Nerde bir türkü söyleyen görürsen korkma yanına otur.Çünkü,kötü insanların türküleri yoktur↔Neşet Ertaş
Bir Ulusun türkülerini yapanlar,yasalarını yapanlardan daha güçlüdür↔Shakespeare
Sevdim insanlardan çok türkülerini.İnsansız yaşayabildim,türküsüz hiçbir zaman↔Nazım Hikmet
Türküler kırk bin yıl su altında kalmış,yıkanmış,cilalanmış çakıl taşı gibidir↔Yaşar Kemal
Ne zaman bir köy türküsü duysam,şairliğimden utanırım↔Bedri Rahmi
Türküz türkü çağırırız↔Veysel
Büyük Taarruz-1 Saat 2.30 Kocatepe yanık ve ihtiyar bir bayırdır, ne ağaç, ne kuş sesi, ne toprak kokusu vardır. Gündüz güneşin, gece yıldızların altında kayalardır. Ve şimdi gece olduğu için ve dünya karanlıkta daha bizim, daha yakın, daha küçük kaldığı için ve bu vakitlerde topraktan ve yürekten evimize, aşkımıza ve kendimize dair sesler geldiği için kayalıklarda şayak kalpaklı nöbetçi okşayarak gülümseyen bıyığını seyrediyordu Kocatepe'den dünyanın en yıldızlı karanlığını. Düşman üç saatlik yerdedir ve Hıdırlık-tepesi olmasa Afyonkarahisar şehrinin ışıkları gözükecek. Küzeydoğuda Güzelim-dağları ve dağlarda tek tek ateşler yanıyor. Ovada Akarçay bir pırıltı halinde ve şayak kalpaklı nöbetçinin hayalinde şimdi yalnız suların yaptığı bir yolculuk var : Akarçay belki bir akar su, belki bir ırmak, belki küçücük bir nehirdir. Akarçay Dereboğazı'nda değirmenleri çevirip ve kılçıksız yılan balıklarıyla Yedişehitler kayasının gölgesine girip çıkar. Ve kocaman çiçekleri eflâtun kırmızı beyaz ve sapları bir, bir buçuk adam boyundaki haşhaşların arasından akar. Ve Afyon önünde Altıgözler Köprüsü'nün altından gündoğuya dönerek ve Konya tren hattına rastlayıp yolda Büyükçobanlar Köyü'nü solda ve Kızılkilise'yi sağda bırakıp gider. Düşündü birdenbire kayalardaki adam kaynakları ve yolları düşman elinde kalan bütün nehirleri. Kim bilir onlar ne kadar büyük, ne kadar uzundular? Birçoğunun adını bilmiyordu, yalnız, Yunan'dan önce ve Seferberlik'ten evvel Selimşahlar Çiftliği'nde ırgatlık ederken Manisa'da geçerdi Gediz'in sularını başı dönerek. Dağlarda tek tek ateşler yanıyordu. Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki şayak kalpaklı adam nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden güzel, rahat günlere inanıyordu ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında, birdenbire beş adım sağında onu gördü. Paşalar onun arkasındaydılar. O, saatı sordu. Paşalar : «Üç,» dediler. Sarışın bir kurda benziyordu. Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı. Yürüdü uçurumun başına kadar, eğildi, durdu. Bıraksalar ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak Kocatepe'den Afyon Ovası'na atlıyacaktı.
Saat 4. Ağzıkara - Söğütlüdere mıntıkası. On ikinci Piyade Fırkası. Gözler karanlıkta, uzakta. Eller yakında, makanizmalar üzerinde. Herkes yerli yerinde. Tabur imamı mevzideki biricik silâhsız adam : ölülerin adamı, kırık bir söğüt dalı dikerek kıbleye doğru, durdu boyun büküp el kavuşturup sabah namazına. İçi rahattır. Cennet, ebedî bir istirahattır. Ve yenilseler de, yenseler de âdâyı, meydânı gazadan o kendi elleriyle verecektir Cenâbı rabbülâlemîne şühedâyı. Saat 4.45. Sandıklı civarı. Köyler. Sarkık, siyah bıyıklı süvari, çınar dibinde, beygirinin yanında duruyordu. Çukurova beygiri kuyruğunu karanlığa vuruyordu : dizkapaklarında kan, kantarmasında köpük... İkinci Süvari Fırkası'ndan Dördüncü Bölük, atları, kılıçları ve insanlarıyla havayı kokluyor. Geride, köylerde bir horoz öttü. Ve sarkık, siyah bıyıklı süvari ellerinin tersiyle yüzünü örttü. Karşı dağlar ardında, düşman elinde kalan bir başka horoz vardır : baltaibik, sütbeyaz bir Denizli horozu. Düşmanlar herhal onu çoktan kesip çorbasını yapmışlardır... Saat beşe on var. Kırk dakka sonra şafak sökecek. «Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak». Tınaztepe'ye karşı Kömürtepe güneyinde, On beşinci Piyade Fırkası'ndan iki ihtiyat zabiti ve onların genci, uzunu, Darülmuallimin mezunu Nurettin Eşfak, mavzer tabancasının emniyetiyle oynıyarak konuşuyor : -Bizim İstiklâl Marşı'nda aksıyan bir taraf var, bilmem ki, nasıl anlatsam, Âkif, inanmış adam, fakat onun, ben, inandıklarının hepsine inanmıyorum. Meselâ, bakın : «Gelecektir sana vaadettiği günler Hakkın.» Hayır, gelecek günler için gökten âyet inmedi bize. Onu biz, kendimiz vaadettik kendimize. Bir şarkı istiyorum zaferden sonrasına dair. «Kim bilir belki yarın...» Saat beşe beş var. Dağlar aydınlanıyor. Bir yerlerde bir şeyler yanıyor. Gün ağardı ağaracak. Kokusu tütmeğe başladı : Anadolu toprağı uyanıyor. Ve bu anda, kalbi bir şahan gibi göklere salıp ve pırıltılar görüp ve çok uzak çok uzak bir yerlere çağıran sesler duyarak bir müthiş ve mukaddes mâcereda, ön safta, en ön sırada, şahlanıp ölesi geliyordu insanın. Topçu evvel mülâzımı Hasan'ın yaşı yirmi birdi. Kumral başını gökyüzüne çevirdi, kalktı ayağa. Baktı, yıldızları ağaran muazzam karanlığa. Şimdi bir hamlede o kadar büyük, öyle şöhretli işler yapmak istiyordu ki bütün ömrünü ve hâtırasını ve yedi buçukluk bataryasını ağlanacak kadar küçük buluyordu. Yüzbaşı sordu : - Saat kaç? - Beş. - Yarım saat sonra demek... 