Nerde bir türkü söyleyen görürsen korkma yanına otur.Çünkü,kötü insanların türküleri yoktur↔Neşet Ertaş
Bir Ulusun türkülerini yapanlar,yasalarını yapanlardan daha güçlüdür↔Shakespeare
Sevdim insanlardan çok türkülerini.İnsansız yaşayabildim,türküsüz hiçbir zaman↔Nazım Hikmet
Türküler kırk bin yıl su altında kalmış,yıkanmış,cilalanmış çakıl taşı gibidir↔Yaşar Kemal
Ne zaman bir köy türküsü duysam,şairliğimden utanırım↔Bedri Rahmi
Türküz türkü çağırırız↔Veysel
Ah şu yalancı dünyada Gülem dedim gülemedim Garip gönlümün yarini Bulam dedim bulamadım Dağlar sana kar mı yağdı Duyulmaz yarin feryadı Her yerde yari aradım Bu dünyada ben muradı Alam dedim alamadım Dağlar sana kar mı yağdı Garibim gurbeti gezdim Kalem aldım derdim yazdım Bıktım bu canımdan bezdim Ölem dedim ölemedim Dağlar sana kar mı yağdı Neşet Ertaş : Dağlar Sana Kar mı Yağdı
İki büyük nimetim var Biri anam biri yarim İkisine de hürmetim var Biri anam biri yarim Ana deyip de geçilmez O yar anadan seçilmez İkisine de kıymet biçilmez Biri anam biri yarim Birisi var etti beni Birisi yar etti beni İkisinin de birdir teni Biri anam biri yarim Söz ve Müzik : Neşet Ertaş Yöre : Kırşehir Neşet Ertaş : İki Büyük Nimetim Var
Tabib Sen Elleme Benim Yaramı Beni Bu Dertlere Salanı Getir Kabul Etmem Bir Gün Eksik Olursa Benden Bu Ömrümü Çalanı Getir Git Ara Bul Getir Saçlarını Yol Getir Bir Kor Oldu Görülüyor Özümden Name Name İnliyor Sazımdan Dünyayı Verseler Yoktur Gözümden Dili Bülbül Kaşı Kemanı Getir Git Ara Bul Getir Saçlarını Yol Getir Merhamet Et Karşısından Bıkmadan Hatırını Gönlünü Yıkmadan Çabuk Getir Can Bedenden Çıkmadan Fakirin Derdine Dermanı Getir Git Ara Bul Getir Saçlarını Yol Getir Yoksulun Derdine Dermanı Getir Git Ara Bul Getir Saçlarını Yol Getir Benden Bu Ömrümü Çalanı Getir Git Ara Bul Getir Saçlarını Yol Getir Orhan Ölmez : Tabip Sen Elleme Benim Yaramı
Seni anlatabilmek seni. İyi çocuklara, kahramanlara. Seni anlatabilmek seni, Namussuza, halden bilmeze, Kahpe yalana. Ard-arda kaç zemheri, Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu Dışarda gürül- gürül akan bir dünya... Bir ben uyumadım, Kaç leylim bahar, Hasretinden prangalar eskittim. Saçlarına kan gülleri takayım, Bir o yana Bir bu yana... Seni bağırabilsem seni, Dipsiz kuyulara. Akan yıldıza. Bir kibrit çöpüne varana. Okyanusun en ıssız dalgasına Düşmüşbir kibrit
çöpüne. Yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin, Yitirmiş öpücükleri, Payı yok, apansız inen akşamdan, Bir kadeh, bir cigara, dalıp gidene, Seni anlatabilsem seni... Yokluğun, Cehennemin öbür adıdır Üşüyorum, kapama gözlerini...
