#AsırlarınLideriMustafaKemalATATÜRK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
#AsırlarınLideriMustafaKemalATATÜRK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Aralık 2023 Cumartesi

#Kubilay

#KubilayOlayı 
Cumhuriyet rejiminin 1925 yılındaki Şeyh Sait isyanından sonra tanık olduğu ikinci önemli irtica olayı...
23 Aralık 1930
"Kubilay Olayı", Cumhuriyet tarihinin en önemli olaylarından biridir. Menemen olayının izleri toplumsal bellekten hiç silinmedi. 
Kubilay "devrim şehidi" olarak simgeleşti. 
Adı Mustafa Fehmi Kubilay. Baba adı Hüseyin, ana adı Zeynep. Giritli bir ailenin çocuğu. 1906 doğumlu. Kubilay bir öğretmen. Cumhuriyet öğretmeni. 1930 yılında İzmir'in Menemen İlçesi'nde askerlik görevini yapıyor. O sırada 24 yaşında. 
Bu genç insan, Menemen’de 23 Aralık 1930’da şeriat isteyenler tarafından öldürüldü. Olaylara müdahele etmek isteyen iki bekçi de katledildi. Genç Cumhuriyet rejiminin 1925 yılındaki Şeyh Sait isyanından sonra tanık olduğu ikinci önemli irtica olayı, "Menemen Olayı - Kubilay Olayı" olarak tarihe geçti. 
Menemen olayının izleri toplumsal bellekten hiç silinmedi. Kubilay "devrim şehidi" olarak simgeleşti. 
MENEMEN OLAYI
Derviş Mehmet isminde bir yobaz ve altı silahlı arkadaşı 23 Aralık 1930 günü Menemen'e gelmişler ve camiye girerek üzerinde dini ibareler yazılı bir bayrakla, camide bulunanları ve merakla cami önüne toplananları, kendileriyle birlik olmaya davet etmişlerdir. Derviş Mehmet halka hitap ederek; "Ey Müslümanlar, ne duruyorsunuz; Halife Abdülmecit hududa geldi, Sancak-ı Şerif çıktı, gelin altında toplanalım, şeriat isteyelim" diye bağırmıştır. 
Gösteriler ve tekbirlerle dini ibareler bulunan bayrağı Hükümet Konağı önündeki meydana dikmişlerdir. Toplanan halkı dağıtıp bu yobazları yakalamaya, mesleği öğretmenlik olan Yedek Asteğmen Kubilay Bey'in askeri müfrezesi görevlendirilmiştir. Kubilay Bey, şakilere nasihatta bulunarak; yaptıklarının hatalı, sakıncalı ve kötü bir şey olduğunu belirterek vazgeçmelerini ve dağılmalarını söylemiştir. Şakiler buna mavzer kurşunu ile cevap vermişlerdir. Kubilay Bey kendisini korumak için tabancasını çekmiş ise de, bir kurşunla yaralanarak yere düşmüş ve gözleri dönmüş canilerden biri, yaralı Kubilay Bey'in üstüne atılarak boğazından kesip başını gövdesinden ayırmıştır. Bu arada iki mahalle bekçisini de şehit etmişlerdir.
Olay yerine yetişen askeri birlik ve jandarmalar şakilerin teslim olmalarını istemiştir. Bu isteği reddeden yobazlar ateşle karşılık vermişlerdir. Çatışma sonucu Derviş Mehmet ve iki arkadaşı vurularak, ikisi de yaralı ele geçirilmiştir. Diğer ikisi de iki gün sonra yakalanmıştır. Araştırma sonucu; olayın bölgesel bir nitelik taşımadığı, organize bir şebekenin düzenlediği, Cumhuriyet'i yıkmak amacını güden irticai ve siyasi bir hareket olduğu ortaya çıkmıştır. Bunun üzerine Hükümet, Menemen ilçesi ile Manisa ve Balıkesir illerinde bir ay süre ile sıkıyönetim ilan etmiştir. Yakalananlar muhakemeleri sonunda ağır cezalara çarptırılmışlardır.
Atatürk'ün orduya mesajı...
28 Aralık 1930
23 Aralık 1930 Salı günü meydana gelen olay üzerine Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk, 28 Aralık’ta orduya başsağlığı mesajı yayınladı.  İçişleri Bakanı Şükrü Bey (Kaya) ile Ordu Komutanı Fahrettin Paşa (Altay), 27 Aralık’ta, İstanbul’a giderek Dolmabahçe Sarayı’nda Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk’e olay hakkında bilgi verdiler.  Mustafa Kemal Atatürk, 28 Aralık’ta orduya başsağlığı mesajı yayınladı. Atatürk mesajında," Büyük ordunun kahraman genç zabiti ve Cumhuriyetin mefkûreci muallim heyetinin kıymetli uzvu Kublay Bey, temiz kanı ile cumhuriyet hayatiyetini tazelemiş ve kuvvetlendirmiş olacaktır" dedi. 
Atatürk, "Mürtecilerin (gericilerin) gösterdiği vahşet karşısında Menemen’deki ahaliden bazılarının alkışla tasvipkar bulunmalarının bütün cumhuriyetçi ve vatanperverler için utanılacak bir hadise" olduğunu belirtti. Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa da aynı tarihte yayımladığı bir tamim ile Atatürk'ün mesajını orduya tebliğ etti.
Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk'ün, orduya mesajı şöyle: 
28 Aralık 1930 
Gazinin Orduya Taziyetnamesi
Menemen’de ahiren vukua gelen irtica teşebbüsü esnasında Zabit Vekili Kublay Beyin vazife ifa ederken duçar olduğu akıbetten Cumhuriyet ordusunu taziyet ederim. Kublay Beyin şehadetinde mürtecilerin gösterdiği vahşet karşısında Menemen’deki ahaliden bazılarının alkışla tavripkâr bulunmaları, bütün cumhuriyetçi ve vatanperverler için utanılacak bir hâdisedir. Vatanı müdafaa için yetiştirilen; dahilî her politika ve ihtilâfın haricinde ve fevkinde muhterem bir vaziyette bulunan Türk zabitinin mürteciler karşısındaki yüksek vazifesi vatandaşlar tarafından yalnız hürmetle karşılandığına şüphe yoktur. 
Menemen’de ahaliden bazılarının hataları bütün milleti müteellim etmiştir. İstilânın acılığını  tatmış bir muhitte genç ve kahraman Zabit Vekilinin uğradığı tecavüzü milletin bizzat cumhuriyete karşı bir suikast telâkki  ettiği ve mütecasirlerle, müşevvikleri, ona göre takip edeceği muhakkaktır. Hepimizin dikkatimiz bu mes’eledeki vazifelerimizin icabatını hassasiyetle ve hakkile yerine getirmeğe matuftur. 
Büyük ordunun kahraman genç zabiti ve Cumhuriyetin mefkûreci  muallim heyetinin kıymetli uzvu Kublay Bey, temiz kanı ile cumhuriyet hayatiyetini tazelemiş ve kuvvetlendirmiş olacaktır. 
Reisicumhur
Gazi Mustafa Kemal 
Büyük Erkânı Harbiye Reisi Müşir Fevzi Paşa Hazretleri, şu tamimle mektubu orduya tebliğ etmiştir: 
(Ayın Tarihi, cilt 20) 
"Zabit Vekili Kublay Beyin feci bir surette vuku bulan şehadeti münasebetile Reisicumhur Hazretlerinin ordumuza taziyetnameleri sureti aynen yukarıya dercedilmiştir. Bütün kıtaat ve müessesatta umum zabit ve neferler muvacehesinde merasimi mahsusa ile okunmasını tamimen tebliğ ederim. 
Yüksek ordumuz hakkında her vakit ızhar buyurulan ve bu defa da pek âli bir surette tecelli eden bu muhabbet ve hlssiyatı âliyeye karşı ordumuzun lâyezal rabıta ve şükranları Reisicumhur Hazretlerine bizzat arzolunmuştur. Bu kahraman arkadaşımızın şehadetinden dolayı teessürlerimi ifade ederken, bu aziz şehidin ruhunu tebcilen zati taziyetlerimin de bütün ordu arkadaşlarıma iblâğını ayrıca rica ederim." 
Başbakan İsmet Paşa'nın (İnönü) konuşması...
1 Ocak 1931
Başbakan İsmet Paşa soru önergesini cevaplandırırken, "Bu hareketler Devlet ve Cumhuriyet aleyhine men tecavüz ve kast mahiyetindedir" dedi. 
Önerge sahibi Mazhar Müfit Bey de, "Kubilay gibi içinde binlerce kişi bulunan ve daima o kara yılanın gırtlağına sarılacak ve daima ezecek ve zehrini saçamıyacak bir hale sokacak bir gençlik vardır" diye konuştu. 
Başbakan, konuşmasında şunları kaydetti: 
"Siyasette aranılan şey bir takım adamların ve bilhassa politikacıların dini ahar fertlerin hürriyeti aleyhine ve Devletin kanunları aleyhine bir vasıtai taarruz olarak kullanmamalarıdır. Memnu olan şey budur. Hâdisede görüyoruz ki cehaletleri -bir kısmın cehaleti - olabilir. Bir kısmının bilerek tasmimlerile ve cümlesi din elden gidiyor behanesile bu adamlar müteariz bir istikamete sevkolunuyorlar. Bu hareketler Devlet ve Cumhuriyet aleyhine men tecavüz ve kast mahiyetindedir." 
"Dinle dünya işlerinin ayrılması meselesinin ruhu buradadır. Lâyik idarede herkes itikat ve vicdaniyetinde her türlü maniadan ve memnuiyetten âzadedir." 
Başbakan İsmet Paşa'nın konuşmasından sonra, önerge sahibi olarak Denizli Milletvekili Mazhar Müfit Bey söz aldı. Mazhar Müfit Bey, şöyle konuştu: 
"Muhterem şehit Kubilay’ın ruhu müsterih olsun, onun ideali, onun mefküresı olan Cumhuriyet ve inkılâbını kimse tevakkuf ettiremez. O daima yürüyecektir ve daima yürüyecektir. Çünkü efendiler, Kubilay gibi içinde binlerce kişi bulunan ve daima o kara yılanın gırtlağına sarılacak ve daima ezecek ve zehrini saçamıyacak bir hale sokacak bir gençlik vardır. 
Bütün vatandaşlar müsterih olsun ki Cumhuriyet rejimi ve inkılâp, bu, tevkif edilemez, yürüyecektir, efendiler " 
Başbakan İsmet Paşa'nın (İnönü), Denizli Milletvekili Mazhar Müfit (Kansu) ve 43 arkadaşının verdiği soru önergesi dolayısıyla yaptığı konuşma şöyle: 
(1 Ocak 1931) 
BAŞVEKİL İSMET PAŞA (Malatya) - Kânunuevvelin 23 üncü günü Menemen’de hadise vukua geliyor. Bu hadise hakkında aldığımız ilk raporlar; dökülen kanlar için bize şiddetli bir teessür ve vak’anın mahiyeti itibarile üç dört betbahtın devlet kanunlarına karşı çılgınca hareketi ve derhal cezalarını görmeleri fikri uyandırdı. Müteakip raporlar Kubilay Beyin yaralandıktan ve dermansız düşdükten sonra şerirler tarafından tecavüze uğradığını -eleminizi tahrik etmiyeyim, tafsilâtını hepimizin bildiği tarzda- vahşiyane muamele gördüğünü bildirdi. Ayni zamanda nazarı dikkatimizi celbetmiş olan şey, hadisede hazır bulunan halkın ilk raporlara göre kayıtsız ve hissiz bir halde seyirci kalmasıdır. Bu kadar malûmat bile eşkıyanın dolgunluğunu, husumetlerindeki vahşetin havsalanın almıyacağı derecede köklü olduğunu sonra etrafta bulunan kalabalığın, seyircilerin anlaşılmaz bir haleti ruhiye içinde şaşkın - lehlerine tefsir etmek için - şaşkın bir halde bulunduklarını bize telkin ediyordu. Fakat meselenin bu kadarı da ehemmiyetle nazarı dikkatimizi celbetmek için kâfi idi. Bundan sonra aldığımız rapor, hadise hakkında bildiğimiz tafsilâttan bir kısmını verir ki seyredenlerden bir kısmının tasvipkâr bir haleti ruhiye gösterdiklerini ilâve ediyordu. O zaman bir kaç noktai nazardan hadise bütün intibahımızı açmış, bütün nazarlarımızı kendi üzerine celbetmiş bir hale geldi. Kanuna karşı hareket karşısında son kuvvet olmak üzere celbolunan bir asker müfrezesinin başında bulunan 21 - 22 yaşında bir çocuk, hiç vazifesi olmadığı halde, bilâkis kendisini celbeden ihtiyaç ve kendisinin esas san’atı derhal silâhını kullanmağı emrettiği halde onun asaleti, toplnmış olan vatandaşları kan dökmeden nasihatla, ihtarla yola getirmek gayretine sevketmiştir. Bu asaletin 21 - 22 yaşında bir gence karşı hazırladığı muamele hiç bir suretle kabul tefsir ve tevil görünmüyordu. 
Hepimiz ailelerimizde yetişdirdiğimlz çocuklardan bir kurban vermiş olduk. Hepimiz bu kurbanda vatan için büyük ümitlerle yetiştirilen genç ve kahraman zabitlerden vatandaş elile feda edilmiş bir şehit (vaziyeti) gördük. Bir taraftan teessür ve teellüm, zaptolunmaz bir halde iken, diğer taraftarı da Devlet memuru ve Büyük Millet Meclisi karşısında mes’ul adamlar sıfatile, hadisenin mahiyet ve hakikatını tetkik etmek mecburiyetinde bulunduk. 
Bir muhit ne kadar zehirlenmiş olmak lâzımdır ki insanlar temiz tefekkür ve muhakeme kabiliyetinden bu kadar aşağı dereceye düşsünler. Hikâyesine tahammül edemediğimiz manzaraların filen vukuunu bu kadar soğuk kanlılıkla seyredebilsinler. 
Sonra Devletin müsellâh kuvvetleri hadiseye çağırılmışken, bu kuvvetlerin ellerindeki silâhın hiç şüphe götürmez kudretlerine, muhakkak işletilmesine karşı bu kadar meydan okur bir haleti ruhiye gösterebilsinler! 
Müddei umumî derhal işe vaziyet etti. İlk temaslardan az zaman zarfında, hakikaten adliyenin gayret ve dirayetile, bir çok hakikatlar meydana çıktı. İlk çıkan hakikatlar hadiseyi ika eden çetenin on gündenberi böyle mehdilik fikrini etrafa yaydıklarını, husumet saçtıklarını, sonra uğradıkları bazı köylerde silâhlandıklarını, müzaheret gördüklerini ve Menemen Şehrini daha evvel keşfederek tertiple girdiklerini gösterdi. Kezalik tahkikat, bu hadisenin filen  ikama on gün evvel başlanmış olduğunu ve fevran üç dört kişi tarafından deruhde edilmiş bir teşebbüs olmayıp daha evvel Manisa’da iki üç aydanberi bir takım içtimalar neticesinde kararlaştırılmış, büyük şehirler arasında gidişler, gelişlerle tanzim olunmuş, sonra bizzat Menemen Şehri içinden bu çetenin geleceğini bilen ve onlar gelince kendilerine müzaheret için bir takım esbap hazırladıklarını söyliyen adamlarla çerçevelenmiş bulunduğunu ifade etti. İlk tahkikat bu şekli verince o halde mesele şümullü bir tertibin harekete geçmesi suretinde telâkki olunmak tabii idi. Yine görüldü ki adli tahkikatla tesbit olunan bu tertibin hareket safhasında öne sürülen müddeası din davası idi. Yani yüzlerce senedenberi dini siyasete alet ittihaz eden bütün hareketlerin bir tekerrürü görülüyordu. Elbette bunu tertip edenlerin din perdesi arkasında takip ettikleri bir takım maksatları vardı. Bu maksatlardan bir kısmını belki bizzat hareket edenler, cinayet yapanlar ve bu uğurda canlarını verenler biliyordu, bir kısım maksadı belki onlar da bilmiyorlardı. Hadise hakkında bu gün bildiklerimiz sureti umumiyede bundan ibarettir. 