98956 tüfek ve şoför Ahmet'in üç numrolu kamyonetinden yedi buçukluk şnayderlere, on beşlik obüslere kadar, bütün âletleriyle ve vatan uğrunda, yani, toprak ve hürriyet için ölebilmek kabiliyetleriyle Birinci ve İkinci ordular baskına hazırdılar. Alaca karanlıkta, bir çınar dibinde, beygirinin yanında duran sarkık, siyah bıyıklı süvari kısa çizmeleriyle atladı atına. Nurettin Eşfak baktı saatına : - Beş otuz... Ve başladı topçu ateşiyle ve fecirle birlikte büyük taarruz... Sonra. Sonra, düşmanın müstahkem cepheleri düştü. Bunlar : Karahisar güneyinde 50 ve doğusunda 20-30 kilometredeydiler. Sonra. Sonra, düşman ordusu kuvâyi külliyesini ihâta ettik Aslıhanlar civarında 30 Ağustosa kadar. Sonra. Sonra, 30 Ağustosta düşman kuvâyı külliyesi imha ve esir olundu. Esirler arasında General Trikopis : Alaturka sopa yemiş bir temiz ve sırmaları kopuk frenk uşağı... Yaralı bir düşman ölüsüne takıldı Nurettin Eşfak'ın ayağı. Nurettin dedi ki : «Teselyalı Çoban Mihail,» Nurettin dedi ki : «Seni biz değil, buraya gönderenler öldürdü seni...» Sonra. Sonra, 31 Ağustos günü ordularımız İzmir'e doğru yürürken serseri bir kurşunla vurulan Deli Erzurumluydu. Devrildi. Kürek kemikleri altında toprağı duydu. Baktı yukarı, baktı karşıya. Gözler hayretle yandılar : önünde, sırtüstü, yan yana yatan postalları her seferkinden kocamandılar. Ve bu postallar daha bir hayli zaman üzerlerinden atlayıp geçen arkadaşların arkasından seyredip güneşli gökyüzünü ihtiyar bir muhacir karısını düşündüler. Sonra... Sonra, sarsılıp ayrıldılar birbirlerinden ve Deli Erzurumlu ölürken kederinden yüzlerini toprağa döndüler... Solda, ilerdeydi Ali Onbaşı. Kan içindeydi yüzü gözü. Bir süvari takımı geçti yanından dörtnala. Kaçanı kovalamıyordu yalnız ulaşmak da istiyordu bir yerlere ve sadece kahretmiyor yaratıyordu da. Ve kılıçların, nalların, ellerin ve gözlerin pırıltısı ardarda çakan aydınlık bir bütündü. Ali Onbaşı bir şimşek hızıyla düşündü ve şu türküyü duydu : «Dörtnala gelip Uzak Asya'dan Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim. Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak ve ipek bir halıya benziyen toprak, bu cehennem, bu cennet bizim. Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın, yok edin insanın insana kulluğunu, bu dâvet bizim... Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine, bu hasret bizim...»> Sonra. Sonra, 9 Eylülde İzmir'e girdik ve Kayserili bir nefer yanan şehrin kızıltısı içinden gelip öfkeden, sevinçten, ümitten ağlıya ağlıya, Güneyden Kuzeye, Doğudan Batıya, Türk halkıyla beraber seyretti İzmir rıhtımından Akdeniz'i. Ve biz de burda bitirdik destanımızı. Biliyoruz ki lâyığınca olmadı bu kitap, Türk halkı bağışlasın bizi, onlar ki toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çokturlar; korkak, cesur, câhil, hakîm ve çocukturlar ve kahreden yaratan ki onlardır, kitabımızda yalnız onların mâcereları vardır...
Nâzım HİKMET RAN 939 İstanbul Tevkifanesi, 940 Çankırı Hapisanesi, 941 Bursa Hapisanesi.
"Bu memleket dünyanın beklemediği, asla umut etmediği ayrıcalıklı bir varoluşa sahne oldu.
Bu sahne en az 7 bin senelik bir Türk beşiğidir. Beşik doğanın rüzgarıyla sallandı; beşiğin içindeki çocuk doğanın yağmurlarıyla yıkandı...
Onların oğlu oldu. Bir gün o doğa çocuğu, Doğa oldu; şimşek, yıldırım, güneş oldu; Türk oldu...
Türk budur. Yıldırımdır, kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir."
Mustafa Kemal Atatürk
Ulusal Kurtuluş Savaşımız' ın finalini zaferle taçlandıranlar başta Ulu Önderimiz Ebedi Baş Komutanımız
Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları olmak üzere, vatanımız için canla başla savaşarak bu toprakları bizlere Vatan yapan tüm şehitlerimizi ve gazilerimizi saygı, sevgi , rahmet ve minnet ile anıyoruz.
Toprakları bol, ruhları şad, mekanları cennet olsun.
Adı Deniz Olmalı Bir çocuğumuz olmalı Adı Deniz olmalı Deniz dedim adına Adı Deniz olmalı Bir çocuğumuz olursa Adı Deniz olmalı Deniz kadar engin Deniz kadar çoşkun Deniz kadar sıcak Deniz kadar güzel Bir çocuğumuz olmalı Adı Deniz olmalı Deniz dedim adına Adı Deniz olmalı Üzerindekiler bana yabancı değil, Suratındaki yaralar, karalar, kirler Bana birisini hatırlatıyorsun küçüğüm Üzerindekiler bana yabancı değil, Yırtık süeterin, pantolonun, çizmen, çorabın Sakın pişman olma, kızma, kızdırma Sembol olmak, katil olmaktan çok daha zor Yemekten, içmekten, direnmek zor küçüğüm Ben, ben kimim diye sorarsan Biz, biz tabiatla kardeşiz Yemeyle, içmeyle Hatta uçakla, suyla, kuşla, böcekle Ama yine de Bana ne olmuş diye soruyorsan Kızma, kızdırma Hani doğruluktan, dürüstlük doğar derler ya Bence sana Deniz çarpmış küçüğüm Ki, ben beni bildim bileli Ne, ben beni buldum kendimde Nede kendim, beni buldu bende İşte ortalığın arazisi olup kaynadık dünyanın kazanında Dünya kazan oldukça ben bir kepçe Doldum tabaklara birden daha çok kere Hani ya gülüm işçi olup emek dökercesine Ben, beni bildim bileli Ne ben, beni buldum kendimde Ne de kendim, beni buldu bende Sen bir başka maya gör Çocuk olursun bir yandan severler Bir yandan döverler Okursun adam olursun, İş bulamadın mıda hiç dinlemez söverler Ben, ben boks şampiyonu olamam ki dostum Hayatı nakavt edeyim Ben kültürümü hayata adadım Hayatı tanımlayamıyorum Hayat nedir acaba _? Hergün paket paket içtiğimiz sigaralar mı Akşamları eve gelen babamın Boş o bomboş bakışları mı Bilmiyorum !!! Yıldızlardan kopup gelmişti dünyama Yıllanmış ağaçların dökülen sarı yaprakları gibiydi Etraf toz, toprak, kan, göleç Adına ne seheryeli diyebiliyorum ne de tozpembe Ama şunu çok iyi biliyorum ki Bir çocuğumuz olursa Adı DENİZ olmalı, İster kız ister erkek Farketmez hiç biri Fakat bakışları farketmeli Güneş gibi olmalı Aydınlatmalı her tarafı Her bir yandan bir bir Bir çocuğumuz olursa adı DENİZ olmalı DENIZ kadar engin, DENİZ kadar coşkun DENIZ kadar sıcak, DENİZ kadar güzel Bir çocuğumuz olmalı Adı DENİZ olmalı DENİZ dedim adına Adı DENİZ olmalı... Hüseyin Karakuş Hüseyin Karakuş : Adı Deniz Olmalı
Her günün bir hükmü vardır unutma
Zamana da boyun eğersin zalım
Bugünün de elbet sabahı vardır
Hele günışığı ağarsın zalim
Başımızda dönen güneşe kuzgun
Bastığın şu topraklar sana kızgın
Koskoca dünyaya sığmayan azgın
Amma bir mezara sığarsın zalim
Özdilim dünyayı topa tutanlar
Balinalar gibi balık yutanlar
Silahlar üretip bomba atanlar
Bütün insanlığa zararsın zalim
22 Ağustos'ta Kırşehir'de doğdu. Tapu kadastro memuru Hakkı
Şinasi Bey ile Nadire Hanımın dört çocuğunun üçüncüsü.