Gezsem De Dünyanın Dört Bucağını Vallahi Gözüme Yine Boş Gelir Gönül Arzu Eder Dostu Cananı Sızlar Eski Yaram Gözden Yaş Gelir El Diyarı Mesken Olmaz İnsana Yürekten Kul İse Cananın Sana Hal Bilmez Hoyratı Sararsan Cana Ağustos Ayında Başa Kış Gelir Yüce Dağ Yeşil Çimen Yol Olsa Acem Bahçeleri Gonca Gül Olsa Saçı Sırma Gül Dudağı Bal Olsa Gönül İstemezse Dile Daş Gelir Haşimi Seversen Ey Deli Gönül Diken Bir Gül Olur Baykuş Da Bülbül Güzel Çul Da Giyse Olur İpek Tül Salınıp Gezerken Göze Hoş Gelir Aşık Haşimi Güler Duman : Gezsem de Dünyanın Dört Bucağını
Arhaveli İsmail'in Hikayesi Ateşi ve ihaneti gördük. Düşman ordusu yine başladı yürümeğe. Akhisar, Karacabey, Bursa ve Bursa'nın doğusunda Aksu, çarpışarak çekildik... 920'nin 29 Ağustos'u: Uşak düştü. Yaralı ve dehşetli kızgın fakat toprağımızdan emin, Dumlupınar sırtlarındayız. Nazilli düştü. Ateşi ve ihaneti gördük. Dayandık dayanmaktayız. 1920 Şubat, Nisan, Mayıs, Bolu, Düzce, Geyve, Adapazarı: İçimizde Hilâfet Ordusu, Anzavur isyanları. Ve aynı sıradan, 3 Ekim Konya. Sabah. 500 asker kaçağı ve yeşil bayrağıyla Delibaş girdi şehre. Alaeddin tepesinde üç gün üç gece hüküm sürdüler. Ve Manavgat istikametlerinde kaçıp ölümlerine giderken terkilerinde kesilmiş kafalar götürdüler. Ve 29 Aralık Kütahya: 4 top ve 1800 atlı bir ihanet yani Çerkez Ethem, bir gece vakti kilim ve halı yüklü katırları, koyun ve sığır sürülerini önüne katıp düşmana geçti. Yürekleri karanlık, kemerleri ve kamçıları gümüşlüydü, atları ve kendileri semizdiler... Ateşi ve ihaneti gördük. Ruhumuz fırtınalı, etimiz mütehammil. Sevgisiz ve ihtirassız çıplak devler değil, inanılmaz zaafları, korkunç kuvvetleriyle, silâhları ve beygirleriyle insanlardı dayanan. Beygirler çirkindiler, bakımsızdılar, hasta bir fundalıktan yüksek değillerdi. Fakat bozkırda kişneyip köpürmeden sabırlı ve doludizgin koşmasını biliyorlardı. İnsanlar uzun asker kaputluydu, yalnayaktı insanlar. İnsanların başında kalpak, yüreklerinde keder, yüreklerinde müthiş bir ümit vardı. İnsanlar devrilmişti, kedersiz ve ümitsizdiler. İnsanlar, etlerinde kurşun yaralarıyla köy odalarında unutulmuştular. Ve orda sargı, deri ve asker postalları halinde yan yana, sırtüstü yatıyorlardı. Koparılmış gibiydi parmakları saplandığı yerden eğrilip bükülmüştü ve avuçlarında toprak ve kan vardı. Ve asker kaçakları, korkuları, mavzerleri, çıplak, ölü ayaklarıyla karanlıkta köylerin içinden geçiyorlardı. Acıkmıştılar, merhametsizdiler, bedbahttılar. Şosenin ıssız beyazlığına inip nal sesleri ve yıldızlarla gelen atlıyı çeviriyor ve Bolu dağında ekmek bulamadıkları için deviriyorlardı uçurumlara: şayak, cıgara kâadı, tuz ve sabun yüklü yaylıları. Ve çok uzak, çok uzaklardaki İstanbul limanında, gecenin bu geç vakitlerinde, kaçak silâh ve asker ceketi yükleyen laz takaları: hürriyet ve ümit, su ve rüzgârdılar. Onlar, suda ve rüzgârda ilk deniz yolculuğundan beri vardılar. Tekneleri kestane ağacındandı, üç tondan on tona kadardılar ve lâkin yelkenlerinin altında fındık ve tütün getirip şeker ve zeytinyağı götürürlerdi. Şimdi, büyük sırlarını götürüyorlardı. Şimdi, denizde bir insan sesinin ve demirli şileplerin kederlerini ve Kabataş açıklarında sallanan saman kayıklarının fenerlerini peşlerinde bırakıp ve karanlık suda Amerikan taretlerinin önünden akıp küçük, kurnaz ve mağrur gidiyorlardı Karadeniz'e. Dümende ve başaltlarında insanları vardı ki bunlar uzun eğri burunlu ve konuşmayı şehvetle seven insanlardı ki sırtı lâcivert