kaç leylim bahar,
Hasretinden prangalar eskittim.
Saçlarına kan gülleri takayım,
Bir o yana
Bir bu yana...
Seni bağırabilsem seni,
Dipsiz kuyulara.
Akan yıldıza.
Bir kibrit çöpüne varana.
Okyanusun en ıssız dalgasına
Düşmüş  bir kibrit çöpüne.
Yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin,
Yitirmiş öpücükleri,
Payı yok, apansız inen akşamdan,
Bir kadeh, bir cigara, dalıp gidene,
Seni anlatabilsem seni...
Yokluğun, Cehennemin öbür adıdır
Üşüyorum, kapama gözlerini...

Güler Duman : Gezsem de Dünyanın Dört Bucağını



Gezsem De Dünyanın Dört Bucağını
Vallahi Gözüme Yine Boş Gelir
Gönül Arzu Eder Dostu Cananı
Sızlar Eski Yaram Gözden Yaş Gelir

El Diyarı Mesken Olmaz İnsana
Yürekten Kul İse Cananın Sana
Hal Bilmez Hoyratı Sararsan Cana
Ağustos Ayında Başa Kış Gelir

Yüce Dağ Yeşil Çimen Yol Olsa
Acem Bahçeleri Gonca Gül Olsa
Saçı Sırma Gül Dudağı Bal Olsa
Gönül İstemezse Dile Daş Gelir

Haşimi Seversen Ey Deli Gönül
Diken Bir Gül Olur Baykuş Da Bülbül
Güzel Çul Da Giyse Olur İpek Tül
Salınıp Gezerken Göze Hoş Gelir

Aşık Haşimi 

Güler Duman : Gezsem de Dünyanın Dört Bucağını

22 Eylül 2018 Cumartesi

Nazım Hikmet RAN : Arhaveli İsmail'in Hikayesi


Arhaveli İsmail'in Hikayesi

Ateşi ve ihaneti gördük. 

Düşman ordusu yine başladı yürümeğe. 
Akhisar, Karacabey
Bursa ve Bursa'nın doğusunda Aksu, 
çarpışarak çekildik... 
920'nin 
29 Ağustos'u: 
Uşak düştü. 
Yaralı 
ve dehşetli kızgın 
fakat toprağımızdan emin, 
Dumlupınar sırtlarındayız. 
Nazilli düştü. 

Ateşi ve ihaneti gördük. 
Dayandık 
dayanmaktayız. 

1920 Şubat, Nisan, Mayıs, 
Bolu, Düzce, Geyve, Adapazarı
İçimizde Hilâfet Ordusu, 
Anzavur isyanları. 
Ve aynı sıradan, 
3 Ekim Konya
Sabah. 
500 asker kaçağı ve yeşil bayrağıyla Delibaş 
girdi şehre. 
Alaeddin tepesinde üç gün üç gece hüküm sürdüler. 
Ve Manavgat istikametlerinde kaçıp 
ölümlerine giderken 
terkilerinde kesilmiş kafalar götürdüler. 

Ve 29 Aralık Kütahya
4 top 
ve 1800 atlı bir ihanet 
yani Çerkez Ethem, 
bir gece vakti 
kilim ve halı yüklü katırları, 
koyun ve sığır sürülerini önüne katıp 
düşmana geçti. 
Yürekleri karanlık, 
kemerleri ve kamçıları gümüşlüydü, 
atları ve kendileri semizdiler... 