1949 - 54
Ankara Ulus'taki Devrim İlkokulunda başladığı ilköğrenimini Bahçelievler'deki
Ulubatlı Hasan İlkokulunda tamamladı.
1957- 61
Ankara Cumhuriyet Ortaokulunu ve Ankara Deneme Lisesini bitirdikten sonra
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesine girdi.
1962
Yazmaya öğrencilik yıllarında başladı. Cumhuriyet Gazetesinde
yayımlanan "Türk Sosyalizmi" başlıklı makalesiyle Yunus Nadi Ödülünü
aldı.
1963
Fakültede Öğrenci Derneği Başkanı seçildi.
1965
Hukuk Fakültesini bitirdi ve Cemal Reşit Eyüpoğlu'nun yanında
bir süre avukatlık yaptı.
1965-66
18 Haziran 1965'te "Biz Anayasayı Savunuyoruz. Ya
Siz?" başlıklı makalesiyle Yön Dergisinde yazmaya başladı. 27 Mayıs
Devriminin özgürlükçü ortamında "İnsanlar sadece konuştuklarından değil
sustuklarından da sorumludurlar" diyerek Doğan Avcıoğlu'nun yönetimindeki
Yön Dergisinde yazdığı makalelerle bir yandan Mustafa Kemal Atatürk'ün ilke ve
devrimlerini, tam bağımsız bir Türkiye'yi savundu.
1967
30 Haziran'da "Kitap Toplatmak Anayasaya Aykırıdır"
başlıklı yazısıyla Kim Dergisinde yazmaya başladı.18 Ağustos'ta "Anayasaya
Saygı" başlıklı yazısıyla Akşam Gazetesinde incelemeleri yayımlanmaya başladı.
1968
Dil öğrenmek için İngiltere'ye gitti. Yazılarına oradan devam
etti. 25 Şubat'ta Akşam Gazetesindeki inceleme yazılarının sonuncusu
yayımlandı.1 Mart'ta Kim Dergisindeki son yazısı, Londra'dan yolladığı
"Yeter Artık Beyler" oldu. 25 Mart'tan itibaren aralıklarla Türk Solu
Dergisinde yazmaya başladı.
1969
31 Ocak'ta Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi İdare Hukuku
Kürsüsü Profesörü Tahsin Bekir Balta'nın asistanı oldu. 15 Temmuz'dan sonra
incelemeleri, Milliyet Gazetesinde yayımlanmaya başladı. Asistan olduktan
sonra, 13 Kasım'da Ankara Barosu Levhasından kaydını sildirerek avukatlığı
bıraktı.
1969-71
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi'nde yazıları
yayımlandı.
1970
Ant Dergisi ile Cumhuriyet Gazetesinde makale ve incelemeleri
yayımlandı. 24 Mart'tan itibaren Devrim Dergisinde yazmaya başladı.
1971
12 Mart'ta gerçekleşen darbenin aydınlara yönelik baskıcı
tutumundan o da payına düşeni aldı. 17 Mayıs'ta gözaltına alındı. Ayrıntı
"Kitaplarımı İsterim" . Bir ay sonra serbest bırakıldı.
12 Temmuz'da Ortam'da yazıları yayımlanmaya başladı. Dergi, 29
Kasım'da çıkan sayısından sonra kanun dışı baskıları protesto etmek amacıyla
yayın hayatına son verdi. 27 Ekim'de Devrim Dergisine son kez yazdı.Askerliğini
yapmaya hazırlandığı sırada, orduya hakaret etme savıyla tutuklandı. Pek çok
aydınla birlikte, Mamak Askeri Cezaevinde bir yıla yakın kalan Uğur Mumcu,
açılan davada 7 yıl hapse mahkûm edildi ancak, kararın Yargıtay'ca bozulmasının
ardından serbest bırakıldı.
1972
10 Ekim'de serbest bırakılmasının ardından hemen askere alındı.
1973
Tuzla Piyade Okulunda 10 Ocak'a kadar süren üç aylık eğitimden
sonra, okul yönetimi tarafından "kötü hal ve düşünce sahibi" diye
suçlanarak "er" çıkarıldı ve Patnos'a yollandı.
1974
31 Ocak'ta askerliğini sakıncalı piyade eri olarak, Ağrı'nın
Patnos ilçesinde tamamladı. Bu yaşadıklarını "Evet, evet ne olursa olsun,
ben Patnos dağlarında halk çocuklarıyla er olarak askerlik yapmayı, emekli
olduktan sonra siyasal iktidarın uzattığı yönetim kurullarında, on binlerce lira
para alan orgeneral olmaya değişmem!" diyerek, yedek subaylık hakkı ve
aylıkları için sadece maddi tazminat isteğiyle açtığı davayı kazandı ve yedek
subaylık hakkını elde etti.
Askerlikten sonra üniversitedeki görevinden ayrıldı ve
gazeteciliğe profesyonel olarak, 25 Şubat'ta Yeni Ortam Gazetesinde
"Anarşist!.." başlıklı yazısıyla başladı.
Yazılarında, hem sorunları dile getirdi hem de hukuka aykırı ve
yasadışı uygulamaların üstüne gitti. "Tek bir tahrikçi ajan adı
veremezsiniz" diyen Demirel'e "Bir Hikâyemiz Var" başlıklı
yazısında, onlarca provokatörün adını belgeleriyle açıklayarak, tüm antilaik,
antidemokratik oluşumları uygulamalarıyla belgeledi.
"Sormayalım mı?"
1975
12 Mart'ta "Ayrılırken" başlıklı yazısıyla Yeni Ortam
Gazetesinden ayrıldı.