Hal için ve ati için alınacak tedbirleri tayin etmek üzere hadiseyi muhtelif cephelerden dikkatli olarak mütalea etmek zarureti vardır. Bir defa hale taallûk eden tedbirler için karar vermekte, Hükümet kendisini kat’i vazifeler karşısında gördü. 
Teşkilâtı esasiye; vatan ve Cumhuriyet aleyhinde fiili teşebbüs vukuunu müeyyit kat’i emareler görüldüğü vakit Hükümete bir ay müddetle idarei örfiye ilân edebilmek salâhiyetini veriyor. 
Biz ayni cürümlerden dolayı Adliyenin meseleyi takip ve intaç etmesinde bir tereddüde düşmedik. Bilakis Adliyenin ilk günlerde vaziyet edip te meselenin hakikatını meydana çıkarmak için gösterdiği kifayet ve dirayet hakikaten itminan verecek bir surettedir. Yüksek bir iktidar ile meseleyi nihayetine kadar Adliyenin takip etmesinde hiç bir mani yoktur. Meselenin hususiyeti şu noktadadır ki bir defa hadisenin bütün memlekette husule getirdiği elem ve teessür, sonra davayı süratle intaç etmek için görülen ihtiyaç usulde daha seri bir hattı hareketin ihtiyar edilmesini istilzam ediyordu. Ondan sonra askerî ve mülkî bir çok muhatapları olan meselenin bir mahkemede rüyet olunmasındaki hususiyet; davayı sür’atle intaç etmek için ayrıca bir âmil olarak nazarı dikkate alınmak lâzım idi. Sonra bilhassa, gizli tertipler ve uzun zamandanberi yapılan müzakereler neticesinde böyle bir hareket tezahur edince evvelemirde bu tertiplerin cereyan etmiş olduğu tahmin olunabilecek yerlerde gizli hareketleri faaliyetten derhal ıskat etmek lâzım geliyordu. Tertip Menemen’de bu suretle tezahur edip akamete uğrayınca diğer tarafların ne suretle işlediği, henüz tahkikatla meydana çıkmamıştır.
Binaenaleyh kat’i ve müstacel tedbir ile muhtemel tertibin heyeti mecmuasını derhal atalete irca etmek mecburiyeti vardır. Bu mülâhaza teşkilâtı esasiyenin verdiği salâhiyetin tatbiki ile üç kazada ldarei örfiye ilânını zarurî bir hale soktu. İdarei örfiyeyi Büyük Meclisin tasdikına arzettik. Bunun üzerine divanı harbi örfi (sefer) ahkâmını tatbik edeceği cihetle bittabi usullerde çok sür’at temin olunacaktır. Hadisenin müstacel tedbirlerini böylece arzettikten sonra şimdi meseleyi muhtelif cephelerinden mütalea etmeği vazife addediyorum. Meselenin dini siyasete alet ittihaz eden safhasına nazarı dikkatimizi tevcih etmeliyiz. Bu safha biraz evvel dediğim gibi yüzlerce seneden beri tekerrür eden safhaların aynidir. Cumhuriyetin bidayetten beri takip ettiği, Devlet işlerini din işlerinden ayırmak hattı hareketi, ihtimal ki bundan beş, sekiz sene evvel, din aleyhine bir hattı hareket gibi isnat ve ifsadata mahal verebilirdi. Çünkü bu isnadatı asılsız olduğunu gösterecek en mühim ve en mukni âmil, yani zaman, henüz geçmemişti. Evvelâ bu propagandayı yapıyorlardı. Fakat dünya işlerinden din işleri ayrıldıktan sonra seneler geçti ve vatandaşların itikadat ve vicdaniyetinde aharın her hangi bir müdahalesi, memnuiyeti ve tasarrufu olmadığı sabit oldu. 
Siyasette aranılan şey bir takım adamların ve bilhassa politikacıların dini ahar fertlerin hürriyeti aleyhine ve Devletin kanunları aleyhine bir vasıtai taarruz olarak kullanmamalarıdır. Memnu olan şey budur. Hâdisede görüyoruz ki cehaletleri -bir kısmın cehaleti - olabilir. Bir kısmının bilerek tasmimlerile ve cümlesi din elden gidiyor behanesile bu adamlar müteariz bir istikamete sevkolunuyorlar. Bu hareketler Devlet ve Cumhuriyet aleyhine men tecavüz ve kast mahiyetindedir.
Dinle dünya işlerinin ayrılması meselesinin ruhu buradadır. Lâyik idarede herkes itikat ve vicdaniyetinde her türlü maniadan ve memnuiyetten âzadedir. Ancak vatandaşlar bunu siyaset vasıtası ittihaz ederek aharı icbar için veya Devletin idaresinde müessir olmak için kullanamazlar. İtikat ve vicdaniyatta bu izahatı verirken ilâve etmeliyim ki kanunen memnu olan hareketlerin ihtiyarı ve memnu teşekküllerin faaliyeti kanuna karşı tecavüz ve cürümdür. Meselâ tekkelerin seddi kanunen tekarrür etmiş bir vaziyettir. 
Bunların gizli olarak çalışması ve vatandaşları bir takım istikametlere sevketmeleri kendilerinin mesuliyetlerini muciptir. 
Senelerdenberi bu hakikatler kemalile, fi’lî ve amelî olarak anlaşıldıktan sonra, Menemen gibi memleketin gerek umran ve bilhassa irfan itibarile ileri olan bir mıntakasında bu teşekküller nasıl işleyebiliyor? İnsana hüzün veren şey budur. Sonra teşekküller mücadeleye sevkettikleri adamları ne derece vahşet ika edebilecek düşük ve aşağı bir seviyeye ilka edebiliyorlar, maksatları neden bu kadar mel’unanedir! Buraları insana intibah ile mülâhaza telkin eden noktalardır. Bir çok defa Büyük Mecliste ve efkârı umumiye karşısında bu meseleler münakaşa olunmuştur. Sureti umumiyede bilinen şey budur ki bu memlekette cereyan eden hava devlet kuvvetleri örselenebilir, örselenmiştir gibi bir vaziyet ika ederse, müfsitler baş kaldırmak için bu havayı müsait buluyorlar. Onun için kanunlar devlet otoritesini, devlet kanunları ve kuvvetlerini her halü kârda masun ve muhterem tutmak için bir çok tedabir derpiş etmişlerdir. Menemen hadisesinde mücrim ve mürettiplerin, maksatları için bu derece cesurane hareket ikaına kendilerinde kuvvet hissetmeleri devlet kuvvetlerinde ve Hükümet işlemesinde bir nevi zaiflık görüldüğünün farzolunduğunu reddetmek müşküldür. Hakikaten böyle bir hava ve böyle bir manayi müfsitler ve fesat müstaitleri ahvalden çıkarmış olabilirler. 
Arkadaşlar; böyle mevzuları mütalea ve teşrih ederken, lehinde ve aleyhinde olan amillere temas etmek ne kadar nazik olduğunu bilirim. Fakat mevzuun ne kadar nezaketi olsa, yine ona temas etmeliyiz. Bilhassa mevkii iktidarda olanların gerek parti ve gerek Hükümet itibarile, icraatını tenkit etmek yolunda açılan cereyan, diğer bir takım adamlara artık Hükümetin yerinden kalkamıyacak kadar zaif olduğu kanaatini vermektedir. Fakat mevkii iktidarda olanlar Devlet kuvvetleri zaifliyor ve bir takım zararlar ve fesatlar çıkıyor diye tenkit olunmıyacaklar mı? Ne yaparlarsa, ne söylerlerse lâyuhtî mi sayılacaklar? Böyle bir zihniyet, böyle bir hattı hareket, şüphe yoktur ki, lâakal fesadın vereceği neticeleri ve zararları verecektir (Bravo sesleri). 
Şu halde mesele, memleketin içtimai bünyesinde, iki kutbun ortasını bulabilmektir. Öteden beri, hiç olmazsa otuz seneden beri, hallolunmıyan sır da budur. Memleketin tahammülü yoktur şekli altında her türlü tahdidatı ve setleri koymak için bir esbabı mucibe bulabiliriz. Fakat bu esbabı mucibe diğer taraftan lâyüsel bir vaziyeti en nihayet ihdas etmeğe müstaittir. Benim görüşüme göre mesele bir içtimaî mesele, bir çok nazariyatı olmakla beraber, hakikatı halde amelî bir meseledir.
Amelî tecrübe ve idman meselesi ve amelî terbiye meselesidir. Bizim çektiğimiz sıkıntı nedir? Muhalefet havasında, tenkidatta, muhalif neşriyatta memleketin ve Devlet otoritesinin çektiği sıkıntı, memleket alınganlığının suiistimal edilmesidir. Nasıl mevkii iktidar sahibi memleketin tahammülü yoktur vesilesini siper ittihaz ederek kendisini lâyuhtî mevkiinde göstermeğe istidatlı  ise fırsat ve imkanı bulunca tenkit etmek vaziyetini takınmış olan adam da bütün şahsiyetleri, Devletin bütün kanun ve kuvvetlerini ayak altına almak için hiç bir hudut tanımamaktadır (Doğru sesleri, bravo sesleri). Nazik olan nokta, şahıslara taallûk eden her hangi bir terbiye icabını gözden uzaklaştıran cesaret, basit tabirile namus ticareti, Devlete taallûk eden nokta ise mevkii  iktidarda bulunan bir adamı veya adamları çürütmek için gösterilen arzunun, Devletin bizzat kudretlerini ve bütün kanunların ehemmiyetsiz,  itibar hakkından mahrum bir seviyeye düşürmek için gösterilen fartı gayret haline gelmesidir. Bunun ortası nasıl bulunacak? Bunun ortası, bir defa, zamanla ve tecrübe ile bulunacak ve bu zaman ile tecrübe esnasında kanunları hakkile işletmekte bulunacak; yani bir vatandaş her hangi bir meseleyi tenkit ederken ve her hangi bir meselede Devleti muhatap tutarak o hususta fikirlerini söylerken hangi hududa kadar kendisi memlekete zararı olmıyan bir çerçeve içinde kalabilir, bunu kendisine bir taraftan tecavüz ettiği zaman kanunlar, diğer taraftan da hâdiseler gösterecektir. Temenni edelim ki bu dersleri mümkün olduğu süratle almış olalım ve bu husustaki taşkınlıklardan memleket mümkün olduğu kadar az zarar görsün, çünkü her hâdiseden muvafık ve muhalif bir ders çıkarmazsak ve hâdiselerin verdiği derslere karşı gözlerimizi kaparsak, kanunî maniaları, içtimai maniaları daima tartmazsak kendimizi mes’uliyete  ilka edecek ve hesaba çekecek bir çok hâdiseler karşısında kalabiliriz. Bu noktai nazardan Hükümet neşriyat hususunda derhal alınacak bir tedbir düşünmedi. Bilakis hâdisenin verdiği derslerden vatandaşların, hepimizin esaslı olarak istifa edeceğimizi ümit ediyoruz. Bilhassa ümit ediyoruz ki namus ticareti, şantaj ve Devlet otoritelerini kasteden neşriyat ve hava, adlî takibatla vatandaşlara hangi hudutlar dahilinde hareket etmek lâzım geldiğini filî ve amelî olarak öğretmiş olacaktır. 
Adlî takibat bu öğretmekte ne kadar muvaffak olursa içtimai nizamın ahengini o kadar çok muhafaza etmiş olur. Hâdisede pek ehemmiyetli olan diğer bir noktayı da nazarı dikkatinize arzetmek isterim. O da dahilde olan her hangi bir mesele karşısında nihayet bir askeri müfrezeye, orduya müracaat olunduktan sonra bile vatandaşların kayıtsız kalmalarıdır. 
Bunun sebebini size arzedebilirim. Başlıca sebep, dahil meselelerde sık, sık ordunun müdahalesine ihtiyaç gösterilmesidir. Yani; mülki, idari makamlarımız henüz ellerindeki bütün kuvvetleri kullanmadan orduya müracaat ediyor. 
İkincisi; Askeri müfreze, vazifesinden hariç bir takım müdahalelere sevkolunuyor. Askeri müfreze, bir sivil veya bir jandarma müfrezesi değildir. Askeri müfreze bir yere gelince onun kumandanı taşkınlık gösteren kalabalık karşısında ne suretle hitap edileceğini, onların nasıl ikna edileceğini düşünmemelidir. Onları ikna etmek imkanları kendi san’at ve ihtisası haricindedir. 
Dahilî hadisede askeri müfreze gelinceye kadar bütün bu tertibat, vatandaşlar arasında halledilmiş olmak lâzımdır. Demek ki mülki idare ikna edecek, ihtar edecek, tenbih edecek, sivil kuvvetleri ve jandarma kuvvetleri kullanılacak bunların hepsine karşı gelmiş olan mütecaviz nihayet mülki idarenin silâhile yola getirilmiyecek te Askerin silâh kuvvetle kanuna itaata icbar olunacak. İşte ancak o zaman asker gelirse vazife gayet basittir, acıdır, fakat basittir. Binaenaleyh asker dahil hadiselerde ancak bu hudut dahilinde kullanılabilir. Bu suretle bir çok hadiseler vehamet peyda etmeden hallolunabilir. Vehamet peyda eden hadiseler asker geldiği zaman onun müdahalesi ile ihtilâta meydan vermeden hallolunur. Bu mevzuun muhtelif kanunlarımızdaki temaslarını mezcedip Büyük Meclise ayrıca bir kanun lâyihası takdim etmek istiyoruz. Dahil hadiselerde askeri müfrezeler ne gibi ahvalde celbolunur? Ve celp olunduğu zaman karşılıklı vazifeler nelerden ibarettir. Bunu gerek vatandaşlar ve gerek bizzat askeri müfrezeler sarahatle bileceklerdir. Asıl olan şudur. Dahilî hadiselere askerin müdahalesini davet etmekten son hadde kadar içtinap eylemek lâzımdır. (Bravo sesleri). Bir diğer ihtiyaç yine nazarı dikkati celbetmiştir. O da böyle fevkalâde hadiseler olunca Adliye bir takım usullerini intisar ederek hususi bir hattı hareket takip edebilmelidir. Bunu da ayrıca tetkik ettiriyoruz. Tabiî elimizde bulunan hadise için değil geniş zamanda sükûnetle mütalea olunarak atide, sureti daimede Adliyenin elinde medarı tatbik olacak bir hüccet bulunsun diye.