Ateşi ve ihaneti gördük. 
Ruhumuz fırtınalı, etimiz mütehammil. 
Sevgisiz ve ihtirassız çıplak devler değil, 
inanılmaz zaafları, korkunç kuvvetleriyle, 
silâhları ve beygirleriyle insanlardı dayanan. 
Beygirler çirkindiler, 
bakımsızdılar, 
hasta bir fundalıktan yüksek değillerdi. 
Fakat bozkırda kişneyip köpürmeden 
sabırlı ve doludizgin koşmasını biliyorlardı. 
İnsanlar uzun asker kaputluydu, 
yalnayaktı insanlar. 
İnsanların başında kalpak, 
yüreklerinde keder, 
yüreklerinde müthiş bir ümit vardı. 
İnsanlar devrilmişti, kedersiz ve ümitsizdiler. 
İnsanlar, etlerinde kurşun yaralarıyla 
köy odalarında unutulmuştular. 
Ve orda sargı, 
deri 
ve asker postalları halinde 
yan yana, sırtüstü yatıyorlardı. 
Koparılmış gibiydi parmakları saplandığı yerden 
eğrilip bükülmüştü 
ve avuçlarında toprak ve kan vardı. 

Ve asker kaçakları, 
korkuları, mavzerleri, çıplak, ölü ayaklarıyla 
karanlıkta köylerin içinden geçiyorlardı. 
Acıkmıştılar, 
merhametsizdiler, 
bedbahttılar. 
Şosenin ıssız beyazlığına inip 
nal sesleri ve yıldızlarla gelen atlıyı çeviriyor 
ve Bolu dağında ekmek bulamadıkları için 
deviriyorlardı uçurumlara: 
şayak, cıgara kâadı, tuz ve sabun yüklü yaylıları. 

Ve çok uzak, 
çok uzaklardaki İstanbul limanında, 
gecenin bu geç vakitlerinde, 
kaçak silâh ve asker ceketi yükleyen laz takaları: 
hürriyet ve ümit, 
su ve rüzgârdılar. 
Onlar, suda ve rüzgârda ilk deniz yolculuğundan beri vardılar. 
Tekneleri kestane ağacındandı, 
üç tondan on tona kadardılar 
ve lâkin yelkenlerinin altında 
fındık ve tütün getirip 
şeker ve zeytinyağı götürürlerdi. 
Şimdi, büyük sırlarını götürüyorlardı. 
Şimdi, denizde bir insan sesinin 
ve demirli şileplerin kederlerini 
ve Kabataş açıklarında sallanan 
saman kayıklarının fenerlerini 
peşlerinde bırakıp 
ve karanlık suda Amerikan taretlerinin önünden akıp 
küçük, 
kurnaz 
ve mağrur 
gidiyorlardı Karadeniz'e. 
Dümende ve başaltlarında insanları vardı ki 
bunlar 
uzun eğri burunlu 
ve konuşmayı şehvetle seven insanlardı ki 
sırtı lâcivert hamsilerin ve mısır ekmeğinin 
zaferi için 
hiç kimseden hiçbir şey beklemeksizin 
bir şarkı söyler gibi ölebilirdiler... 

Karanlıkta kurşunîi derisi kırmızıya boyanan 
baltabaş gemi 
İngiliz torpitosudur. 
Ve dalgaların üstünde sallanarak 
alev alev 
yanan: 
Şaban Reisin beş tonluk takası. 

Kerempe Fenerinin yirmi mil açığında, 
gecenin karanlığında, 
dalgalar minare boyundaydılar 
ve başları bembeyaz parçalanıp dağılıyordu. 
Rüzgar: 
yıldız - poyraz. 
Esirlerini bordasına alıp 
kayboldu İngiliz torpitosu. 
Şaban Reisin teknesi 
ateşten direğiyle gömüldü suya. 

Arheveli İsmail 
bu ölen teknedendi. 
Ve şimdi 
Kerempe Fenerinin açığında, 
batan teknenin kayığında 
emanetiyle tek başınadır, 
fakat yalnız değil: 
rüzgârın, 
bulutların 
ve dalgaların kalabalığı, 
İsmail'in etrafında hep bir ağızdan konuşuyordu. 

Arheveli İsmail 
kendi kendine sordu: 
«Emanetimizle varabilecek miyiz? » 
Kendine cevap verdi: 
«Varmamış olmaz.» 