18 Mart'ta "Denklem" yazısıyla Cumhuriyet
Gazetesindeki 'Gözlem' başlıklı köşesinde düzenli olarak yazmaya başladı. Aynı
zamanda da Anka Ajansında çalışmaktaydı.
Nisan ayında 12 Mart dönemini sergilediği makalelerinden oluşan
Suçlular ve Güçlüler kitabı yayımlandı.
Ekim ayında, Anka Ajansında çalışırken Altan Öymen'le birlikte
hazırladıkları, Süleyman Demirel'in yeğeni Yahya Demirel'in hayali mobilya
ihracatını konu edinen, Mobilya Dosyası adlı kitap yayımlandı. Böylece
"hayali ihracat" kavramı kamuoyunun gündemine girmiş oldu.
1976
Mayıs ayında Güldal Homan ile nişanlandı. 19 Temmuz'da
evlendiler.
1977
Anka Ajansından ayrılarak Cumhuriyet Gazetesinin kadrolu yazarı
oldu.
Terörün toplumu korkuya, karamsarlığa ittiği günlerde, kalemiyle
teröre karşı durdu. Taksim'deki 1 Mayıs katliamının ardından, bu olayı ve bu
tür olayları irdeleyen yazılar yazdı. Mayıs ayında oğlu Özgür dünyaya geldi.
Sakıncalı Piyade ve Bir Pulsuz Dilekçe kitapları yayımlandı.
1978
12 Mart döneminde yaşadıkları, gülmece ustaları için bulunmaz
bir malzemeydi. Kendisi de yazı ve konuşmalarında gülmece öğelerini sık sık
kullanırdı. Bu dönemi anlattığı Sakıncalı Piyade adlı yapıtını, Rutkay Aziz ile
birlikte, tiyatroya uyarladı. Sakıncalı Piyade Tiyatro ilk olarak Ankara Sanat
Tiyatrosu'nca (AST) sahneye kondu ve700 kez sahnelendi
Aralık'ta, siyasal yaşamda adı duyulan, belli dönemlere
damgasını vurmuş birçok ünlünün yaşam öykülerini, siyasal geçmişlerini, bir
güldürü zenginliğiyle anlattığı kitabı Büyüklerimiz yayımlandı.
1979
Terörün yeniden tırmandığı, gencecik insanların sokak ortasında
kurşunlandığı, kahvelere, evlere bombaların atıldığı bir ortamda, tarihin boş
yere tekrar etmesini önlemek ve ders alınmasını sağlamak amacıyla, 12 Mart
öncesi ve sonrası gençlik liderlerinin yaşadıklarını kendi ağızlarından
yansıttığı ve silahlı eylemlerle bir yere varılamayacağına dikkat çektiği
kitabı Çıkmaz Sokak Temmuz ayında yayımlandı.
1980
1980'li yıllar başlarken 70'li ve 60'lı yılları da incelediği,
yenilmeyen gücün, halkın örgütlü gücü olduğunu anlattığı yazıları Tüfek İcat
Oldu başlığı altında Şubat ayında yayımlandı.
12 Eylül darbesi oldu. "Bundan Sonra".
12 Eylül'ü gerçekleştiren generaller tarafından partilerin,
birçok kitle örgütünün kapatılması gibi sorunların yaşandığı bu dönemi ve
uygulamalarını eleştirdi.
"Terörsüz Özgürlük"
1981
Kendi deyişiyle, "..terörün silah kaçaklığıyla ilgisini
ortaya koymak ve kamuoyunu bu konuda uyarmak..." için yazdığı Silah
Kaçakçılığı ve Terör adlı inceleme kitabı Mart ayında yayımlandı.
13 Mayıs'ta Mehmet Ali Ağca, Papayı öldürme girişiminde bulundu.
"Yine Ağca" . Daha önce 1979 yılında Abdi İpekçi'nin katili olarak
yakalanan Ağca üzerine çalışma ve araştırmalar yapmıştı, Papa olayı sonrasında
irdemelerini yoğunlaştırdı.
Haziran ayında kızı Özge doğdu.
"Bu kitap ile yalnızca, parlamento çalışmalarını
engelleyen, kürsülerde yurt ve dünya sorunlarının özgürce konuşulmasını
engelleyen sorumsuz bir azınlığın sergilediği çirkinlikler eleştiri konusu
yapılmıştır." dediği Söz Meclis'ten İçeri'nin ilk baskısı Ekim ayında
yapıldı.
1982
Ağca Dosyası kitabının ardından Kasım'da Terörsüz Özgürlük adlı
makale derlemesi yayımlandı.
Barış Derneği kapatıldı. Yöneticileri ve üyeleri 141. ve 142.
maddelerden suçlanarak tutuklandı. Barış Derneği Davası, 12 Eylül döneminde,
Türk aydınlarına karşı topluma göz dağı vermek için açılmış bir davaydı. Mumcu
pek çok yazısında bu konuyu ele aldı.
1983
Genel seçimler yapıldı. Birçok politikacının yasaklı olduğu bu
dönemde, ekonomik ve toplumsal çarpıklıkları, hukuk dışı uygulamaları gözönüne
seren araştırmalar yaptı.
"Lozan ve Sevr"
Şubat'ta Ağca ile cezaevinde röportaj yaptı. Bu röportajın
NBC'de yayımlanmasını isteyen NBC yöneticilerine, hazırladığı röportajı o
sırada kapalı olan gazetesi Cumhuriyet'ten başka bir yerde yayımlamayı
düşünmediğini söyledi.
1984
Mart ayında, ülkedeki olumsuzlukların dile getirildiği, yazar
Aziz Nesin öncülüğünde bir grup tarafından Cumhurbaşkanlığı ve TBMM
Başkanlığına sunulan ancak, Kenan Evren'in imzalayanları "vatan
hainliği" ile suçlayarak dava açtığı "Aydınlar dilekçesi"nin hazırlanmasına
katıldı.
Sakıncasız adlı oyunu yazdı. Basındaki yozlaşmanın ve döneklerin
sergilendiği, 12 Eylül döneminde aydınlara yapılan işkencelerin anlatıldığı
oyun, 3 Nisan - 7 Mayıs tarihleri arasında İstanbul Hodri Meydan Kültür
Merkezi'nde ve 10 - 27 Mayıs tarihleri arasında da Ankara Sanat Evi'nde
sahnelendi.
Uzun ve yorucu bir araştırmanın ürünü olan Papa-Mafya-Ağca
kitabı Haziran ayında yayımlandı.
1985
Haziran'da Liberal Çiftlik ve Devrimci Demokrat adlı kitapları
yayımlandı.
Roma'ya gitti. Papa davasında uzman tanık olarak bilgisine
başvuruldu.
1986
Mehmet Ali Aybar'la Türkiye İşçi Partisi (TİP) olgusu ve
Marksizm üzerine yaptığı Aybar ile Söyleşi kitabı Temmuz ayında yayımlandı.