İşte arkadaşlar; 
Menemen hâdisesi münasebetile Hükûmetin hal için ve ati için vaziyeti nasıl mütalea ettiğini arzetmiş oldum. 
Temennimiz; memlekette bu tarzda gizli tertipler kuran, facialar ikaına, Cumhuriyet aleyhine suikast ikaına teşebbüs edenlerin mahkeme karşısında seri bir surette adalet icabını nefsinde tecrübe etmelerini görmektir. Diğer taraftan memleketin heyeti umumiyesinin bu hâdise münasebetile intibahı uyanmış ve gerek hattı hareketimizde gerek kanunlarımızda gerek içtimai münasebetlerde mevcut eksiklikleri meydana çıkarmış olsun. Bunların islahında müsbet neticeler alabilelim. Şehit Kubilây, ailelerimiz içerisinde, hatıralarımızda, Cumhuriyet için başlı başına hizmet etmiş bir fedakâr olarak yaşıyacaktır. Ordunun verdiği bu aziz kurbanın bize ilham ettiği vazifeleri hepimiz dikkatle yerine getirmeliyiz (Alkışlar).
MAZHAR MÜFİT B. (Denizli) - Arkadaşlar, Menemen hâdisesi hakkında vukubulan sualimize Başvekil Paşa Hazretlerinin verdikleri cevaptan, beyanat ve izahatından menemen hâdisesinin ne suretle zuhur ve nasıl idare edildiğini ve tahkikatın neticesine ıttıla ettik. Vak’anın zuhurunda gösterdiği şekle nazaran biz bunun şümullü ve mürettep olduğuna kani idik. Başvekil Paşa Hazretlerinin beyanatları da bu kanaatimizi teyit etti. Şu halde efendiler, vak’anın şekil ve ârâzına göre bunun fevkalâde vakayi meyanına ithali lâzım gelir. Fevkalâde ahvalde tabii ve normal zamanlar için yapılan kavanin acaba kâfi midir, değil midir? Eğer arkadaşlarım, tabii zamanlar için yapılan kanunlar bütün vakayi ve hadisatta, fevkalâde ahvalde de kafi gelseydi, vazu kanun, eksen devletlerde kendi esasI kanunlarında ve bizim de teşkilâtı esasiyemizde olduğu gibi fevkalâde vekayi için bir idarei örfiye ve fevkalâde mahkemeler tesisi lüzumunu hissederek kaydetmezdi, demek oluyor ki, fevkalâde vekayi için behemehal fevkalâde kavanine ihtiyaç vardır. Neden efendiler? Bazı böyle fevkalâde vekayi ve ceraim vardır ki onların mütecasirleri, onların şefleri, onu idare eden eller seri olarak derhal ve fakat adiIâne olmak şartile tahkik edilip te cezaya çarptırılması lâzımdır ki ibreti umumiye temin olunabilsin. 
Efendiler, görüyorsunuz ki bu vak’ada yalnız dört beş serseri bir kaç esrarkeşin ferdi ve şahsi hareketi değildir. Başvekil Paşanın beyanatından anladık ki üç aydan beri Manisada bu hususta içtimalar oluyor, büyük şehirler arasında gelip gitmeler yapılıyor, tertibat alınıyor; mahalli vak’a olarak Menemen kasabası tesbit ediliyor, orası ile muhabere ediliyor. Efendiler; şu halde bu üç ay zarfında cereyan eden bu ahval ve vekayii anlıyacak olan idarei mülkiyemiz nerede idi? Bunun valisi, polisi, zabıtası, jandarma kumandanı yok mu idi? Bu meselede Hükümeti merkeziye ne kadar sür’at ve dirayet göstermişse ve biz onlara ne kadar şükrana borçlu isek maalesef mahalli memurlarından da vazifelerini yapmadığından tekâsül ve ihmallerinden dolayı haklarında bittahkik kanunun hükmünü talep etmek te o kadar hakkı sarihimizdir. 
Efendiler; idarei mülkiye ve bilhassa zabıtanın en büyük mahareti ve liyakati fi’lin vukuundan sonra faili tutmak değil, maharet, o fi’lin vukuundan evvel lâzım gelen vazifeyi yaparak o fl’le meydan vermemektir. Zabıtai maniayı mükemmel işletmektir (Bravo sesleri). 
İdarei mülkiyede güç ve mühim olan nokta budur (Bravo sesleri). Diyorum ki fevkalâde vekayi için fevkalâde kanun ister ve fevkalâde tabiri için de hiç bir zaman ve bilhassa bu vakayı için hiç bir zaman hatırımdan terör veyahut istiklâl mahkemeleri geçmemiştir. 
Paşa Hazretlerinin beyanatından memnuniyetle anladım ki hal için ve istikbal için bazı tedbirler ittihazı lâzımdır. Hal için ittihaz olunan tedbirler arasında idarei örfiye vardır. Bu lâzımdır.
İdarei örfiye seferberlik kavaidine nazaran seferberlik usulü muhakemesi cereyan edecektir ki bu da benim izah ettiğim sürati temin edecektir, bu nokta şayanı teşekkürdür. Fakat istikbal için düşünmek te lâzımdır. Yani ileride bu gibi vekayi zuhur edecek olursa hadisatın derhal izalesi için memurini adliyenin ve alâkadar memurların; şu veya bu tedbiri mi ittihaz edelim? Şöyle veya böyle mi yapalım? Gibi mütalealar, müzakerelerle vakit zıyaına iş’ar ve istiş’ara mahal kalmamak üzere şimdiden bu husus için de bir kanunun mevcudiyeti lâzımdır.
Efendiler; bu kanuna, bendenizin kanaatimce en ziyade kurtulacak şeyler muhakeme usulüne teallûk eden şeylerdir. Çünkü bu ve emsali cürümler hakkında yine kanunu cezadaki cezalar kâfi ve vafidir. Binaenaleyh benim ceza kanunu için hiç bir itirazım yoktur. Fakat bu gibi fevkalâde ahval için muhakeme usullerimizde bazı esasat vardır ki ahvali adiyede o merasime riayet olunmak ne kadar lâzım ise ahvali fevkalâde için de o merasimden sarfınazar edilmek te o kadar lâzımdır. Meselâ bizim bir Hiyaneti Vataniye kanunumuz vardır. Onun ceza kısmı tamamen ceza kanununa girmiştir. Fakat onun hususi muhakeme usulleri vardır. Meselâ o kanunun dördüncü, beşinci, altıncı, yedinci maddeleri çok mühimdir. Bu maddeler muhakeme usulüne teallûk ediyordu.
Bu gün istikbal için o maddelerden istifade edilmelidir. Onlar da şu idi: 
Meselâ; mercii muhakeme neresidir? Burada ekseriya ihtilâf ve salâhiyet meselesi zuhur edebilir. Salâhiyet meselesile uğraşmamak için ya fi’lin vaki olduğu yerdir ve yahut maznunun tevkif edildiği yer mercii muhakemedir. Bunu kabul etmiştik, bu gibi ceraim esbabı için mehakim tarafından behemehal muvakkat tevkif müzekkeresi verilir ve tevkif edilir ve muhakemesi mevkufen icra edilir. Bunu kabul etmek lâzımdır ve yine bu kanunun bir maddesinde diyordu ki celp ve davet gibi merasim yoktur, mahkeme doğrudan doğruya maznunu, mücrimi ihzar eder. Bunu da kabul etmek lâzımdır ve yine bu kanunun usule teallûk eden bir maddesinde diyordu ki muhakeme nihayet bir mazerete müstenit olmazsa yirmi günde intaç edilir. Bunların hükümleri B. M. Meclisinin tasdikına iktiran etmek şartile derhal icra olunur. Artık hükmü lâhikin temyizi yoktur, kat’idir. İstikbal için olacak kanun için, bu usullerin kabulu kâfi gelir. Böyle bir kanun tanzim edilirse muhakeme usulünde sürat temin edilir. 
Adliye memurlarımızın eline verecek olursak usul ahvali mümasilede idarei örfiyeye lûzum bile kalmaz zannındayım. Bu hal ve istikbalde bu gibi vakayi hakkında yapılacak tedbirlerdir. Fakat acaba esaslı bir tedbir, son bir tedbir daha var mıdır? Evet vardır. Bu çıbanları çıkartan bir bünye, bir vücut vardır. Bu çıbanların çaresini bulduk, fakat esas olan bünye marazının tedavisi bu günün, yarının meselesi değildir. Tedavisi senelere muhtaçtır. Meselâ bunda talim ve terbiye kısmı var, bunda propaganda kısmı var, neşriyat kısmı vardır ki bunlara Hükümetimiz zaten ehemmiyet vermiştir ve bir kat daha sarfi mesai edeceğinde şüphe yoktur. Binaenaleyh Hükümetimizin bu günkü tedbirlerine bendeniz kat’iyen taraftarım ve tasvip ederim. Heyeti Celileniz de zannederim buna iştirak ederler. (Hay hay sesleri). Bu meselede calibi nazarı dikkat bir nokta var; bilirsiniz ki Türkün bir an’anesi, bir şiarı vardır. Sokakta iki kişi kavga ederse tavassut eder ve ayırır, bu mutavassıtlann çoğu kanını akıtır ve hatta ölenler de vardır. Fakat bu ahvali mümasilede hâlâ yine kanını akıtacak adamlar, yani mutavassıtlar vardır. 
Fakat maalesef Menemen vak’asında bu an’ane ve Türkün şiarı nerede kaldı bilmiyorum. Göz önünde yirmi iki yaşında bir zabit vekili, bir genç ordunun bir cüz’ü ifayı vazifeye gidiyor, vuruluyor. Bununla da iktifa etmiyorlar. Yirmi dakika uğraşarak kör bir bıçakla muhterem şehidin başını göğdesinden ayırıyorlar. Bunun karşısında binlerce halk lâl olup kalmışlar. Belki korkmuşlardır diyelim ve bir an için bunu kabul etmiş olalım. Fakat efendiler, o avazei takdis ve tahsin ve o alkışlar ne demektir? Bunu insanın havsalası almıyor ve bundan anlıyorum ki Cumhuriyet, inkılâba ne kadar gayızları varsa bu feci ve hunrizane hareketlerile muhterem ordumuza karşı kin ve gayızları o derece hainanedir. Bu kara kuvvet ve mel’un kuvvet bilmelidir ki bizde yeni bir vatan temin eden bu ordu daima cumhuriyetin ve inkılâbın nigâhbanıdır ve daima olacaktır (Alkışlar). 
Efendiler; tasti etmeyim. Muhterem şehit Kubilay’ın ruhu müsterih olsun, onun ideali, onun mefküresı olan Cumhuriyet ve inkılâbını kimse tevakkuf ettiremez. O daima yürüyecektir ve daima yürüyecektir (Alkışlar). Çünkü efendiler, Kubilay gibi içinde binlerce kişi bulunan ve daima o kara yılanın gırtlağına sarılacak ve daima ezecek ve zehrini saçamıyacak bir hale sokacak bir gençlik vardır. 
Bütün vatandaşlar müsterih olsun ki Cumhuriyet rejimi ve inkılâp, bu, tevkif edilemez, yürüyecektir, efendiler (Yaşa sesleri, bravo sesleri ve alkışlar). 
REİS - Efendim; Başvekil Paşa Hazretleri suale cevap verdiler. Sual sahibi de bunu kâfi görüyor. Bu münasebetle Başvekil Paşa Hazretleri idarei örfiye ilânı hakkındaki esbabı da izah buyurmuşlardır. 
AĞAOĞLU AHMET B. (Kars) - Paşam bendeniz de söz isterim. 
REİS - Mesele sual ve cevaptan ibarettir. 
Bakanlar Kurulu'nun sıkıyönetim kararı...
31 Aralık 1930
Bakanlar Kurulu, 31 Aralık 1930 tarihli toplantısında, Menemen ilçesi ile Manisa ve Balıkesir Merkez ilçelerinde 1 ay süreyle sıkıyönetim ilan edilmesini, sanıkların yargılanması için de Divanı Harp kurulmasını kararlaştırdı. 
Sıkıyönetim Komutanlığına 2. Ordu Müfettişi Birinci Ferik (Orgeneral) Fahrettin Paşa (Altay), Sıkıyönetim Harp Divanının Başkanlığına Birinci Kolordu Komutanı Vekili Mirliva (Tümgeneral) Mustafa Paşa (Muğlalı) getirildi. 
Sıkıyönetim ilanına ilişkin Bakanlar Kurulu Kararı, 1 Ocak 1931'de TBMM görüşüldü ve oybirliğiyle kabul edildi. TBMM'nin 594 sayılı kararı 3 Ocak 1931 tarihli Resmi Gazete'de (Sayı 1689) yayımlandı. Bu karar TBMM tarafından 2 Şubat 1931 tarihinde bir ay daha uzatıldı. 608 numaralı uzatma kararı 3 Şubat 1931 tarihli (sayı 1716) Resmi Gazete'de yayımlandı. 
Sıkıyönetim, yargılamanın sona ermesinden sonra, Manisa ve Balıkesir Merkez ilçelerinde 28 Şubat 1931'de, Menemen'de ise 8 Mart 1931'de sona erdi. 
Bakanlar Kurulu'nun sıkıyönetim ilanına ilişkin kararı şöyle: 
(31 Aralık 1930) 
Bakanlar Kurulu 31.12.1930 tarihli toplantısında, Anayasanın 86’ncı maddesine göre Menemen’de 23.12.1930 tarihinde işlenen cürümün hazırlık soruşturmasında bu cürümün Cumhuriyet aleyhinde bir tertip olduğu hakkında kesin deliller görülmüş olması nedeniyle Menemen İlçesi ile Manisa ve Balıkesir Merkez ilçelerinde 1 Ocak 1931 tarihinden itibaren 1 ay süre ile sıkı yönetim ilânına, Örfî İdari Amirliğine 2 nci Ordu Müfettişi Birinci Ferik Fahrettin Paşa’nın getirilmesine, Sıkı Yönetim Harp Divanının Başkanlığına Birinci Kolordu Komutanı Vekili Mirliva Mustafa Paşa 316/1' nın, üyeliklere Topçu Alay Komutanı Albay Atabey’in, Birinci Kolordu Şube Müdürü Albay Demirşah Beyin, Alay (176) Komutan Yardımcısı E. K. Kaymakamı Yusuf Ziya Beyin ve 2 nci Kolordu Şube (2) Müdürü Kaymakam Bahattin Beyin, 
Üye Yardımcılıklarına: 
Fırka (57) Satınalma Komisyonu Başkanı Binbaşı Hüsnü Beyin, Topçu Alay (29) tabur (2) Kumandan Binbaşı Neşet Beyin getirilmesine, Divan Savcılığını İzmir Savcısı Hidayet’in, Savcı Yardımcılığına İzmir Savcı Yardımcılarından Fuat, Necdet ile İzmir Sulh Hakimi Kemal ve Adapazarı Sulh Hakimi Necdet ve Eskişehir Mustantiki Hikmet Beylerin görev almalarına Karar verildi. 
Bakanlar Kurulu'nun, Sıkıyönetim ilanına ilişkin olarak TBMM'ye sunduğu tezkere şöyle: 
T. B. M. M. YÜKSEK REİSLİĞİNE
Teşkilatı Esasiye Kanununun 86 ncı maddesinde Vatan ve Cumhuriyet Aleyhinde kuvvetli ve fi’lî teşebbüsat vukuunu müeyyit kat’î emarat görüldükte İcra Vekilleri Heyeti müddeti bir ayı tecavüz etmemek üzere umumî veya mevziî idarei örfiye ilân edebilir, denilmiş olmasına ve Menemen’de 23.XII. 1930 tarihinde irtikâp edilen cürmün hazırlık tahkikatında bu cürmün Cumhuriyet aleyhinde şümullü bir tertip olduğu hakkında kat’î emareler görülmüş bulunmasına binaen Menemen kazası ile Manisa ve Balıkesir merkez kazalarında 1 Kânunusani 1931 tarihinden itibaren bir ay müddetle idarei örfiye ilân olunmasına İcra Vekilleri Heyetinin 31.XII.1930 tarihli içtimaında karar verilmiştir. 