Gece, Tophane rıhtımında 
Kamacı ustası Bekir Usta ona: 
«Evlâdım İsmail, » dedi, 
«hiç kimseye değil, » dedi, 
«bu, sana emanettir.» 

Ve Kerempe Fenerinde 
düşman projektörü dolaşınca takanın yelkenlerinde, 
İsmail, reisinden izin isteyip, 
«Şaban Reis, » deyip, 
«emaneti yerine götürmeliyiz, » deyip 
atladı takanın patalyasına, 
açıldı. 

«Allah büyük 
ama kayık küçük» demiş Yahudi. 
İsmail bodoslamadan bir sağnak yedi, 
bir sağnak daha, 
peşinden üç-kardeşler. 
Ve denizi bıçak atmak kadar iyi bilmeseydi eğer 
alabora olacaktı. 

Rüzgâr tam kerte yıldıza dönüyor. 
Ta karşıda bir kırmızı damla ışık görünüyor: 
Sıvastopol'a giden bir geminin 
sancak feneri. 

Elleri kanayarak 
çekiyor İsmail kürekleri. 
İsmail rahattır. 
Kavgadan 
ve emanetinden başka her şeyin haricinde, 
İsmail unsurunun içinde. 
Emanet: 
bir ağır makinalı tüfektir. 
Ve İsmail'in gözü tutmazsa liman reislerini 
ta Ankara'ya kadar gidip 
onu kendi eliyle teslim edecektir. 

Rüzgâr bocalıyor. 
Belki karayel gösterecek. 
En azdan on beş mil uzaktır en yakın sahil. 
Fakat İsmail 
ellerine güvenir. 
O eller ekmeği, küreklerin sapını, dümenin yekesini 
ve Kemeraltı'nda Fotika'nın memesini 
aynı emniyetle tutarlar. 

Rüzgâr karayel göstermedi. 
Yüz kerte birden atlayıp rüzgâr 
bir anda bütün ipleri bıçakla kesilmiş gibi 
düştü. 

İsmail beklemiyordu bunu. 
Dalgalar bir müddet daha 
yuvarlandılar teknenin altında 
sonra deniz dümdüz 
ve simsiyah 
durdu. 
İsmail şaşırıp bıraktı kürekleri. 
Ne korkunçtur düşmek kavganın haricine. 
Bir ürperme geldi İsmail'in içine. 
Ve bir balık gibi ürkerek, 
bir sandal 
bir çift kürek 
ve durgun 
ölü bir deniz şeklinde gördü yalnızlığı. 
Ve birdenbire 
öyle kahrolup duydu ki insansızlığı 
yıldı elleri, 
yüklendi küreklere, 
kırıldı kürekler. 

Sular tekneyi açığa sürüklüyor. 
Artık hiçbir şey mümkün değil. 
Kaldı ölü bir denizin ortasında 
kanayan elleri ve emanetiyle İsmail. 
İlkönce küfretti. 
Sonra, «elham» okumak geldi içinden. 
Sonra, güldü, 
eğilip okşadı mübarek emaneti. 
Sonra... 
Sonra, malûm olmadı insanlara 
Arhaveli İsmail'in âkıbeti...

Nazım Hikmet RAN

Nilgün Kızılcı : Anam



Yolma saçlarını yolma yolma anam
Bu da gelir geçer üzülme anam
Budur dünyanın kahrı budur
Başa gelen çekilir sabret be anam

Güzellikler sende öpülecek el de
Çoktur bilirim sen demesen de
Acılar içinde her tebessümün
Seni sen yapıyor durumsun sen de 
Işığımsın ana

Başa gelenler çekilir dertler
Gönlün rahat olsun gün ağarıyor
Sabrın sonu selamat sabreyle anam
Beklenen o günler elbet yakındır

Güzellikler sende öpülecek el de
Çoktur bilirim sen demesen de
Acılar içinde her tebessümün
Seni sen yapıyor durumsun sen de 
Işığımsın ana

Nilgün Kızılcı : Anam