1987
Şubat'ta, yakın tarihimize ışık tutacağını düşünerek, 27 Mayısçılardan
Osman Köksal'ın anı ve mektuplarına yer verdiği kitabı İnkılap Mektupları
yayımlandı.
Milliyet Gazetesinden Örsan Öymen ile birlikte, Federal
Almanya'da, eski Adana Müftüsü Cemalettin Kaplan ile cemaati önünde görüştü. Bu
görüşme, 10 Şubat'ta Cumhuriyet Gazetesinde yayımlandı.
Mayıs ayında araştırmacı gazetecilik açısından büyük bir başarı
kabul edilen Rabıta ve Kasım'da da 12 Eylül Adaleti adlı kitapları yayımlandı.
1988
Ağustos ayında Eski Türkiye İşçi Partisi (TİP) Başkanı Behice
Boran'la yaptığı söyleşiyi içeren Bir Uzun Yürüyüş yayımlandı. Yine Ağustos
ayında, günümüzde de etkinliğini hiç yitirmediği görülen üçlü arasındaki
ilişkileri belgeleriyle anlatan yazılarından derlediği Tarikat-Siyaset-Ticaret
adlı kitabı yayımlandı.
1989
Özal hükümeti döneminde Milli Savunma Bakanlığına getirilen
Ercan Vuralhan, Dışişleri Bakanlığı İdari ve Mali İşler Daire Başkan Yardımcısı
iken, diplomatlar ve dış görevdeki personelin güvenliğini sağlamak için
aldırılan zırhlı araçlar konusundaki yolsuzluklar üzerine yazılar yazdı.
1990
"Yakın tarihimizin pek aydınlanmayan bir bölümünü
oluşturuyor.." diye düşündüğü 40'lı yılların siyasal çerçevesini çizmek ve
koşullarını yansıtmak amacıyla yaptığı araştırma çalışmalarını 40'ların Cadı
Kazanı adlı kitabında topladı. Ağustos'ta da diğer bir kitabı Kâzım Karabekir
Anlatıyor yayımlandı.
1991
Temmuz ayında en önemli araştırmalarından biri olan Kürt-İslam
Ayaklanması 1919-1925 yayımlandı.
6 Kasım'da onaylamadığı gelişmeler üzerine, 80 arkadaşı ile
birlikte, Cumhuriyet Gazetesinden ayrıldı.
1992
1 Şubat - 3 Mayıs tarihleri arasında Milliyet Gazetesi'nde
yazdı. Buradaki yazılarında Kürt sorununu sıklıkla gündeme getirirken
yurtdışındaki PKK yayınlarını yakından izledi. 3 Mayıs'ta Milliyet
Gazetesindeki son yazısı "Gazeteci" ydi.
Gazeteci
Gazeteciyi nasıl tanımlarsınız? Kimdir gazeteci, ne yapar? İşlevi
nedir? Gazeteci, her konuda fikir ileri süren, her şeyi bilen insan demek
midir? Hayır. Nereden bilecek gazeteci her şeyi?
Ben kendime göre bir tanım yapayım:
– Gazeteci, haber ve bilgi kaynağına en çabuk ulaşan ve bu kaynaklardan
edindiği bilgi ve haberleri okurlara sunan insan demektir.
Gazetecinin bu görevini yapabilmesi için habere, olaya, olguya,
belgeye ve bilgiye dayalı yazılar yazması gerekir. Bunun için de gazetecinin
güvenilir kişi olması zorunludur. Sır saklayan, haber ve bilgi kaynağını
gizlemesini bilen, gerektiğinde hükümetlere ve güç odaklarına karşı savaşmayı
göze alan insan, gazetecidir.Günümüzde sarı basın kartlarının ardına gizlenip
devlet kapılarında ve belediyelerde “ihale takip eden”, bankalardan aldıkları
kredilerle milyarlar vuran, düzmece belgelerle gazetelerini ve devleti
dolandıranlar da var.
Hem bunlar var, hem Osmanlı İmparatorluğu’ndaki “mabeyn
katipleri” gibi, gazetecilik adına hükümetlere, konutlara ve köşklere tutanak
katiplikleri yapanlar da!
Türkiye’de gazete okuru sayısı da pek parlak bir grafik çizmiyor.
Okur sayısını dünya ölçeklerine vurduğunuz zaman, iç karartıcı tablolar ile
karşılaşıyorsunuz. UNESCO, bir ülkenin gelişmiş sayılabilmesi için her 1000
kişiden 100 kişinin gazete okuru olması ölçüsünü getiriyor. Bizde bu sayı,
binde 58’dir.
Bu oran İngiltere’de binde 373, Danimarka’da 360, Almanya’da
342. Fransa’da 179, İtalya’da 146 ve komşumuz Yunanistan’da da binde 133’tür.
Üstüne üstlük, Türk basını “tekelcilik” tehlikesi ile karşı
karşıyadır. İngiltere’de, sahip değiştirecek bir gazetenin tirajı 500 bini
geçiyorsa, satış işlemleri “Monopolies and Mergers Commission” adlı komisyonca
onanmadan kesinleşmez. Almanya’da “Federal Kartel Dairesi”, yıllık 25 milyon
marklık iş yapan bütün şirketleri olduğu gibi, devredilecek bu gazete
işletmelerini de denetler.
Fransa’da 1986 yılında çıkarılan “Basının Yasal Rejiminde
Reform” adlı yasa, bir yıl içinde toplam tirajın yüzde 30’unu geçen gazetelerin
satış işlemleri ile ilgili kayıtlayıcı kurallar getirmiştir. ABD’de “Federal
Communications Commission”, bir büyük yayın organının, aynı alandaki bir yayın
kuruluşunu almasını yasaklamıştır.
Türkiye’de bu konuda hiçbir kural yok; gazete dergi ve
televizyon kanalları ile tam bir tekelleşme sürecine giriyoruz.
“Star 1” devlet desteği ile açıkça Anayasaya ve yasalara aykırı
olarak yayın yapıyor. Böylece, yayın ve reklam dünyasında “haksız rekabet”
devlet eliyle yaratılıyor.
Böyle bir ortamda Cumhuriyet gazetesinden, bir grup arkadaşımızla
birlikte ayrılma zorunluluğu duymuştum. Cumhuriyet gazetesinden içi kan ağlaya
ağlaya ayrılanların, emeklerinden başka geçim kaynakları yoktu. Hiçbirinin
bankada birikmiş parası da yoktu. Ayrılırken de hiçbir yasal hakkımız
verilmemişti. Ayrılan arkadaşlar aramızda yaptığımız toplantıda “1 Şubat gününe
kadar beklemeye”, daha sonra da herkesin kendi yolunu seçmesine karar
vermiştik.
Bu arada, bin bir engele karşın Cumhuriyet gazetesini yaşatabilmek
için gazeteye yeni sermaye ve yeni ortak arama çalışmalarını da
sürdürüyorduk.