Keyfiyeti Büyük Meclisin tasdikına arzeylerim efendim. 
Başvekil 
İsmet 
TBMM'nin 594 sayılı kararı şöyle: 
Menemen Kazası ile Manisa ve Balıkesir Merkez Kazalarında idarei örfiye ilânı hakkında
No. : 594 
Menemen’de irtikâp edilen cürmün Cumhuriyet aleyhine şümullü bir tertip olduğu hakkında kat’i emareler görülmüş bulunmasına binaen Menemen Kazası ile Manisa ve Balıkesir merkez kazalarında 1 Kânunusani 1931 tarihinden itibaren bir ay müddetle idarei örfiye ilan olunmasına dair İcra Vekilleri Heyetinin kararı, Umumî Heyetin on yedinci inikadının birinci celsesinde müttefikan tasvip edilmiştir. 
1 Kânunusani 1931 
TBMM'de sıkıyönetim ilanı görüşmeleri...
31 Aralık 1930
Bakanlar Kurulu'nun sıkıyönetim ilanına ilişkin tezkeresi, 31 Aralık 1930 tarihinde TBMM Genel Kurulu'nda ele alındı ve oybirliği ile kabul edildi. 
Bu oturumda yapılan konuşmalar TBMM Tutanaklarına şöyle yansıdı: 
(31 Aralık 1930) 
REİS - Başvekâletten bir tezkere geldi, okunacaktır. 
B. M. M. YÜKSEK REİSLİĞİNE
Teşkilatı Esasiye Kanununun 86 ncı maddesinde Vatan ve Cumhuriyet Aleyhinde kuvvetli ve fi’lî teşebbüsat vukuunu müeyyit kat’î emarat görüldükte İcra Vekilleri Heyeti müddeti bir ayı tecavüz etmemek üzere umumî veya mevziî idarei örfiye ilân edebilir, denilmiş olmasına ve Menemen’de 23.XII. 1930 tarihinde irtikâp edilen cürmün hazırlık tahkikatında bu cürmün Cumhuriyet aleyhinde şümullü bir tertip olduğu hakkında kat’î emareler görülmüş bulunmasına binaen Menemen kazası ile Manisa ve Balıkesir merkez kazalarında 1 Kânunusani 1931 tarihinden itibaren bir ay müddetle idarei örfiye ilân olunmasına İcra Vekilleri Heyetinin 31.XII.1930 tarihli içtimaında karar verilmiştir. 
Keyfiyeti Büyük Meclisin tasdikına arzeylerim efendim 
Başvekil 
İsmet 
AĞAOĞLU AHMET B. (Kars) - Sual için değil, Hükümet tarafından bir teklif vardır. O teklif hakkında arzedeceğim. 
REİS - Suale verilen cevabı sahibi sual kâfi görmüştür. Şimdi idarei örfiye talebi hakkındaki tezkere okundu. O tezkere hakkında Başvekil Paşa Hazretlerinin sözüne itirazınız varsa buyurunuz söyleyiniz. 
AĞAOĞLU AHMET B. (Kars) - Efendim; beyanatın hakkında söyliyeceğim,  mutlaka itiraz olması lâzım  değildi. 
(Sual bitmiştir sesleri) 
KAMİL B. (İzmir) - Usul hakkında söyliyeceğim, Reis Paşa Hazretlerinin buyurdukları gibi sual vaki olmuştur ve suale de cevap verilmiştir. Sual sahibi de izahatı kâfi görmüştür, nizamname sarihtir. Reis Paşa Hazretlerinin ifade buyurdukları veçhile mesele tamamdır. 
REİS - Efendim, Ahmet B. idarei örfiye talebi hakkında söz söyliyecektir. Sual ve cevap hakkında değil. 
AĞAOĞLU AHMET B. (Kars) - Mesele basittir. Bir talep tezkeresi gelmiştir. Bu tezkere hakkında meb’uslar kendi fikirlerini beyan etmekte serbesttirler (Gürültüler). Müsaade buyurunuz efendim, rica ederim. 
Muhterem arkadaşlar, asıl mevzua geçmeden evvel İsmet Paşa Hazretlerinin burada vaki olan izahatından mütevellit hissiyatımın beyanına müsaade buyurunuz. Ben bu beyanatı büyük bir meftuniyetle ve derin bir hürmetle dinledim, önünde derin bir meftuniyetle eğilir ve hürmetimi beyan ederim. 
Paşa Hazretlerinin buyurduklarını bendeniz iki kelime ile telhis ettim. 
Paşa Hazretlerinin dedikleri şudur: Vatandaşların hürriyetleri temin edilecek, azgınlar, bunu bilmiyenler ezilecektir. İşte hür, serbest, müstakil bir devletin kurulması ve inkişafı için hakikaten gayet metin, gayet velût bir düsturdur. Ve bu düsturdan; memlekette cereyan eden gayri müsait ve gayri muvafık havalar içinde millete hitaben bahsetmek; hakikaten büyük bir devlet adamının şiarıdır. 
Bunu; derin ve büyük bir hürmet ve meftuniyetle kaydeder ve önünde hürmetle eğilirim. Bu gün efkârı umumiyenin, herkesin az çok ifrata doğru yürüdüğü bir zamanda vatandaşların hürriyetlerine riayet olunacak, vatandaşların hürriyeti muhafaza edilecek, yalnız azgınların başı ezilecek, yolundaki söz memleket mes’uliyetini ve cumhuriyetin müdafaasını eline alıp müdafaa eden bir recülü devlete lâyik bir sözdür. Ayni zamanda matbuata karşı, itiraf ederim, matbuatın bütün taşkınlıklarına rağmen fazla bir tedbir, fevkalade bir tedbir alınamıyacağını beyan buyurmaları... (Gürültüler). Müsaade buyurunuz, bendeniz anladığımı söylüyorum. Siz de anladığınızı gelip burada söylersiniz, bendeniz öyle anladım ve ona göre beyanı fikir ediyorum. Başka türlü anlamışsanız gelir beni tenvir edersiniz. 
YAHYA GALİP B. - Rica ederim, aslı üzere kalsın, tefsir etmeyiniz. 
AĞAOĞLU AHMET B. (Devamla) - Matbuata karşı dahi alınmış olan bu vaziyet Hükümet başında bulunanların cumhuriyet esaslarına her hangi bir vaziyette riayet edeceklerine derin bir zâmin ve kefildir. (Ona şüphe mi var sesleri). Şüphem yoktu. Fakat beyefendiler, ben dinliyordum, zatı âliniz ve diğerlerinden burada matbuat hakkında çok şedit tedbirler tavsiye edenler vardı. Buna rağmen Başvekilin gelip mes’uliyeti üzerine alması ve matbuat hürriyetini tahdit etmiyeceğini söylemesi büyük bir fazilettir ve bizim için büyük bir teminattır (Gürültüler). Ben bunu buradan söylemeği bir vazife biliyorum. 
Bunları kaydettikten sonra efendiler, Menemen’de vaki olan hadise yalnız Türkiye’yi değil insan namını taşıyan her hangi bir varlığı, tabiatile kalbinin ta âmâkından müteessir etmiştir ve bu faciaya karşı maşerî vicdan isyan etmiştir, isyan etmiş olan maşerî vicdan teminat İstiyor, isyan etmiş olan maşerî vicdan bu facianın mukabilini istiyor, âmillerinin tecziye edilmesini istiyor. Hükümet te bu münasebetle tedbirler ittihaz etmiştir. Hiç şüphe etmiyorum ki bu hususta aramızda fark, ihtilâf olabilsin, hepimiz müttehiden teklif olunan kanunu vicdanen tasvip edeceğiz (Gürültüler). 
YAHYA GALİP B. (Kırşehir) - Biz zaten müttehidiz. 
AĞAOĞLU AHMET B. (Kars) - Korkma azizim. Sözden korkma. Bırakın söyliyeyim. Başvekil Paşa Hazretleri kadar mütehammil olunuz. 
YAHYA GALİP B. (Kırşehir) - Haddimiz mi efendim, herkes noksanını haddini bilmeli Ahmet Bey! 
AĞAOĞLU AHMET B. (Devamla) - Evet Hükümet lâzım gelen tedbirleri ittihaz etmiştir. Fakat idari ve mihanikî tedbirler bu gibi meselelerde kâfi midir? Bendeniz Hükümetin haricinde bu işle alâkadar olan ve bu işin ve bu facianın bertaraf edilmesi yolunda çalışmak vazifesile mükellef olan diğer bir amilin mevcut olduğunu biliyorum. O amil de, o unsur da nihayet vazifesinin başına koşmalıdır. Efendiler Malûmu Âlinizdir ki Başvekil Paşa Hazretlerinin buyurdukları gibi; yüz elli senedenberi bu Türk milleti medeniyete kavuşmak için kendisini izmihlâlden kurtarmak ve medeniyetin feyizleri sayesinde inkişaf edebilmek için medeniyet şehrabına kendisini atmıştır. Fakat seciyesi ayni mahiyette, ayni hamurdan yapılmış bir takım heyûlalar onun karşısına çıkmaktadır. Selimi Salisten beri, Mahmudu Sanineden beri gelip giden bütün derviş Vahdetileri, Kabakçı Mustafalar, bu günkü Şeyh Memetler hep ayni mahiyette, ayni hamurdan yapılmış insanlardır. 
YAHYA GALİP B. (Kırşehir) - Hiç birisi Türk değildir. Türkleri tenzih ederim. 
AĞAOĞLU AHMET B. (Kars) - Türk mü, gayri Türk mü nedir, bilmem; fakat memlekette bu gibi adamlar vardır. O kadar var ki bir Türk zabitini öldürmek faciası, bir Türk şehrinde yapılmıştır. Bunu kimse inkar edemez. 
YAHYA GALİP (Kırşehir) - Allah bin kere lanet etsin. 
AĞAOĞLU AHMET B. (Kars) - Bunu kim yapmıştır? Tabiatile Türk değilse de Türk tabiiyetinde bulunan ve Türk Hükümetine iştirak etmiş olan insanlardır. Bunlar mütemadiyen böyle Türkün önüne çıkmışlar ve mütemadiyen bu hususta Türkün inkişafına mani olmak istemişlerdir ve mütemadî hareketleri neticesinde Türkü bir kat daha zaafa uğratmışlardır. Fakat bu günkü hadisenin diğer bir alâmeti daha vardır ki o alet üzerinde bütün arkadaşlarım ve Başvekil Paşa Hazretleri de tevakkuf ettiler. Bunun üzerinde bir daha durulması, tevakkuf edilmesi lazımdır. O da bu faciayı görüp te lakayt ve seyirci kalan halkın haleti ruhiyesidir. Hakikaten bu, o kadar feci bir haleti ruhiyedir ki ve o kadar adi bir şeydir ki insan bunu duyduğu zaman şahsen mahcup bir vaziyette kalıyor, yerin dibine girmek istiyor. 
Çünkü biz hepimiz bu memleketin adamıyız, bu memleketin içinde, bir şehrinde adam boğazlanıyor. O da kim? Zabit, muallim, yani memleketin maddi ve manevi inkişafı vazifesini üzerine alan bir genç, o kadar izdihamın ortasında boğazlanıyor. Yirmi dakika boğazı kesiliyor da müdahale edilmiyor. Hatta tasvipkâr olanlar bile çıkıyor. Efendiler; sormak lâzım gelen asil bu hadisedir. Halkta, kütlei nasta mevcudiyeti bu gün keşfedilen bu haleti ruhiyenin karşısında, ben kendi nefsime, kendimi çok küçülmüş bir vaziyette gördüm ve bu kütle mes’uliyetinin manevi mes’uliyetin bir kısmının da bana geldiğini hissettim. 
ALİ B. (Rize) - Elbette, elbette. 
AĞAOĞLU AHMET B. (Kars) - Sen de varsın burada, sen de varsın. Ben kendimi misal gösterdim, sen de bundan istifade mi edeceksin? Ben burada senden çok vazifemi ifa etmişim, bunu bilmelisin, binaenaleyh ben kendimi misal olarak gösteriyorum ve diyorum ki bu memleketin münevver zümresi mütefekkiri, muharriri, muallimi, âlimi, gazetecisi, hulâsa bir memleketin münevver denilen kısmı vazifesini ifa etmemiştir ve etmemektedir. Bu noktai nazardan diyorum ki ben mes’ulüm, yoksa bu işte ben senden çok temizim, müberrayım. Efendiler, Cumhuriyet, inkılâp baştan başa bir dindir, bir imandır (Ona şüphe yok sesleri). Bu dinin, bu imanın bir kitabı olacaktı, bir ibadeti olacaktı, dahileri olacaktı, müminleri olacaktı, Cumhuriyetin faziletlerini, fikirlerini cemaat arasında geceli gündüzlü çalışarak neşrü tamim edecek, bu cahil cemaati yürütecek adamlar olacaktı. İşte bu sahadaki vazifelerimizi görmedik. Bu sahada mes’uliyetimiz vardır. Evet, mes’uliyetimiz bu sahadadır. Bunu eğer biz burada ve o mübarek şehidin ruhu önünde itiraf eder ve günahımızı itiraf ettikten sonra da teyakkuza, intibaha gelirsek ve Cumhuriyet ve lâyıklık imanına karşı her münevver kendi üzerine terettüp eden vazifeyi ifa ederse Mazhar Müfit Beye derim ki o gencin o yüksek adamın kanı hedere gitmemiştir. Binaenaleyh Devletin, Hükümetin aldığı kararlarla beraber Hükümetin yanı başında bu memleketin münevver aksamına büyük ve hatta Hükümet vazifesinden daha büyük bir vazife terettüp ediyor. O vazife de durmadan çalışmaktır ve eğer biz hakiki Cumhuriyetçiler isek ve eğer biz Cumhuriyetin memlekette yaşamasını arzu ediyorsak, eğer biz mütemadiyen karşımıza çıkan o menhus ruhun yok olmasını istiyorsak biz o inkılâbı yapan insanlar, geceyi gündüze katarak ve kendi vezaifi hususiyemizi unutarak bilâ âram ve hasbetenlillâh çalışacağız, eğer biz bunu yaparsak ve bu suretle Hükümetin yardımına koşarsak, Hükümetin tedbirleri müsmir olur. Yoksa bu tedbirler mihanikidir, idaridir. Öteki devin kırk başı var, kırk bin başı var. Bu başların birini kesersek öteki çıkar, asıl mesele devi, o menhus ruhu öldürmektir. Bunu öldürecek Hükümet değildir, muallimdir, muharrirdir, şairdir, mütefekkirdir, ediptir. 
REFİK B. (Konya) - Bravo, bravo. 
AĞAOĞLU AHMET B. (Kars) - Bendeniz bunu söylüyorum. 
YAHYA GALİP B. (Kırşehir) - Muhalifleri de unutmayınız. 
AĞAOĞLU AHMET B. (Kars) - Muhalifler bu ruhu öldürmek için çalışıyorlar (Gürültüler). 
ALİ SAİP B. (Urfa) - Muhterem arkadaşlar, Ahmet Beyefendi vazifemizi yapmadık, yapmıyoruz, hepimiz mes’ulüz dediği için söz almak mecburiyetinde kaldık. 
Efendiler, hadise çıkan Menemen’de Ahmet Bey, bundan üç ay evvel seyahat etmişti. Hadise çıkan yerlerde o şehidin kafasına takılan bayrak onları istikbal etmişti. Ben istedim ki Ahmet Bey kürsüye çıktığı zaman; efendiler, bu teşkilât yapılırken etrafımıza toplananlar, bizi bayrakla karşılayanlar mürteciler imiş, bize çok eyi yaptınız. Çok eyi bir teşkilât yaptık. Cumhuriyeti muhafaza edeceğiz diyen adamlar, meğerse kana susamış vatandaşların  kanını içmek istiyormuş. 
Binaenaleyh bu kürsüye geliyorum, sizden af diliyorum, beni affedin deselerdi kendisinin elini öpecektim. 
AĞAOĞLU AHMET B. (Kars) - Senden mi af dileyeceğim? 
ALİ SAİP B.(Urfa) - Hayır benden değil, milletten af dileyeceksin! 