hamsilerin ve mısır ekmeğinin zaferi için hiç kimseden hiçbir şey beklemeksizin bir şarkı söyler gibi ölebilirdiler... Karanlıkta kurşunîi derisi kırmızıya boyanan baltabaş gemi İngiliz torpitosudur. Ve dalgaların üstünde sallanarak alev alev yanan: Şaban Reisin beş tonluk takası. Kerempe Fenerinin yirmi mil açığında, gecenin karanlığında, dalgalar minare boyundaydılar ve başları bembeyaz parçalanıp dağılıyordu. Rüzgar: yıldız - poyraz. Esirlerini bordasına alıp kayboldu İngiliz torpitosu. Şaban Reisin teknesi ateşten direğiyle gömüldü suya. Arheveli İsmail bu ölen teknedendi. Ve şimdi Kerempe Fenerinin açığında, batan teknenin kayığında emanetiyle tek başınadır, fakat yalnız değil: rüzgârın, bulutların ve dalgaların kalabalığı, İsmail'in etrafında hep bir ağızdan konuşuyordu. Arheveli İsmail kendi kendine sordu: «Emanetimizle varabilecek miyiz? » Kendine cevap verdi: «Varmamış olmaz.» Gece, Tophane rıhtımında Kamacı ustası Bekir Usta ona: «Evlâdım İsmail, » dedi, «hiç kimseye değil, » dedi, «bu, sana emanettir.» Ve Kerempe Fenerinde düşman projektörü dolaşınca takanın yelkenlerinde, İsmail, reisinden izin isteyip, «Şaban Reis, » deyip, «emaneti yerine götürmeliyiz, » deyip atladı takanın patalyasına, açıldı. «Allah büyük ama kayık küçük» demiş Yahudi. İsmail bodoslamadan bir sağnak yedi, bir sağnak daha, peşinden üç-kardeşler. Ve denizi bıçak atmak kadar iyi bilmeseydi eğer alabora olacaktı. Rüzgâr tam kerte yıldıza dönüyor. Ta karşıda bir kırmızı damla ışık görünüyor: Sıvastopol'a giden bir geminin sancak feneri. Elleri kanayarak çekiyor İsmail kürekleri. İsmail rahattır. Kavgadan ve emanetinden başka her şeyin haricinde, İsmail unsurunun içinde. Emanet: bir ağır makinalı tüfektir. Ve İsmail'in gözü tutmazsa liman reislerini ta Ankara'ya kadar gidip onu kendi eliyle teslim edecektir. Rüzgâr bocalıyor. Belki karayel gösterecek. En azdan on beş mil uzaktır en yakın sahil. Fakat İsmail ellerine güvenir. O eller ekmeği, küreklerin sapını, dümenin yekesini ve Kemeraltı'nda Fotika'nın memesini aynı emniyetle tutarlar. Rüzgâr karayel göstermedi. Yüz kerte birden atlayıp rüzgâr bir anda bütün ipleri bıçakla kesilmiş gibi düştü. İsmail beklemiyordu bunu. Dalgalar bir müddet daha yuvarlandılar teknenin altında sonra deniz dümdüz ve simsiyah durdu. İsmail şaşırıp bıraktı kürekleri. Ne korkunçtur düşmek kavganın haricine. Bir ürperme geldi İsmail'in içine. Ve bir balık gibi ürkerek, bir sandal bir çift kürek ve durgun ölü bir deniz şeklinde gördü yalnızlığı. Ve birdenbire öyle kahrolup duydu ki insansızlığı yıldı elleri, yüklendi küreklere, kırıldı kürekler. Sular tekneyi açığa sürüklüyor. Artık hiçbir şey mümkün değil. Kaldı ölü bir denizin ortasında kanayan elleri ve emanetiyle İsmail. İlkönce küfretti. Sonra, «elham» okumak geldi içinden. Sonra, güldü, eğilip okşadı mübarek emaneti. Sonra... Sonra, malûm olmadı insanlara Arhaveli İsmail'in âkıbeti... Nazım Hikmet RAN
Yolma saçlarını yolma yolma anam Bu da gelir geçer üzülme anam Budur dünyanın kahrı budur Başa gelen çekilir sabret be anam Güzellikler sende öpülecek el de Çoktur bilirim sen demesen de Acılar içinde her tebessümün Seni sen yapıyor durumsun sen de Işığımsın ana Başa gelenler çekilir dertler Gönlün rahat olsun gün ağarıyor Sabrın sonu selamat sabreyle anam Beklenen o günler elbet yakındır Güzellikler sende öpülecek el de Çoktur bilirim sen demesen de Acılar içinde her tebessümün Seni sen yapıyor durumsun sen de Işığımsın ana Nilgün Kızılcı : Anam