Milliyet gazetesi, haber çeşitliliği ve yorum özgürlüğü
ilkelerini amaç bilmiş bir “düşünce forumu”ydu. Milliyet gazetesi, bu güç
günlerimizde bana ve arkadaşlarıma kucak açtı. Üç aydır, Milliyet gazetesinde
karınca kararınca, olaya, habere, belgeye ve bilgiye dayanan yazılar yazmaya
çalıştım. Bunda ne ölçüde başarıya ulaştım, bilemiyorum.
Bu üç ayda, Milliyet gazetesinin çağdaş anlamı ile tam bir “gazetecilik
ortamı” olduğunu, bu ortamın güven duygusuna dayalı arkadaşlık ve dostluk
ilişkileri ile geliştiğini, gazetelerde hep yakındığımız “tek adam yönetimleri”
yerine; gazetenin, haber zenginliği ve yorum özgürlüğüne dayanan demokratik ve
çağdaş bir anlayış ile yönetildiğini yaşayarak gördüm.
Cumhuriyet gazetesini dramatik serüvene sokan grup, gazeteyi
milyarlık borç batağına sürükleyip kaçtıktan sonra benim görevim, güç durumda
olan eski gazeteme koşmaktır.
Milliyet gazetesinden bu nedenle ayrılıyorum. Umarım, beni
anlayışla karşılarsınız.
Nazım Hikmet’in en çok sevdiğim şiirlerinden biri “Ve kavga
bittiği zaman / Ne çiftlik sahibi oldu ne apartman / Kavgadan önce Kartal’da
bahçıvandı / Kavgadan sonra Kartal’da bahçıvan” diye biter.
Cumhuriyet gazetesindeki “kavgadan sonra” ben, yine eski görevime
kaldığım yerden devam edeceğim.
Borç batağına sokulan ve tirajı 40 binlere inen gazetede,
ellerimize dikenler de batsa, görevimiz; okurlarımıza, yediveren bağımsızlık
güllerini sunmaktır.
Binlerce teşekkürler, hoşça kalın...
Milliyet, 3 Mayıs 1992
Şubat ayında, ilk kez yayımlanan belgelerin yer aldığı Gazi
Paşa'ya Suikast adlı kitabı basıldı.
7 Mayıs'ta Cumhuriyet Gazetesi'nde yapılan yönetim değişikliği
üzerine yeniden Gazetesine döndü.
Hizbullah, PKK ve kontrgerilla konularını irdeleyen makaleler
yazdı.
"Hizbulkontra!.."
Hizbulkontra!
Son günlerde Güneydoğu’da işlenen cinayetlerin arkasında kimler var? Bir sava
göre “Hizbullah”...
Bu savın sahipleri, Hizbullah örgütünün devlet tarafından
des¬teklendiğini, bu cinayetlerin “Kontrgerilla” örgütünce planlandı¬ğını,
“Hizbullah” adlı İslamcı örgütün bu amaçla kullanıldığını da ileri sürüp, bu
örgüte “Hizbulkontra” adını takıyorlar.
“Hizbullah” Şii kökenli bir terör örgütüdür. Sözcük anlamıy¬la
“Allah’ın Partisi” demektir.
“Hizbullah”, 1973 yılında İran’ın Kum kentinde Muham¬med Gaffari tarafından
kuruldu. Gaffari, Şah rejimi tarafından tutuklandı ve cezaevinde öldürüldü.
Örgüt, Humeyni’nin iktidara gelmesinden sonra Muhammed Gaffari’nin oğlu Hadi
Gaf¬fari tarafından yaşatıldı. “Hizbullah”, İran’da İslam Cumhuriyeti
kurulduktan sonra kısa sürede 75 silahlı militana sahip bir örgüt haline geldi.
Aynı amaçlı bir başka örgüt “Amal” örgütüdür. Şii liderlerden
İmam Musa Sadr’ın 1975 yılında Güney Lübnan’da kurdu¬ğu “Amal” örgütü, 1978
yılında Musa Sadr’ın Libya’da öldürülmesinden sonra ikiye ayrılmış, “Amal”
örgütü Nebih Berri tarafından temsil edilirken, Hüseyin Musavi liderliğindeki
“İslami Amal” Bekaa Vadisi’nde örgütlenmeye başlamıştı.
İktidara geldikten sonra komşu İslam ülkelerine “devrim ihraç”
etmek isteyen Tahran rejimi, bir yandan büyük çaplı bir propaganda çalışmasına
girişirken, bir yandan da İran İslam Cumhuriyeti’nin emrindeki “Hizbullah”
eliyle Ortadoğu ülkeleri ile Avrupa ve Türkiye’de Şah yanlılarına karşı
eylemler düzenlemeye başlamıştı. İran rejimi, ilk aşamada Irak’a ve daha sonra
Türkiye’ye de devrim ihraç etmek istiyordu. Asıl amacı da Irak ve İran’daki
Kürtleri denetimi altında tutmaktı.
Tahran’da “Vezaret-i İrşadı İslami” tarafından hazırlanan
“Kür¬¬distan, Emperyalizm ve Bağımlı Gruplar” başlıklı kitap Türk¬çe olarak
yayımlandı.
Hizbullah ve öteki Şii örgütleri, Türkiye’de de örgütlendiler.
Güneydoğu’daki “Hizbullah” adlı örgüt, bu Şii örgütlerinin Türkiye’deki
uzantısıdır. Güneydoğu’daki Hizbullah, İslamcı Kürt¬¬ler’den oluşur,
“Hiz¬bullah” ve “Amal” örgütleri ile aynı yolu izler, aynı yöntemleri kullanır.
PKK ise Marksist-Leninist ideolojiye dayandığını ileri sürer.
İslamcılıkla Marksist-Leninistlik nasıl bağdaşır? Tabii ki bağdaşmaz.
PKK 15-26 Temmuz 1961 tarihleri arasında topladığı 1. Kongre’ye
sunduğu raporda Marksist-Leninist ideolojiyi benimsediğini ve bu bağlamda şu
stratejiyi uyguladığını açıklamıştı:
– Orta-Kuzey-Batı Kürdistan Devrimi proletarya önderliğin¬deki
bir Milli Demokratik Devrim’dir (Politik Rapor, Weşa¬nen Serxwebun, 1982, Köln,
s. 92 ve 147).
1988 yılından sonra Tahran rejiminin PKK’ya Kuzey İran’da kamp
yerleri vermesi üzerine PKK lideri Abdullah Öcalan, İran İslam Devrimi’ni öven
demeçler vermeye başladı:
– Çünkü İran devrimi İslam'ı, ilerici temelde kullanmış veya
değerlendirmiştir, devrimci ve anti emperyalist özünü ortaya çıkarabilmiş ve
büyük etkinlik sağlamıştır. (Serxwebun, Kasım 1990, s. 19)
Öcalan, Almanya’da yayımlanan “Din Sorununa Devrimci Yaklaşım”
adlı kitapta da şu görüşleri savundu:
– Bir İran deneyiminde olduğu gibi anti emperyalist, radikal
çıkış örneklerinden yararlanarak, bunların olumlu yönlerini ken¬di koşullarımıza
göre değerlendirerek ve daha olumlu bir karşılık vererek sonuç alabiliriz. (Din
Sorununa Devrimci Yak¬laşım, Weşanen Serxwebun, 1991, Köln, 119)
Marksist-Leninist olduğunu ileri süren PKK’nın din silahına el
atması ters tepki yaratmış ve PKK’nın bu yeni stratejisi herhalde “Hizbullah”
örgütünü ve İslamcı Kürtleri harekete geçirmiştir.