Efendiler; Ahmet Bey, yalnız matbuat hürriyetine dokunulmıyacağı için Baş Vekil Paşaya teşekkür etti. Efendiler; matbuat hürriyeti diyoruz, rica ederim, müsaade ederseniz size ufak bir hikâye arzedeyim, ondan sonra maruzatıma devam edeyim: Çoğunuz bilirsiniz, ata sözlerdir: 
Bir muhtarla bir bekçi kavga etmişler, muhtar bekçiyi dövmüş, muhtarın düşmanları bekçiyi teşvik etmişler, git Hükümete müracaat et, hakkını iste demişler. Bekçi arzuhalciye gelmiş, bana bir arzuhal yaz demiş, arzuhalci ne o demiş? Muhtar beni dövdü, tokat attı, arzuhalı kaça yazarsın demiş, arzuhalci beş kuruştan yüz kuruşa kadar arzuhal yazarım demiş, öyle ise bana yüz kuruşluk bir arzuhal yaz demiş. 
AĞAOĞLU AHMET B. (Kars) - Arap hikayesi mi? 
ALİ SAİP B. (Urfa) - Hayır bu sizin hikayenizdir (Handeler). Arzuhalci arzuhali okuyunca bekçi ağlamaya başlıyarak; vah, vah demek bana zulüm etmişlerde haberim yokmuş, demiş. 
Efendiler bu günkü gazetelerin vaziyeti budur. Beş kuruşa Milliyet satılır, beş kuruşa Vakit, Akşam, Cumhuriyet satılır. Rejimi kuvvetlendiren bu gazeteler beş kuruşa satılır, Hakimiyet okunmaz, fakat işitiriz ki filan yerde Yarin gazetesini kapışmışlar, yüz kuruşa satılmış. Bunun akibeti budur. 31 Martı bunlar çıkardılar, mütarekede İstiklâl harbinde aleyhimize kuvvet sevkedenler bunlardır. 
Şeyh Sait isyanı çıkaranlar bunlardır. Bu günkü Derviş Memed’i de bunlar çıkardılar. Binaenaleyh Efendiler asıl bunlara çare bulmak lâzımdır, yoksa Ahmet Beyin dediği gibi bunlara dokunulmadığı için teşekkür ederim demek doğru bir şey değildir. 
Muhterem arkadaşlar; ben hürriyeti matbuatın düşmanı değilim, gazetecilerin düşmanı değilim. Gazeteciler, rejimi müdafaa eden insanlar, bizim dilimizdir, kafamızdır, dimağımızdır, rejimi müdafaa ediyorlar. Asil benim düşmanlığın, rejimi yıkmak istiyen hain gazetecileredir (Bravo sesleri) (Alkışlar). 
AĞAOĞLU AHMET B. (Kars) - Aferin... 
REİS - Efendim, başka söz istiyen yoktur. Hükümetin Menemen, Manisa ve Balıkesir merkez kazalarında idarei örfiye ilânı hakkındaki tezkeresini reyinize arzediyorum. Kabul edenler... Etmiyenler... Müttefikan kabul edilmiştir. 
Divanı Harp Kararnamesi
25 Ocak 1931
Yargılama 25 Ocak 1931'de Divanı Harp Kararnamesi'nin açıklanmasıyla sona erdi. 
105 sanıktan 37’si için ölüm cezası verildi. 6’sının ölüm cezası yaş haddi nedeniyle 24 yıl “idama bedel hapis cezası”na çevrildi. Diğer sanıklardan 20’sine bir yıl, 14’üne üç yıl, 6’sına 15 yıl, birine 12,5 yıl hapis cezası verildi, 27 sanık beraat etti. 
Kararda sanıkların, "Türkiye Cumhuriyeti Teşkilâtı Esasiye Kanununu tagyire cebren teşebbüs ettikleri ve bunlara müzaherette bulundukları ve Mehdi Mehmedin Mehdiliği için harekete geçtiğini bildikleri halde zamanında Hükümete haber vermedikleri ve tekkelerin seddinden sonra ayini tarikat icra ettikleri" belirtildi. 
Kararların TBMM'ye sevki...
31 Ocak 1931
Yargılama sonunda verilen kararlar, Başbakanlık tarafından 31 Ocak 1931 tarihinde TBMM'ye sunuldu.
Kubilay Olayı'nın kararlarına ilişkin Başbakanlık yazısı ile diğer belgeler şöyle: 
(31 Ocak 1931)
T.C. 
Başvekâlet 
Muamelât Müdürlüğü 31.1.931 
Sayı: 6/341
T. B. M. M. Yüksek Reisliğine
Menemen hadisesini ika ve teşkilâtı esasiye kanununu cebren tağyire teşebbüs edenler hakkında Menemen Divanı Harbi Örfisince  verilen karara dair M. M. Vekâletinden yazılan 31.1.931 tarih ve 2061 numaralı tezkerenin sureti merbutatı ile birlikte leffen takdim kılınmıştır. İdam mahkûmları hakkında teşkilâtı esasiye kanununa tevfikan Meclisi Alice ittihaz buyrulacak kararın iş’arına müsaade buyrulmasını rica ederim efendim. 
Başvekil 
İsmet 
Yüksek Başvekâlete
1. Menemen hadisei isyaniyesini tertip ve ihzar ve teşvik ederek ve bu suçu işlemeğe azmettirerek Türkiye Cumhuriyeti teşkilâtı esasiye kanununu tağyire cebren teşebbüs etmekten maznun olan eşhastan isimleri merbut listede yazılı (37) şahsın aledderecat müsellehan harekete geçerek ve mehdilik ilân ederek Menemen hadisesini doğrudan doğruya beraber işlemek ve azmettirmek suretlerile teşkilâtı esasiye kanununu tağyire cebren teşebbüs eyledikleri sabit olduğundan hareketlerine tevafuk eden Türk ceza kanununun 64 üncü maddesinin birinci ve ikinci fikraları delâletile 146 ıncı maddesine tevfikan idamlarına ve ancak içlerinden altısının yaşları dolayısile mezkûr kanunun 55 ve 56 ncı maddeleri mucibince haklarındaki idam cezalarının 15 ve 24 sene ağır hapis cezasına tahviline. 
2. Ve 41 şahsın muttali oldukları isyan hareketini suiniyetle Hükümete ihbar etmemek ve dini alet ittihaz ile halkı devletin emniyetini ihlâl edebilecek harekete teşvik eylemek ve tekkelerin seddine dair olan kanunun mer’iyetinden sonra ayini tarikat icra ve nakşi tarikatine ait hizmetleri ifa etmek suçlarını işlemiş olmalarından dolayı Türk ceza kanununun 151 inci maddesinin birinci fıkrası ve 163 üncü maddesinin birinci fıkrası ve 677 numaralı kanun hükümlerine tevfikan derecatı muhtelifede hapis ve ağır hapis cezalarile mücazatlarına. 
3. Ve 27 şahsın beraetlerine dair Menemen Divanı Harbi Örfisinden sadır olan hükümleri havi 25.1.931 tarih ve 4 numaralı karar ve teferruatı leffen arz ve takdim kılınmıştır. 
İdam hükümlerinden maadasının tasdiki idarei örfiye âmirinin dairei salâhiyetine dahil olup idam hükümlerinin dahi teşkilâtı esasiye kanununun 26 ncı maddesi mucibince Meclisi Alice tasdiki esbabının istikmal buyurulması maruzdur efendim. 
M. M. Vekili 
Zekâi,M.M.: Milli Müdafaa Vekaleti 
İdamlarına ve Yaşları Dolayısile Haklarındaki İdam Cezasının Ağır Hapse Tahviline Karar Verilenler 
Manisadan Kahveci çırağı Mustafa (İdam) 
Manlsadan Terzi Talât (İdam) 
Manisadan Topçu Hüseyin (İdam) 
Manisadan Tatlıcı Mustafa Hüseyin (İdam) 
Manisadan Eskici Hüseyin Ali (İdam) 
Manisadan Keçeli Köyünden Himmetoğlu Süleyman (İdam) 
Manisadan Paşa Köyünden Kâhya Ahmetoğlu İsmail (İdam) 
Manisadan Mutaf Süleyman (İdam) 
Manisadan Manifaturacı Osman (İdam) 
Manisadan Hafız Cemal (İdam) 
Manisadan Tabur imamı İlyas Hoca (İdam) 
Manlsadan Ali Paşa zade Ragıp Bey (İdam) 
Manisadan Şeyh Hafız Ahmet (İdam) 
Manisadan Giritli İbrahimoğlu İsmail (İdam) 
Menemenden Bozalandan Koca Mustafa (İdam) 
Menemenden Bozalandan Hacı İsmail (İdam) 
Menemenden Bozalandan Hacı İsmailoğlu Hüseyin (İdam) 
Menemenden Bozalandan Göriceli Abdülkerim (İdam) 
Menemenden Cum’ai Balâlı Ramiz (İdam) 
Menemenden Çıtaklı Molla Süleyman (İdam) 
Menemenden Hayimoğlu Jozef (İdam) 
Menemenden Şımbıllı Ali Osmanoğlu Memet (İdam) 
Menemenden Arnavut Yusufoğlu Kâmil (İdam) 
Menemenden Kerimoğlu İbrahim (İdam) 
Menemenden Selimoğlu Boşnak Abbas (İdam) 
Ala Şehirden Şeyh Ahmet Muhtar (İdam) 
Esat’ın oğlu Memet Ali (İdam) 
Manisa Hastanesi imamlığından mütekait Laz İbrahim Hoca (İdam) 
Manisadan Emrullahoğlu Memet  (İdam) 
Manisadan Nalıncı Hasan idama bedel (24) sene hapis (20) yaşında 
Manisadan Çoban Ramazan idama bedel (24) sene hapis (20) yaşında 
Manisadan Giritli Küçük Hasan idama bedel (24) sene hapis (17) yaşında 
Menemenden Harputlu Ömeroğlu Memet idama bedel (24) sene hapis (65) i mütecaviz 
İzmirden Laz Memet Ali Hoca idama bedel (24) sene hapis (65) i mütecaviz 
Erbilli Şeyh Es’at idama bedel (24) sene hapis (65)i mütecaviz
Derecatı Muhtelifede Hapis ve Ağır Hapis Cezalarına Mahkûm Edilenler 
Horus köyünden Selâhattin oğlu Naşit 
Horus köyünden  Yakupoğlu Ali 
Horus köyünden Muhittinoğlu Ali Koç 
Horus köyünden Hasanoğlu Ahmet 
Horus köyünden Neciboğlu Mevlût 
Horus köyünden Ragıboğlu Osman (Onbeşer sene ağır hapis) 
Horus köyünden Mümtazoğlu Haşim 65 yaşını mütecaviz olduğundan cezası 12,5 sene ağır hapis 
Süleymanoğlu Murat Mustafa 
Kara Ahmedoğlu Ali 
Hasanoğlu Ayan Memet 
Paşaköyünden Memetoğlu Abdurrahman 
Hoca Hasanoğlu Hüseyin 
Ramazanoğlu Bekir 
Şerif Ahmedoğlu Eyyip 
Bozalandan Hacı İsmailoğlu Hasan 
Muhtar Ahmedoğlu Mustafa 
Âza Memetoğlu İsmail 
Âza Memetoğlu İbrahim 
Âza Haliloğlu Hasan 
Bekçi Ahmet Hüseyin 
Rahmanlı Köyünden Hacı Hafız Ali (Üçer sene hapis). 
Manisadan Şeyh Hacı Hilmi 
Horus köyünden Ömeroğlu Ahmet 
Ahmedoğlu Ibrahim 
Mustafaoğlu Sadi 
Zenooğlu Hasan 
Arslanoğlu Şaban 
Muslihoğlu Halit 
İbrahimoğlu Mustafa 
Abidinoğlu Tahsin 
Yasimoğlu Osman 
Paşaköyünden Memetoğlu Ahmet 
Simalı Salihoğlu Osman 
Bozalandan Ahmedoğlu Memet 
Osmanoğlu Hasan 
Hüseyinoğlu İbrahim 
Ak Memetoğlu Memet 
Simsar Kâtibi Mustafa 
Lüle Memetoğlu Ali 
Darakçi Hüseyinoğlu İbrahim Etem, 
Kurabiyeci Hacı Hüseyin (Birer sene hapis).
Beraet Edenler 
Menemende mukim Yanyalı Hoca Saffet 
Menemenli Rasim 
Bozalandan Mustafa oğlu Mustafa 
Bozalandan Hacı Ali oğlu Mustafa 
Menemenden Tütüncü Haydar 
Menemende Gözlüklü Mehmet Ali 
Menemende Naşit oğlu İbrahim 
Menemende Mazlumaki oğlu Ali 
Menemende İbrahim oğlu İsmail 
Menemende Berber Hafız Ahmet 
Manisalı Hüseyin oğlu Süleyman 
Furuncu Mustafa oğlu Ahmet 
Lütfullah oğlu Halil 
Ahmet oğlu Hüseyin Mazlum 
Hasan oğlu Katmerci Mehmet 
Tütüncü Hasan oğlu Hüseyin 
Ahmet oğlu Halil 
Mustafa oğlu Mehmet 
Pıçakcı İdris oğlu Mustafa 
Çulha Ahmet oğlu Mehmet Çavuş 
Horus köylü Nurettin 
Hacı Ömer oğlu Hoca Hakkı 
Mehmet Emlnin anası Hasibe 
Kız kardeşi Halide Fatma 
Kız kardeşi Rukie 
Karısı Emine 
Bozalandan Fatma
T.C. 
Menemen 
Divanı Harbi Örfi 
Riyaseti 
Menemen 26.1.930 
Umumî 4 
Amiri  Örfi ve 2. O. Müfettişliğine
Menemen vakai feciasını faillerile bunlara yardım eden ve kısmen alâkadar olan Manisa, Paşa köy, Bozalan Horoz köy, Eren köy ve Menemen ahalisinden 105 kişinin ilk safha olarak Müddei Umumilik tarafından mahkememize mevdu iddianame ve evrak üzerine icra kılınan aleni muhakeme neticesinde işbu eşhasın tebeyyün eden cürümlerine göre Müddei Umumiliğin son iddianamesile maznunların son müdafaaları dinlenerek ve kısmen tahriri müdafaaları okunarak heyetimizce icabı ledelmüzakere ittifakla verilen kararı mübeyyin kararnamemiz ve müddei umumiliğin son iddianamesi ve safahatı muhakemeyi gösterir zabıtnameler leffen ayrı ayrı arz ve takdim edilmiştir. Olbaptaki teşkilâtı esasiye kanununun maddei mahsusası ahkâmına binaen idam cezalarının Meclisi Millice tasdikine delâlet ve muktezasının ifası hususunda müsaadei Devletlerini arz ve istirham eylerim. 
Örfi Divanıharp Reisi 
Mirliva 
Mustafa
TBMM Adalet Komisyonu Raporu ve TBMM kararı...
31 Ocak - 2 Şubat 1931
Ölüm cezalarına ilişkin kararlar, 31 Ocak 1931 günü TBMM Adalet Komisyonunda görüşüldü ve kabul edildi. Adalet Komisyonu Raporu, 2 Şubat 1931 tarihinde Genel Kurul'da ele alındı ve Komisyondan geldiği biçimde kesinleşti. 
TBMM'nin 611 sayılı kararı, 3 Şubat 1931 tarih ve 1716 sayılı Resmi Gazete'de yayımlandı. Ölüm cezaları, aynı gün Menemen'de, Kubilay'ın katledildiği yerde infaz edildi. 
Anadolu Ajansı'nın haberi şöyle : 
(3 Şubat 1931) 
İDAM HÜKÜMLERİ BU SABAH İNFAZ EDİLDİ Mehmet Emin, Şehit Kubilây’ın Başının Kesildiği Yerde Kurulan Sehpada İdam Edildi Menemen 3 (AA.) (Sabaha karşı) - İdama mahkûm olanların haklarındaki hüküm bugün sabaha karşı saat iki buçukta merasimi kanuniye badelifa infaz edilmiştir. Bu 28 mahkûmdan Mehdi’nin arkadaşı Mehmet Emin, Menemen’li Jozef, Manisa’lı Hacıpaşa zade Ragıp, Manisa’lı Şeyh Hafız Ahmet, Alâşehir’li Şeyh Ahmet Muhtar, Manisa’lı tatlıcı Hüseyin, Şeyh Esad’ın oğlu Mehmet Ali hükûmet meydanında, Menemen’li Ramiz, Menemen’li Yahya oğlu Hüseyin, Menemen’li manifaturacı Osman, Manisa’lı İbrahim oğlu İsmail, Lâz İbrahim hoca da istasyonda, Bozalan’lı İbrahim oğlu Koca Mustafa, Bozalan’lı Hacı İsmail oğlu Hüseyin, ŞimbiIli Mehmet, Menemen’li Kerim oğlu İbrahim, Tabur İmamı Hoca İlyas. Manisa’lı topçu Hüseyin, Manisa’lı Süleyman çavuş, Bozalan’dan Hasan oğlu Hacı İsmail, Menemen’li Çıtaklı Molla Süleyman, Menemen’den Boşnak Abbas, Manisa’dan Süleyman, Manisa’dan Hafız Cemal, Manisa’dan kahveci Mustafa, Manisa’dan eskici Hüseyin, oğlu Hüseyin Ali’den ibaret yedişer kişilik iki grup ta Tuz pazarında ve bedesten ve sinema önünde asılmışlardır. Bu 4 gruptan üçünün saat 9.5 ta, İstasyon grubunun da saat 12 de cesetleri kaldırılacaktır. 
Mehmet Emin’in sehpası şehit Kubilây’ın başının kesildiği yerde konulmuştur. 

19 Mart 2018 Pazartesi

#18MartÇanakkaleZaferi

      #18MartÇanakkaleZaferi 'nin 103.yılı kutlu olsun.
     Bu kutlu zaferi Ulusumuza yaşatan  Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları başta olmak üzere 
     tüm şehit ve gazilerimizi saygı, sevgi, rahmet ve minnet ile anıyoruz.
     Ruhları şad, toprakları bol, mekanları cennet olsun.
     Türk Ulusu sonsuza dek var olsun!..
     Ne Mutlu Türk'üm Diyene!

     3 KASIM 1914 – 18 MART 1915 tarihleri arasında Çanakkale Boğazı’nda cereyan eden bir seri deniz 
     savaşlarıyla GELİBOLU yarımadasında 25 NİSAN 1915-8/9 OCAK 1916 tarihleri arasında yapılan 
     kara savaşları Türk tarihinin en şerefli sayfalarını dolduran birer zafer destanıdır.
ÇANAKKALE’nin deniz ve kara savaşları; Türk Ulusal tarihinin 1800’lü yıllarının hemen çoğunluğunda görülen yenilgilerden sonra askeri ve siyasal varlığını bir kez daha kanıtladığı savaşlardır.
Harp tarihine bakıldığında askeri zaferlerin daima taarruzi bir harekatın sonunda kazanıldığı görülür. Çanakkale savaşları ise savunan orduların taarruz edenleri yenilgiye uğratmış olduğu, hemen tek örnektir.
ÇANAKKALE SAVUNMASI : Öz yurdunu korumak için şahlanan yaralı bir ulusun, sayı ve maddi açılardan üstünlüğü tartışılmaz olan düşmanlarını yenerek, onları felce uğrattığı bir savaştır. Bu durumuyla dünya harp tarihlerine geçmiş ve Türk tarihine de altın harflerle yazılıp Türk’ün kahramanlık ve şeref abidesi olmuştur.
Bu zaferler, büyük Türk Ulusuna Atatürk gibi dahi bir lider hediye etmiştir. Mustafa Kemal’in Anafartalarda parlayan yıldızını 18 MART’ın şafağı aydınlatmış, bu zafer, Türk’e, öz benliğini ulusal kimliğini bulma yolunu göstermiş, Türk bağımsızlık savaşının temelleri ÇANAKKALE’nin sularında ve Conk Bayırı’nda atılmıştır.
18 MART Çanakkale Zaferi, Anafartalar yangınının bir kıvılcımıdır. Mustafa Kemal Atatürk’ün tarihe geçen ilk kahramanlığı 18 MART’ın beşiğinde doğmuş; bu şahsiyet, Sakaryalarda şahlanmış, Dumlupınar’da Türk’ün kaderini değiştirmiş 9 EYLÜL 1922’de Ulusumuzu dünya uluslararasındaki şerefli mevkiye yükseltecek son zaferi kazanmıştır. Bu olayların moral dayanağım kuşkusuz ÇANAKKALE’ler oluşturmuştur.
Çanakkale savaşları ve kazanılan zaferler; Türk kurtuluş ve bağımsızlık savaşına maya çalmış; ulusal bilinci ve ulusal ruhu yeniden ateşlemiş ve Türklük, tarihteki şanlı ve seçkin yerini böylece almıştır. İstiklal Savaşımızın temelinde böylesine muhteşem zaferler bulunmasaydı, 19 MAYIS 1919’un ufkunda Mustafa Kemal Paşa belki gene doğabilirdi ama ulus; onu Anafartalar Kahramanı, İstanbul’a düşmanın girmesini önleyen komutan olarak ÇANAKKALE’den tanımasaydı acaba etrafında toplanıp kısa sürede kenetlenmesi o kadar kolay olabilir miydi.
Bu bakımdan ÇANAKKALE; Türk ulusal tarihinin akışı içinde çok önemli bir yere sahip olmakla beraber, Birinci Dünya Savaşı sonrasında yeniden biçimlenen Dünya ve bu dünyada ki siyasal rejim sistemlerinin yeniden şekillenmesi; siyasal sınırların yeniden çizilmesi ve dönemin üç büyük imparatorluğunun (Avusturya-Macaristan, Osmanlı ve Rus Çarlık İmparatorlukları) yıkılarak yeni yeni ulusal devletlerin tarih sahnesine çıkışı ile de bu zaferin yakın ilişkisi vardır. Şunu da belirtmeliyim ki, bu zaferler Rus Çarlığı’nın yıkılmasına neden olduğu için yukarıda sıraladığımız etkileri göstermiştir. Eğer Çanakkale’de kazanılan Zaferler, Birinci Dünya Savaşı’nın diğer cephelerinde de devam etse idi ve Almanya ile birlikte ya da sadece Osmanlı imparatorluğu olarak savaştan galip çıksaydık, Dünya’nın rengi, şekli ve siyasi sının, kuşkusuz daha başka olurdu.
Çanakkale Savaşları; Balkan Harbi’nin bütün Türk Ulusu’nun ruhunda ve benliğinde açtığı derin yaranın ve utanç duygusunun kesin şekilde tedavisini sağlamış, en önemlisi de yukarıda değindiğim gibi Atatürk’ün Türk Ulusu ile birlikte bütün bir.cihan tarafından tanınmasını sağlamıştır.
Atatürk’ün, Kurtuluş Savaşımızdaki muzaffer kılıcının çeliğine su veren ÇANAKKALE Savaşları olmuştur. Şurası da bir gerçektir ki Çanakkale’de devam eden deniz ve Kara harekât ve savaşlarını birbirinden ayırarak incelemek doğru olamaz. Bu her iki savaş bir biriyle iç içedir ve biri diğerinin tamamlayıcısıdır. Bu husus gözden uzak tutulmamalıdır.
Rus Çarı II. Nikola’nın 1815 tarihinde “Hasta Adam” ismini taktığı Osmanlı İmparatorluğu’nun müzminleşen hastalığına daha 1906 yılında ilk isabetli tanıyı koyan Yzb. Mustafa Kemal, Ulusu’nun asıl cevherini; 1915’de Conk Bayırı’nın, Anafartalar’ın ve An Burnu’nun kan ve can pazarında çok yakından tanımak fırsatını bulmuştur. M. Kemal, Ulusuyla kan deryası içerisindeki ÇANAKKALE’de bu derece yakından tanışmamış olmasaydı Birinci Dünya Savaşı sonunda maddi ve moral gücünü hemen hemen tümden yitirmiş bir milletin başına geçip İstiklal Savaşımızı zaferle noktalayacağına acaba kesin inanç duyabilir miydi?
Bu nedenledir ki 18 MART’ı izleyen Çanakkale’deki kara savaşlarında kazandığı zaferiyle Türk Ulusu’nun 5000 yıllık tarih sahnesinden silinip gidemeyeceğini kendisi de şahsen idrak etmiş ve bunu bütün dünyaya İstiklal Savaşı’yla da kanıtlamıştır.
Daha sonra ki yıllarda inandığı ve güvendiği ulusunun baş komutanı olarak Türklüğün yaşam kudretini bir barış çelengi olarak kılıcının ucunda Ege’nin sularına bırakmaya muvaffak olmuştur.
Bu tarihi nedenlerle 18 MART’ı anlatırken:
– Tarih bilen Yb. Mustafa Kemal,
– Çarlığın yıkılışını hazırlayan Alb. Mustafa Kemal,
– Tarih yapan Mustafa Kemal,
– Tarih yazan Mareşal Mustafa Kemal,
– Çağdaş Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu Atatürk’ten söz etmezsek, genel tarih içerisinde 18 MART ve Çanakkale Zaferlerinin; Bir ulusun, sadece kahramanlık hikayesinden öte hiç bir önemi kalmayacaktır.
18 MART Zaferi, düşman donanmalarının 1915 yılı başlarında İstanbul’a girmelerini ye İmparatorluğun daha o yıl içinde çökertilmesini önleyen çok büyük ve tarihi bir zaferin ilk raundu olmuştur.
ÇANAKKALE’nin kara savaşlarında kazanılan zafer ise Osmanlı İmparatorluğu’nun 30 EKİM 1918 MONDROS ateşkesine kadar ayakta kalmasını sağlayan ve Birinci Dünya Savaşı’nın en az iki yıl daha uzamasına neden olarak dünya tarihini etkileyen İkinci raundunu teşkil etmiştir.
Eğer ÇANAKKALE’deki zaferler kazanılmasaydı, Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul, Birinci Dünya Savaşı’nın hemen birinci yılı sonunda İTİLAF Devletlerince işgal edilmiş, böylece Rus Çarlığı, müttefiklerinin yardımlarına en kısa yoldan kavuşmuş olacak ve Almanya’nın yenilgisi daha da çabuklaşarak Rusya’da 1917 BOLŞEVİK ihtilali muhtemelen gerçekleşmeyecekti.
18 MART’ın ve onu izleyen ÇANAKKALE kara savaşlarının zaferleri, ulusal tarihimizi ve dünya tarihini etkileyen önemi ve rolü bu noktalarda toplanmaktadır.
Bu savaşları yürüten bütün Türk Komutanları kahraman erleriyle omuz omuza çarpışırken, hiç kuşkusuz Murad-ı Hüdavendigârları, Hacı îl Beyleri, Lala Şahin ve Timurtaş Paşaları ve Evranos Beylerin ruhlarını kendi yanı başlarında duyarak savaşmışlardır.
Savaşırken tarihini düşünen, tarihini düşünürken savaşan Türk Ordusu ve onun seçkin komutanları; ÇANAKKALE Boğazı’nı kırık bir salla geçip Türk Sancağını ilk kez bu topraklara 1356 yılında diken Gazi Süleyman Paşa’nın ilk ayak bastığı NAMAZTEPE’den kendilerini seyrettiğini görür gibi duyarlardı.
Bir tek güne sığdırıldığı halde yüzyıllara hükmeden zaferlere ancak Türk Harp tarihlerinde rastlanabilir. İşte 18 MART Zaferi de yüzlerce yıldan beri Türk tarihinde gördüğümüz, MALAZGİRT, OTLUKBELİ, NİĞBOLU, MOHAÇ, KO-SOVA-RİDANİYE, ÇALDIRAN, PREVEZE ve nihayet DUMLUPINAR gibi meydan savaşlarında kazınılan Türk zaferlerinden birisidir ve bu zaferin kazanılması 20. Yüzyılın tüm siyasal olaylarına yön vermiştir.
18 MART ÖNCESİ DÜNYA OLAYLARI
1914 yılında SARAYBOSNA’da çakan bir kıvılcım, kısa sürede bütün dünyayı kan ve ateşe boğmuş, çıkarları ve yararlan birbirine zıt düşen Avrupa Devletleri iki bloka ayrılmış, bir yanda İNGİLTERE ve FRANSA ile ona katılanlara “İTİLAF DEVLETLERİ” denilmiş, diğer yanda bir araya gelen ALMANYA ve AVUSTURYA ve OSMANLI DEVLETLERİNDEN oluşan gruba da “İTTİFAK DEVLETLERİ” ismi verilmiş ve bu iki tarafa, savaşın gelişmesine paralel olarak daha bir çok devletler katılmak suretiyle başlayan savaş, dünyanın dört bucağına yayılmış, bu nedenle de savaşın ismine “Birinci Dünya Harbi” denilmiştir’.
Birbirlerinin gırtlağına sarılan bu iki tarafın bütün olarak ve yetenekleriyle giriştikleri çatışmalara din, dil, renk ve milliyetleri birbirine uymayan milyonlarca insan da katılmış ve bu iki büyük blokun başını çekenlerin çıkarları uğruna dört yıl süre ile kıyasıya çarpışmışlardır.
Bu büyük savaşta toplam 658 adet tümen savaş alanlarına sürülmüş, 65 Milyon kişi silah altına alınmıştır. Toplam zayiat yaklaşık 9-10 milyona varmış, milyonlarca halk göçebe durumuna düşürülmüştür.