“Kürt Hizbullahı” özellikle son bir yıldır PKK’ya karşı
saldırılar düzenliyor. Bu saldırılar devlet içindeki örgütler, örneğin
“Kontrgerilla” olarak bilinen eski adı “Özel Harp Dairesi” tarafından
destekleniyor mu? Bunu, bugün için bilmeye ve yazılı belgeye dayanarak
kanıtlamaya olanak yoktur.
Bazı devlet görevlileri ile bu tür örgütler arasında
hiye¬rar¬şik düzen içinde ve emir komuta ile değil, 12 Eylül öncesinde
ka¬nıtlandığı gibi bireysel ilişkiler de kurulabilir.
12 Eylül öncesinde kurulan bu ilişkilerin bir kısmı yazılı
belgelere dayanılarak kanıtlanmış ve ilişkiler bu köşede yayımlanmıştı. Ancak
bu ilişkilerin devletin hangi tepe noktasına kadar ulaştığı ise bir türlü
anlaşılamamıştı.
Bugün, hükümetin başta Musa Anter cinayeti olmak üzere bölgede
işlenen bütün cinayetleri tek tek aydınlatması gerekir. Bu cinayetler
aydınlanmaz ve bu saldırılar da böyle sürüp gider¬se, devlet –haklı ya da
haksız, yanlış ya da doğru– bu tür suç¬lamalardan kurtulamaz.
(Cumhuriyet, 26 Eylül 1992)
1993
13 Ocak'ta İstanbul'da Harp Akademilerinde gazetecilik üzerine
bir konferans verdi. Konuşma metni için Gazetecilik.
Öldürülmeden önce, PKK ve Kürt sorunu üzerinde çalışmalar
yapmaktaydı.
Ayrıntı Kürt Dosyası
Son yazısı "Zeyilname"
Zeyilname (Son Yazısı)
Bugün pazar, nedense dilimin ucuna ANAP’ın o eski şarkısı takılıyor: “Arım /
balım / peteğim...” Bugün bu şarkıyı ele alıp bir pazarlık yazı mı yazayım?
Yoksa son güncel olaylara mı deği¬neyim... Gazetecinin görevi güncel olayları
yazmak, öyleyse şu Yüce Divan konusuna girelim.
İki eski Bayındırlık Bakanına Yüce Divan yolunun açılması, ANAP
içinde tepkiyle karşılanıyor.
Bu iki eski bakan; Safa Giray ve Cengiz Altınkaya, TBMM Baş¬¬kanlığına
gönderdikleri açıklamada, otoyol ihaleleri ile ilgili sözleşmelerde “büyük
ekonomik bunalımlarda” yüklenici şirkete “fiyat farkı” ödeneceğine ilişkin
madde bulunduğunu, TB¬MM Soruşturma Komisyonu’nun bu maddeyi “olağanüstü
durumda fiyat farkı ödenmeyecektir” biçiminde yorumladığını ileri sürüyorlar.
İki eski bakan, TBMM Başkanlığı’na gönderdikleri açıklama
metnine 16 Aralık 1986 günü Karayolları Genel Müdürlüğü ile yüklenici şirket
“Enka-Bechtel Müşterek Teşebbüs Ortaklığı” arasında imzalanan “Gerede-Ankara ve
Ankara Çevre Yolu” sözleşmesinin 65. sayfasının noter onaylı örneğini de
sunmuşlar.
İki bakanın sundukları söz konusu sözleşmenin 71. maddesi şöyle:
- Teklif tarihini takiben işlerin inşa edilecek olan ülke
dahilinde o ülke hükümetinin döviz kısıtlamaları koyması veya ülke parasının
devalüasyonu sonucu büyük ekonomik bunalım geldiği takdirde idare, söz konusu
ekonomik bunalım sebebiyle ve¬ya neticesinde işlerin icrası bakımından veya
işlerle ilgili olarak artan masrafları müteahhide ödeyecektir. Ancak işbu
mad¬dedeki hiçbir husus, söz konusu durumlarda müteahhide tanınmış olan her
türlü hakları veya hukuki yolları hiçbir şekilde ihlal etmeyecektir...
Oysa, aynı sözleşmenin 65. sayfasının 19. satırında yer alan ve
iki bakanın fiyat kararnamesine dayanak olarak seçtikleri bu “ödeyecektir”
sözcüğü, “ödemeyecektir” biçiminde düzeltilmiştir!
“Zeyilname”, bir sözleşmenin koşulları üzerinde bazı
değişik¬likler yapan ya da sözleşme metnindeki yanlışları düzelten ge¬¬çerli
son metin demektir. Bu geçerli son metin, yüklenici şir¬ketlere “büyük ekonomik
bunalımlar”da ek para ödeneceğini değil, “ödenmeyeceğini” ön¬görüyor.
Sözleşmenin İngilizce metninin 72. sayfasında; “Adden¬dum”
başlıklı bölümde de aynı düzeltme yapılmış ve 7. satırda yer alan “shall pay”
sözcükleri, “shall not pay” olarak düzeltilmiş¬¬tir.
Karayolları Genel Müdürlüğü’nün 1986 yılındaki bu sözleş¬meden
sonra yaptığı başka sözleşmelerde de bu 71. maddede hep “ödemeyecektir” sözcüğü
yer almıştır. Örneğin “Tarsus-Pozantı, Ayrı-Adana-Toprakkale-Gazian-tep Otoyolu
Sözleşme¬si, sayfa 50...”
Bu iki eski bakan, kendilerini savunurlarken sözleşmede yer alan
“ödemeyecektir” sözcüğünü nasıl olur da “ödeye¬cek¬ tir” diye sunarlar, ve
fiyat farkı kararnamesini bu yanlışa dayanarak savunurlar? Sözleşmeyi neden
baştan aşağı hiç okumazlar? Sözleşmeyi okumuşlarsa bu yanıltmayı; bilerek,
isteyerek yapıyorlar demektir.
Okumuşlarsa TBMM ve kamuoyunu bilerek yanıltıyorlar,
okumamışlarsa çam üstüne çam devirerek “aymazlık rekoru” kırıyorlar!