Osmanlı Devleti’nin Durumu:
Birinci Dünya Savaşı başladığı zaman Osmanlı Hükümeti ard ardına girdiği, her birinde zararla, toprak kaybı ve yenilgilerle çıktığı savaşların yorgunluğunu henüz gidermek ve ordusunu yeniden organize etmekle meşguldü. Bu iş için de Almanya’dan bir askeri yardım heyeti çağrılmış, Savaşa katılmak istemeyen Osmanlı Hükümeti tarafsız kalmaya karar vermişti. Ne var ki, İstanbul’daki Alman Sefareti ile Alman Askeri Misyonu, Türkleri kendi saflarında savaşa sokmak için var güçleriyle çalışıyorlardı.
İTİLAF Devletleri ise müttefikleri olan Ruslarla karşılıklı yardımlaşabilmek, ve Rusya’nın ihtiyaç duyduğu lojistik desteği onlara ulaştırabilmek için Türk Boğazlarına gereksinim duyuyorlardı. Bunun için de ÇANAKKALE ve İSTANBUL Boğazlarının kendi kontrollerinde bulunması gerekmekte idi.
Kuşkusuz bunun en uygun çözümü Osmanlıları kendi ittifaklarına almaktı. Ama daha önce Avrupa devletleri arasında yapılan çeşitli konferanslar ve kongrelerle İstanbul Boğazı’nın Rus Çarlığına bırakılması konusunda sözler verilmişti. Ayrıca Çar II. NİKOLA’nın isimlendirdiği “BOĞAZIN HASTA ADAMI” ölmek üzereydi ve Düveli Muazzama (Büyük Devletler) Osmanlı mirasını paylaşmaya kararlıydılar. Bunun için de daha 1815 Viyana Kongresinde “Şark Meselesi” ortaya atılmıştır. Bu mesele, Osmanlı İmparatorluğu’nun paylaşılarak Avrupa’dan, Balkanlar’dan atılıp Anadolu’ya tıkılması ve ilk fırsatta da buradan sürülüp atılmasını öngören politikanın kısa adı idi. Bu nedenle Şark Meselesi Osmanlı’yı kendi ittifaklarının dışında tutmalarını gerekli kılıyordu.
Osmanlı yöneticileri, Rus Çar’ı Deli Petro’nun 1725 yılındaki meşhur vasiyetnamesiyle ortaya koyduğu “Sıcak Denizlere İnme Siyasetini” yakından biliyorlardı. O dönemde Ruslar henüz Baltık Denizi’ne, Azak ve Karadeniz’e bile çok uzak iken ortaya attıkları bu siyaset sonrasında hızlanan Türk-Rus Savaşlarıyla uğradıkları zararları gözde tutan Osmanlılar, İTİLAF Devletlerinin ya da Rusların kendilerine saldırma ihtimalini oldukça yüksek görüyorlardı: Bu kuşkular ve bu nedenlerle Osmanlı Hükümeti, 2 AĞUSTOS 1914 günü silahlı tarafsızlık halinde bulunmak üzere SEFERBERLİK İLAN ETMİŞTİR. ALMANYA 5 AĞUSTOS günü savaşa katılmış bulunuyordu.
Dünyanın yoksul ülkeleri, Batı Avrupa Devletleri ile Rusya tarafından geçen yüzyılda sömürgeleştirilirken Almanya bu yağmadan pay alamamıştır. Bu nedenle 1900’lü yılların başından beri ALMANYA kıpırdanıp durmaktaydı. Bu kıpırdanış sırasında dirsekleri, bir yandan Rusya’ya diğer yandan da FRANSA ve İNGİLTERE’nin böğrüne batıyordu. Yeni hayat sahalarına kavuşması için bu devletlerle savaşmaktan başka çaresi yoktu o da öyle yaptı ve savaşın kızgın kazanının altına benzin dökerek içine atladı.
Bu sırada Osmanlılar tarafında bazı olaylar cereyan etmeye başlamıştır. Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Osmanlı Hükümeti’nin İngiltere’ye sipariş ettiği ve yapımları bitmek üzere olan iki savaş gemisine “REŞADİYE ve SULTAN OSMAN” İNGİLTERE kendi yasaları uyarınca el koymuş gemileri veya paralarını savaş sonrasında verebileceğini Osmanlılara bildirmişti.
Bu sırada 10 Ağustos 1914 günü sabahının saat 07.00’de her halleri ile helecanlı ve telaşlı oldukları gözlenen iki Alman Kruvazörü (GOBEN ve BRES-LAU) Akdeniz’de rastladıkları düşman donanmasının takibinden kaçarak gözleri arkada olduğu halde tam yolla kara sularımıza girmiş, ÇANAKKALE Boğazı’nın Ege’ye açılan kapısını sabırsızlıkla çalmaya başlamışlardır. Sığınma talep ediyorlardı. Bu iki geminin ÇANAKKALE Boğazı’nda beklemekte olduklarını İstanbul’daki bir Alman subayından öğrenen ve o zamanın tam bir diktatörü sayılan Enver Paşa kabine arkadaşlarına bile danışmaya gerek görmeden kısaca “BIRAKIN GİRSİNLER” demiş. Türk’ün civanmertliğine sığınan bu iki Tanrı misafiri mülteciye bu şekilde müsaade edilmiş ve içeriye alınmışlardır.
Bu iki gemi; hem itilâf devletlerinden gelecek tepkiyi durdurmak, hem de REŞADİYE ve SULTAN OSMAN zırhlılarının yerine konulmak üzere hemen ALMANYA’dan satın alınıp, gönderlerine Türk Bayrağı çekilmiş ve bordalarına da Yavuz ve Midilli isimleri yazılarak Türk Donanması’na katılmıştı. Ancak bu iki geminin boğazdan içeri girişlerinden hemen dört saat sonra Çanakkale Boğazı’nın ağzına yanaşan İngiliz zırhlıları, Alman kruvazörlerinin içeri alınıp alınmadıklarını sormaya başlamışlardır. Ne var ki, kendisine sığınanı kendinden bir parçaymış gibi kabullenen Türk’ün onlara memnun olacakları bir cevap vermesi olanaksızdı.
İngilizler çaresiz BOZCAADA açıklarına çekilerek Boğaz’ı gözetlemeye koyulmuşlardır. İngiltere’nin gasp ettiği iki zırhlımıza karşılık Tanrı misafiri iki Alman kruvazörünün gelişi Türk Halkı tarafından sevinçle karşılanmıştır. Yalnız, Hükümet bir hata yapmış bunların ismini değiştirmekle beraber, personelini olduğu gibi yerlerinde bırakmış, sadece kıyafetleri değiştirilip mürettebatın başına fes giydirmekle de yetinilmeyerek Filonun Komutanı Amiral ŞOSON bütün Türk Donanması’nın da başına getirilmiştir.
İNGİLTERE, kılıfına uydurulan bu satın alma işlemlerini tanımadığını bildirerek, ÇANAKKALE Boğazı’nı abluka altına almıştır. Buna karşılık Osmanlı Hükümeti de İtilaf Devletlerinin bütün savaş ve ticaret gemilerine Boğazlan kapatmıştır. Böylece savaşın kanlı eli Osmanlı İmparatorluğu’nun kapısındaki tokmağa yapışmış ve ağır ağır çalmaya başlamıştı.
ALMAN Amirali SASON, hükümeti zorluyor. Karadeniz’e çıkıp donanmaya tatbikat yaptırmak için ısrarla izin istiyordu. Bunda haksız da sayılmazdı. Çünkü Alman askeri heyeti Osmanlı Ordusu’nun teşkilatlanmasına ve eğitilmesine resmen memur edilmişti. Diğer yandan da AĞUSTOS içinde Almanlar Osmanlı Hükümeti ile gizli bir ittifak anlaşması yapmış olmasına rağmen Osmanlı Hükümeti yine de savaşa fiilen girmeye hiç de niyetli değildi.
Almanya, iki cephede vuruşmaya mecbur olduğu bu savaşta İNGİLİZ, FRANSIZ ve RUS cephelerindeki kuvvetlerine düşman baskısını azaltmak amacıyla bunları Osmanlı cephelerine nasıl kaydırabileceğinin hesaplarını yapmaktaydı. Osmanlılara Kafkaslar’da, Balkanlar’da ve Ortadoğu’da yeni yeni cepheler açtırabilirse, Almanya, düşmanlarım Türklerin üstüne saldırtarak onların baskılarını hafifletebilirdi. Alman Sefareti ile Türk Ordusundaki bütün Alman komutanlarının da çabalan bu idi..
Amiral SASON 27 Ekim 1914 günü sadece Enver Paşa’nın bilgisi içinde, hükümetin izni dışında donanmayı Karadeniz’e çıkardı. Başta Odesa olmak üzere bir kısım Rus limanlarını bombardıman edip birkaç Rus gemisini de batırdı.
Bu olay üzerine zaten bahane bekleyen Ruslar hiçbir görüşmeye yanaşmaksızın 1 KASIM 1914 günü Osmanlı Devleti’ne savaş ilan ederek orduları ile Doğu Anadolu’da Türk sınırlarını aştılar.

Savaştığımız Cepheler:
Birinci Dünya Savaşı’na bu şekilde katılan Osmanlı Devleti, kendi ülkesinin 6 ayrı cephesinde (KAFKAS, IRAK, SURİYE, MISIR, HİCAZ, ÇANAKKALE cephelerinde) hemen hemen aynı zamanda çarpışmış, ayrıca sınırları dışında da Avusturya’nın GALİÇYA’sında ve Balkanların MAKEDONYA cephesinde olmak üzere iki ayrı cephede üç Türk kolordusu ile devletimize hiç bir yararı olmayan ancak Almanların yararına olan savaşlar yaptık. Osmanlı Devleti, Türk Ulusu’nun ve onun kahraman askerinin kanını, devletine hiç bir yarar sağlamayan bu sekiz cephede sular gibi akıtmıştır.
Bu ümitsiz savaşın nasıl bir sonuca varacağını Osmanlı Ordusunda ilk gören kişi Mustafa Kemal olmuştur. Görüşlerini Başkomutan Vekili Enver Paşa’ya çeşitli kez sözlü ve yazılı raporlarıyla bildirmiş olmasına rağmen; Hırsı, aklına hakim olan Enver Paşa doğruları kavrayamamış ve kendisine önerilen düşüncelere itibar göstermeyerek sonuçta İmparatorluğun batmasına sebep olmuştur. Belki de sırf bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşuna imkan yarattığı için Enver Paşa’yı hayırla yad etmek gerekir.
1912’de Balkanlar’daki eyaletlerimizin çapulcu komitacıları karşısında becerisizlik şaheserleri yaratarak, ağır yenilgiye uğrayan Osmanlı Ordusu, Birinci Dünya Savaşı’nda dostunu, düşmanını şaşkınlığa uğratacak derecede kahramanca başarılı savaşlar vermiş, ve orduları hemen hiçbir cephede kesin yenilgiye uğramadıkları halde müttefiklerimizin yenilmesiyle birlikte MONDROS Ateşkesi’ni kabule mecbur kalınmıştır.
Doğuda Rus taarruzunun başlamasıyla savaşa giren Osmanlı Padişahı 16 KASIM 1914 günü “Cihad-ı mukaddes” ilan etmiş ise de Osmanlı’nın siyasi sınırları içerisinde ve dışarısındaki Müslüman ülke ve halklarından destek görülemediği gibi savaşın daha ileri aşamalarında da düşmanlarımızın saflarında yer alarak; başında İslam’ın halifesi olan (Halife-i Rey-u Zemin ve Zillullah-ı Fil âlem) yani yeryüzünde Peygamberin halifesi ve Allah’ın gölgesi denilen Osmanlı Devleti’ne karşı isyan edip savaşmışlardır.
Asıl konumuz olan 18 Mart ÇANAKKALE Savaşı’ndan önceki olayların çok kısa bir özetini böylece yaptıktan sonra BOZCAADA açıklarında beklemekte olan İngiliz ve daha sonra onlara katılan Fransız gemilerinin girişeceği Boğaz Savaşı’na geçebiliriz.

18 MART ÇANAKKALE SAVAŞINI’NAÇILIŞ NEDENLERİ:
Birinci Dünya Savaşı başladığında ALMANYA, Orta Avrupa’daki pozisyonuyla İtilaf Devletlerine dahil olan Rusya ile İngiltere ve Fransa’nın direkt irtibatını kesmiş bulunuyordu. Savaşın başarısı, İtilaf cephelerinin birbirleriyle etkin bir şekilde yardımlaşmasına bağlı idi.
İtilaf devletlerinin savaşı kısa sürede bitirebilmesi, Rusya’nın da güçlü bir şekilde Doğu Avrupa Cephesi’nde Almanlara karşı savaşmasıyla mümkündür. Ancak batının yardımı olmaksızın Rusya bu gücü gösterememekte idi. Bu durumda Rusya’daki ham maddelerin batıya ve batının mamul maddelerinin Rusya’ya ulaştırması için çareler aranmalıydı.
Bunun için dört yol vardı.
1 – Baltık Denizi Yolu, Almanların kontrolü altındadır.
2 – Avrupa üzerinden Rusya’ya ulaşmak. Almanlar bu cepheyi tamamen kapatmaktaydı.
3 – Kuzey Kutup deniz yolu. Kuzey denizi yılın 9-10 ayında buzlarla kaplıdır. Geçit vermez.
4 – Londra’yı, Odesa’ya bağlayan en yumuşak yol, ÇANAKKALE ve İSTANBUL Boğazlan yolu görünmekteydi. O halde boğazları zorlayarak açmak, RUSYA’ya yardımları ulaştırmak için tercih edilmeliydi.
Bu cephenin açılmasına neden olan diğer hususları şöylece sıralamak mümkündür.
– Türkiye’nin SÜVEYŞ Kanalı ve dolayısla Hint Denizi yolu üzerindeki baskılarına son vermek.
– Savaşa katılmakta tereddüt gösteren BULGARİSTAN’I, ALMANYA’ya kaptırmadan İtilaf Devletlerinin yanında savaşa sokmak.
– İSTANBUL’U zapt ederek Müslüman dünyasını etki altına almak ve Halife’nin ilan ettiği Cihad-ı Mukaddes’i tesirsiz kılarak İslam dayanışmasını çökertmek.
– Almanların 1915 baharında yapacağını hesapladıkları Büyük Taarruz için, bu devletin dikkatini ÇANAKKALE’ye çekerek Avrupa cephesinden buraya kuvvet kaydırmalarını sağlamak.
– Aralık-1914’te Türk Ordularının giriştiği Sarıkamış harekatından, telaşa kapılan Rus Çan Grandük NİKOLA,. İngiltere’ye başvurarak İtilaf Devletlerinin hemen Türkiye’ye karşı karadan veya denizden bir cephe açmalarını istemiştir.
İşte bu gibi düşünceler çerçevesinde İngiliz Harp Kabinesi, CHURCHİL’in baskısıyla Çanakkale Cephesi’nin açılmasına karar verdi.
Bu karar üzerine MONDROS’ta bulunan İngiltere’nin Akdeniz donanmasının Baş Komutanı Amiral CARDEN’in düşünceleri soruldu. CARDEN : “Bir ay içerisinde Marmara Denizi’ne çıkılabileceğini belirterek bu maksatla hazırladığı dört aşamalı plânını 15 OCAK 1915’te LONDRA’ya gönderdi. “Harp Kabinesi, Şubat’ta ÇANAKKALE Boğazı’nın denizden zorlanarak geçilmesine karar verdi ve bu husus Amiral CARDEN’e bildirildi.
Bu karardan Fransızlar da memnun kalmışlardı. İSTANBUL’U tek başına İngilizlerin ele geçirmesini istemiyorlardı. Bu nedenle kendilerinin de bir filo ile bu harekata katılacaklarını bildirdiler.
Ruslar ise bu yeni cephenin Çanakkale Boğazı’ndan açılmasına hiç memnun olmadılar. Çünkü İngiliz ve Fransızların Rusya’dan önce İstanbul’a girmeleri, Çarlığın bütün Ortadoğu politikalarına ve sıcak denizlere inme siyasetlerine ters düşmekteydi. Ruslar bu maksatla Karadeniz kıyılarında hemen bir kuvvet teşkil ederek İstanbul Boğazı’na çıkma hazırlığına girmişlerdir.
Sonuç olarak Almanların teşvikleriyle Osmanlı Orduları 2 Şubat 1915 tarihinde Sina’yı geçerek Süveyş Kanalı’na taarruza geçti.
Almanların amacı İngiliz kuvvetlerinin Mısır cephesine bağlı kalarak Avrupa’ya nakledilmesini önlemekti. Yapılan bu Kanal Seferi Osmanlılar için hezimetle sonuçlanmıştır. İngilizler, bu cephede ferahlayınca Çanakkale’de kullanılmak üzere buradan bir Kolordu kuvvetlerini tasarruf edebilme imkanına kavuşmuşlardır.
Görülüyor ki Almanların telkiniyle Rusları KAFKASYA’da, İngilizleri MISIR’da tutmak maksadını güden, SARIKAMIŞ ve KANAL harekâtı başarısızlığa uğradığı için düşmanlarımız hem Almanya Cephesi’ne ve hem de Türkiye’nin can evine yönelen (Çanakkale Boğazı’na) yeni yeni kuvvetler sevk etmeye imkân bulmuştur.
Bu olayların ardından ÇANAKKALE Savaşlarının İtilaf Devletlerince kaybedilmesi sonucunda Rusya’ya yardım yolunun açılamaması, İtilaf Devletlerinin Rusya’ya yardımlarını ve takviyelerini mümkün kılmamış ve yokluk içinde kalan Rusya’da Bolşevik İhtilali çıkmış, Dünya’nın ilk kez Komünist Rejimiyle tanışmasına sebep olunmuştur. (1917 senesinde Rus İhtilali sonunda Çarlık; Brest-litovks Andlaşmasıyla EKİM ayında savaştan çekilmiştir.)
Çanakkale Boğazı’ndaki deniz harekâtını başarıya ulaştıramayan İngiltere ve Fransa, Mısır’da oluşturmaya başladıkları Anzak (Avusturalya-Yeni Zelanda) kolordusunu takviye ederek (Birer İngiliz ve Fransız Tümeni ile) 64 bin kişilik bir kuvvet meydana getirdiler. Kararlan; Deniz kuvvetlerinin desteğinde karadan taarruzla Gelibolu üzerinden İstanbul’a ulaşmaktı.