Bu iki eski bakan 30 Ekim 1989 gün ve 89/14657 sayılı fiyat
kararnamesini, “işte bu sözleşme büyük ekonomik bunalımlarda müteahhitlere ek
para ödeneceğini öngörüyor” mantığı ile savunmaya kalkıyorlar. Oysa, işte
kanıtlandı, sözleşmede tam bunun tersi söz konusu; bu gibi durumlarda “para
ödenmesi değil, ödenmemesi gerektiği” yazılı.
TBMM Soruşturma Komisyonu, fiyat kararnamesinin yürür¬lüğe
sokulması ile 31.12.1991 tarihine kadar geçen sürede oto-yol yüklenicisi
şirketlere toplam 1.152.457.550.78 Amerikan Doları ve 1.211.331.87 İngiliz
Sterlini ödeme yapıldığını saptıyor. (Rapor, s. 11)
Bu iki sayın bakana kendilerini savunmaları için bu işlerden
anlayan avukat bulmalarını salık veririz. Yoksa, Yüce Divan’da da savunmalarını
TBMM Başkanlığı’na gönderdikleri açıklama gibi yapacaklarsa yandılar demektir.
Neyse efendim, ne diyorduk? “Arım / balım / peteğim” diyorduk...
İyi pazarlar... Geçmiş olsun, geçmiş olsun...
Cumhuriyet, 24 Ocak 1993
24 Ocak 1993 Pazar günü arabasına yerleştirilen bomba ile
öldürüldü.
Yazı "Sesleniş"
Sesleniş
Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla caddelerden geçerken, bizler bir mumun
ışığında bitirdik kitaplarımızı. Kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun
yüreğini, yüreğimizde yaşayarak katıldık o büyük kavgaya. Ecelsiz öldürüldük.
Dövüldük, vurulduk, asıldık.
Vurulduk ey halkım unutma bizi!..
Yoksulluğun bükemediği bileklerimize, çelik kelepçeler takıldı. İşkence
hücrelerinde sabahladık kaç kez. İsteseydik, diplomalarımızı, mor binlikler
getiren birer senet gibi kullanırdık. Mimardık, mühendistik, doktorduk,
avukattık. Yazlık, kışlık katlarımız, arabamız olurdu. Yüreğimiz işçiyle
birlikte attı, köylüyle birlikte attı. Yaşamımızın en güzel yıllarını, birer
taze çiçek gibi verdik topluma. Bizleri yok etmek istediler hep.
Öldürüldük ey halkım unutma bizi!..
Fidan gibi genç kızlardık. Hayat, şakırdayan bir şelale gibi akardı
gözbebeklerimizden. Yirmi yaşında, yirmi bir yaşında, yirmi iki yaşında,
işkencecilerin acımasız ellerine terkedildik. Direndik küçücük yüreğimizle,
direndik genç kızlık gururumuzla. Tükürülesi suratlarına karşı, bahar çiçekleri
gibi, taptaze inançlarımızı fırlattık boş birer eldiven gibi. Utanmadılar
insanlıklarından, utanmadılar erkekliklerinden.
Hücrelere atıldık ey halkım unutma bizi!..
Ölümcül hastaydık. Bağırsaklarımız düğümlenmişti. Hipokrat yemini etmiş doktor
kimlikli işkencecilerin elinde, öldürüldük acınmaksızın. Gelinliklerimizin
ütüsü bozulmamıştı daha. Cezaevlerine kilitlenmiş kocalarımızın taptaze
duygularına, birer mezartaşı gibi savrulduk. Vicdan sustu. Hukuk sustu.
İnsanlık sustu.
Göz göre göre öldürüldük ey halkım, unutma bizi!..
Kanserdik. Ölüm her gün bir sinsi yılan gibi, dolaşıyordu derilerimize. Uydurma
davalarla kapattılar hücrelere. Hastaydık. Yurtdışına gitseydik kurtulurduk
belki. Bir buçuk yaşındaki kızlarımızı öksüz bırakmazdık. Önce kolumuzu, omuz
başından keserek, yurtseverlik borcumuzun diyeti olarak fırlattık attık
önlerine. Sonra da otuz iki yaşında, bırakıp gittik bu dünyayı ecelsiz.
Öldürüldük ey halkım, unutma bizi!..
Giresun’daki yoksul köylüler. Sizin için öldük. Ege’deki tütün işçileri, sizin
için öldük. Doğu’daki topraksız köylüler, sizin için öldük. İstanbul’daki,
Ankara’daki işçiler, sizin için öldük. Adana’da paramparça elleriyle, ak pamuk
toplayan işçiler sizin için öldük.
Vurulduk, asıldık, öldürüldük ey halkım unutma bizi!..
Bağımsızlık, Mustafa Kemal’den armağandı bize. Emperyalizmin ahtapot kollarına
teslim edilen ülkemizin bağımsızlığı için kan döktük sokaklara. Mezar
taşlarımıza basa basa, devleti yönetenler, gizli emirlerle, başlarımızı ezmek,
kanlarımızı emmek istediler. Amerikan üsleri kaldırılsın dedik, sokak ortasında
sorgusuz-sualsiz vurdular.
Yirmi iki yaşlarındaydık öldürüldüğümüzde ey halkım, unutma bizi!..
Yabancı petrol şirketlerine karşı devletimizi savunduk: Komünist dediler.
Ülkemiz bağımsız değil dedik; kelepçeyle geldiler üstümüze. Kurtuluş Savaşında,
emperyalizme karşı dalgalandırdığımız bayrağımızı, daha da dik tutabilmekti
bütün çabamız. Bir kez dinlemediler bizi.
Bir kez anlamak istemediler bizi...
Vurulduk ey halkım, unutma bizi!..
Henüz çocukluğumuzu bile yaşamamıştık. Bir kadın eline, değmemişti ellerimiz.
Bir sevgiliden mektup bile almamıştık daha. Bir gece sabaha karşı, pranga
vurulmuş ellerimiz ve ayaklarımızla çıkarıldık idam sehpalarına. Herkes
tanıktır ki, korkmadık. İçimiz titremedi hiç. Mezar toprağı gibi taptaze, mezar
taşı gibi dimdik, boynumuzu uzattık yağlı kementlere.
Asıldık ey halkım, unutma bizi!..
Bizi öldürenler, bizi asanlar, bizi sokak ortasında vuranlar, ağabeyimiz,
babamız yaşlarındaydılar. Ya bu düzenin kirli çarklarına ortak olmuşlardı, ya
da susmuşlardı, bütün olup bitenlere. Öfkelerini bir gün bile karşısındakilere
bağırmamış insanların gözleri önünde, öldürüldük. Hukuk adına, özgürlük adına,
demokrasi adına, batı uygarlığı adına, bizleri bir şafak vakti ipe çektiler.
Korkmadan öldük ey halkım unutma bizi!..
Bir gün mezarlarımızda güller açacak ey halkım, unutma bizi... Bir gün sesimiz
hepinizin kulaklarında yankılanacak ey halkım unutma bizi.
Özgürlüğe adanmış bir top çiçek gibiyiz şimdi, hep birlikteyiz ey halkım unutma
bizi, unutma bizi, unutma bizi...