ÇANAKKALE BOĞAZI’NIN COĞRAFİK MEVKÜ: (KROKİ-1’e bak)
Çanakkale Boğazı; KARADENİZ’İ, İSTANBUL BOĞAZI ile MARMARA üzerinden EGE’ye ve oradan da açık denizlere bağlayan Türk boğazlarından biri olup Lapseki-Kumkale arasındaki uzunluğu 52 km. dir. En geniş yeri Erenköy Körfezi’nde 7.5 km. ve en dar yeri ÇANAKKALE-KİLİTBAHİR arasında 1200 mt.dir.
Çanakkale Boğazı, tarih boyunca Venedikliler, İranlılar, Romalılar, Bizanslılar, Selçukluların işgallerinde kalmış ve nihayet 1356’da Osmanlılar, Gazi Süleyman Paşa Komutasındaki “İlk Osmanlı akıncı müfrezesiyle” Gelibolu’nun kuzeyindeki NAMAZGAH tepeye baskın tarzında çıkarak Türk Sancağı’nı Avrupa kıtasının bu kenarına dikmişler ve bu tarihten sonra Osmanlıların Balkan fütuhatları başlamış ve Boğaz günümüze kadar kesintisiz olarak Türk egemenliğinde kalmıştır.

ÇANAKKALE BOĞAZI’NIN STRATEJİK VE JEOPOLİTİK ÖNEMİ:
ÇANAKKALE ve İSTANBUL BOĞAZLARI kuşkusuz tek başlarına büe büyük birer Jeopolitik ve Stratejik önem taşırlar. Ama her iki boğazın tek bir devletin egemenliğinde bulunmasıyla bu önemleri katbekat artarak olağan üstü bir durum kazanır.
Bu değerleri ve önemi özetlemek mümkündür.
1 – Karadeniz’e kıyısı olan devletler ile Akdeniz’in kıyı devletleri arasındaki her türlü ilişkiler (ticari, siyasi, ulaşım, vb.) konularla ilgili faaliyetler için bu her iki boğaz, hayati önem taşımaktadır. Özellikle bir savaş halinde bu boğazları elinde bulunduran Türkiye, bu her iki denizin kıyısında yaşayan devletlerin yukarıda sıraladığımız karşılıklı münasebetlerinde kesinlikle söz sahibi durumundadır.
2 – Türk Boğazları, Karadeniz’i Akdeniz’e ve dolayısıyla Atlantik Okyanusu’na bağlayan deniz ulaşımının en önemli iki kilidini oluşturur.
3 – Bu Boğazları elinde bulunduran devlet, Karadeniz kıyı devletlerinden Rusya’nın, Ukrayna’nın Bulgaristan’ın, Romanya’nın, Gürcistan’ın Karadeniz’de bulunan donanmalarını Dünya denizlerinden tecrit eder ve bu ülkelerin Akdeniz’de gösterecekleri bütün etkileri ve faaliyetleri engeller.
4 – Türk Boğazlarının günümüzde Batı Bloku (NATO) savunma manzumesi içinde kalması Kafkaslar ve Balkan Devletleri ile Rusya ve Ukrayna’nın sıcak denizlerle irtibatını keser böylece Baü Bloku Devletlerinin Akdeniz Harekât alanına ayıracakları deniz kuvvetlerinde tasarruflar sağlar.
5 – Boğazlara egemen olan devlet Ortadoğu petrol alanlarını ve Hint Okyanusunu Süveyş yoluyla Akdeniz’e ve Avrupa’ya bağlayan en ekonomik deniz yolunu kuzeyden (Karadeniz Devletlerinden) gelecek deniz tehditlerine karşı korur.
6- Balkanlardan, Anadolu’ya yönelecek askeri bir harekatta Trakya’yla Anadolu arasında etkin bir savunma hattı oluşturur.
7 – Boğazlardan her hangi birini kaybeden Türkiye’nin genel savunma gücü sarsıntıya uğrar. İstanbul gibi her yönden çok önemli ve değerli bir şehir ile birlikte Kocaeli ve Gelibolu Yarımadaları tehlikeye düşer.
8 – Türkiye’nin savunmasıyla Batı Bloku’nun savunması, stratejik anlamda ve alanda bir bakıma Boğazlardan geçen deniz yolunun kontrolü ile mümkündür. Türkiye ve Batı (NATO) Bloku, Boğazları savunamadığı takdirde hasım devletlerin Karadeniz Donanması, Akdeniz’e inerek bu denize kıyısı olan bütün devletlerin, Ortadoğu ülkeleri ile Kuzey Afrika devletlerini etkisi altına alabilir. Aksi durumda da hasım Karadeniz devletleri bu imkandan yoksun kalır.
18 MARTTAN ÖNCE ÇANAKKALE BOĞAZI’NDA TÜRK SAVUNMA DÜZENİ:
Birinci Dünya Savaşı daha başlamadan önce HAZİRAN-1914’de bir Alman tahkim heyeti tarafından boğazdaki topçu bataryaları ve tabyalar incelenmiş ve mevcut 32 batarya 22’ye indirilmiş, ayrıca topların çaplarına ve menzillerine göre dağılımı ve mevzilendirilmeleri yeniden düzenlenmiş, savunmanın kuvvet çoğunluğu Boğaz’ın içine ve orta bölgelerine alınmıştır.
Bu sırada Çanakkale Müstahkem Mevki Komutanı Alb. Cevat Bey ve Kurmay Başkanı’da K. Yrb. Selahattin ADİL Bey’dir. Boğazlar Komutanlığına da Alman Amirali UZEDUM atanmıştır.
Bölgede Almanların 26 Subayı ile 432 Eratı vardır. Bunlardan bir kısmı Çanakkale’ye gelmiş ve Hamidiye Tabyası’nda görevlendirilmiştir. Alman Korvet Kaptanı VOSÎTO komutasında bir kara topçuluk kursu açılmış, eksiklikler tamamlanmış, Alman torpido kaptanının idaresindeki Alman mayın ekibi de Türk mayıncılarına yardımcı olmuşlardır.
Eğer bu boğaz seri ateşli ve uzun menzilli ağır topçu ve bol mayın ve deniz altı ağlarıyla daha da pekiştirilebilseydi bu savunma gücü kuşkusuz çok daha artırılabilecekti. Ancak elde mevcut olanlarla yetinilmek zorunda kalınmıştır.
Boğaz savunmasını güçlendirmek amacıyla, Mesudiye Zırhlısı’ndan sökülen ağır toplar, Anadolu kıyısında ki “Mesudiye Tabyası’na” konulmuştur. Zırhlı ise KEPEZ ile ÇANAKKALE arasında ki SARISIĞLI mevkiine demirletilmiş ve mayın tarlaları ile belirli bir bölgeyi koruyacak şekilde “Set Bataryası” olarak kullanılmak üzere KEPEZ ile Dardanos Bataryalarına yardımla görevlendirilmiştir. Ancak bu zırhlı, savaşın ilk anlarında torpillenmiş, su bölmeleri de olmadığından yana yatarak batmıştır. Boğaz’da yerleştirilen topların bir kısmı da Edirne Müstahkem Mevkii’nden getirilmiştir.
Mayınlama için, Trabzon kıyısındaki Ruslardan kalma mayınlar ve İzmir sularındaki Fransız ve Balkan Savaşı’ndan kalma Türk mayınlarından yararlanılmıştır.
Tabyalar, çevreleri taş ve topraktan yapılmış, cephanelikler ve erat sığınaklarının bir kısmı toprak altına alınmıştır.
Bölgedeki bütün toplar çoğunlukla kısa menzilli ve ağır ateşli toplar idi.
Çanakkale Savaşı’nın savunma tertibatı, Boğaz’ın savunması, 3 bölüm halinde derinliğe doğru şu şekilde düzenlenmiş idi. (Kroki-2’ye bak)

1 – Dış Savunma Bölgesi:
 Boğaz’ın Ege tarafındaki giriş yerinde 4 tabyadan oluşmaktaydı. Bunlar: ORHANİYE-KUMKALE-SETTÜLBAHİR ve ERTUĞRUL tabyalarından ibaret idi. Buradaki topların sadece 4 adedi büyük gemilere ateş edecek çap ve menzile sahip olup, seri ateşli idiler. Bu tabyaların görevi düşman donanmasını Boğaz’a girmeden önce zayiata uğratmak ve derinlikteki tabyaları ileriden korumaktı.

2 – Orta Savunma Bölgesi: 
Boğaz’ın içinde KARANLIK LİMAN’dan (Erenköy önlerinden) Kepez’e kadar olan kısımda önceleri Kepez ve Dardanos’tan başka tabya yok iken, daha sonra 7 tabya ile takviye edildi. Bunlar:
– Anadolu kıyısında : KEPEZ, DARDANOS, MESUDİYE ve CEVAT PAŞA tabyaları.
– Rumeli kıyısında: TANKER, BAYKUŞ, KUMBURNU tabyaları. Bu her iki kıyı tabyalarında ağır toplar mevzilendirilmişti.

3 – İç Savunma Bölgesi:
 Bu bölgede 9 tabya vardı.
– Anadolu kıyısında : NARA, MECİDİYE, ÇİMENLİK, ANADOLU HAMİDEYESÎ-tabyaları.
– Rumeli kıyısında: YILDIZ, DEĞERMENDERE, NAMAZGAH, RUMELİ HAMÎDÎYESÎ ve MECİDİYE tabyaları.
Bu tabyalarda toplam 59 ağır top vardı. Bunların ancak 8’i büyük çapta ve seri ateşliydi. Boğaz’ın en çok tahkim edilen ve mayınlarla pekiştirilen bölgesi burasıdır. Çünkü burası aynı zamanda boğazın daralar yöresidir. Bu bölgede savunma çökertilirse İstanbul yolu tamamen açılmış olacaktır.
Yukarıda sıraladığımız her üç savunma bölgesinde Oniki’si seri ateşli, toplam 109 adet orta ve ağır top vardı. Ayrıca 48 adet hafif ve orta top daha vardı ki bu toplardan 63 adedi savaşa girişimizden sonra Almanya’dan getirilmişti. Diğerleri boğaz tahkimatında mevcut idi.
Boğaz’daki topların tüm mevcudu 170 adedi bulunuyordu. Bunların ancak 8 tanesinin menzili 15 km. ye ulaşmaktaydı. Diğerlerinin menzilleri 7-10 km. arasında değişmekteydi. Savunma hazırlıkları sırasında mayın hatları takviye edilmiş toplam 407 mayın kullanılmış, bunlarla 10 mayın kuşağı yapılabilmişti. 8 adet ışıldak bu mayın kuşaklarının aydınlatılmasına görevlendirilmişti.
7.5’luk bir kısım ALMAN Krup topu uçaksavar olarak hava taarruzlarına karşı mevzilendirilmişti.
Alman topçu uzmanları topların çoğunu Boğaz girişinde mevzilendirmeyi düşünüyorlardı. Oysa ki, düşman donanması uzun menzilli toplarıyla kıyıdaki bu toplarımızın menzili dışında kalarak mevzilerimizi rahat rahat dövebilecekti. Nitekim öyle de oldu. Türk komutanları topçularımızın çoğunu orta ve iç savunma bölgelerine yerleştirerek, Boğaz’ın daha etkili ..olarak savunulmasını sağlamışlardır.
Harekât başladıktan sonra gelişmelere paralel olarak 48 hafif toptan çoğu, orta savunma bölgesinde set bataryaları olarak görevlendirilmişti.
18 MARTTAN ÖNCE BOĞAZ’A YAPILAN DENİZ TAARRUZLARI:
İlk Deniz Savaşı : (Boğaz’a karşı icra edilen keşif taarruzu şeklinde yapılmıştır.) 3 KASIM 1914 günü 3 İngiliz Zırhlısı ve 2 Kruvazörü Rumeli kıyısına karşı ve 2 Fransız Zırhlısı da Anadolu kıyısındaki Boğaz’ın giriş tabyalarını 20 dk. süre ile ateş tufanına boğmuştur. Bu bombardımanda dış tabyalarımız büyük bir yıkıntıya uğramış ancak daha sonra kısa bir sürede Mehmetçiklerimiz tarafından onarılmıştır. Bu kısa savaş, açık denizlere bakarı dış tabyalara fazla bel bağlamanın doğru olmadığı düşüncesini kanıtlamıştır.
İtilaf Taarruz Planı: itilaf Devletleri Akdeniz Başkomutanı Amiral CARDEN’in, 15 Ocak 1915 tarihinde yaptığı 4 aşamalı taarruz planına göre boğaz bir ay içinde geçilmiş olacaktı. Buna göre birinci aşamada dış savunma tabyaları imha edilerek ortadan kaldırılacak; ikinci aşamada orta savunma tabyaları ve üçüncü aşamada iç savunma tabyaları yok edilecek; 4’ncü ve son aşmada ise boğazda arta kalan mayınlar, temizlenecek, boğaz emniyet altına alınarak Marmara Denizi’ne çıkılacak ve İstanbul’a girilecekti. Boğazın kara bölgesinde güvenliğini sağlamak üzere MİDİLLİ’de yeterince kara kuvveti toplanacaktı. Bu plân kağıt üzerinde çok güzel ve uygulanabilir görülüyordu. Hatta bazı aceleci İtilaf komutanları, Boğaz’ın geçişi için öngörülen bir aylık süreyi çok uzun bulmaktaydı. Ne var ki Mehmetçiğin inanç, inat ve cesaretle kenetlenmiş savaş azmi ve Türk komutanlarının kararlılıklarını kağıt üzerine çizmek mümkün olmamıştır. Boğaza yapılan bu ilk saldın Türk savunmasını bir yoklama, bir deneme ve keşif niteliğinde yapılmıştır. O gün geriye çekilen zırhlılar daha bir çok deneme yapmak üzere saldırılarına devam edeceklerdir.
1915 ŞUBAT AYINDAKİ DENİZ TAARUZLARI:

19 – 25 ŞUBAT SAVAŞLARI:
Yukarıda açıklanan plânın birinci aşamasının uygulanmasına 19 ŞUBAT günü güzel bir havada başlandı. Bu kez saldırıya tam 9 zırhlı ve kruvazör katılıyordu. Bunlardan 6’sı İngiliz 3’ü Fransızlara ait idi. itilaf donanması süzüle süzüle Boğaz’a yaklaşmaya başlamış ve saat tam 09.36’da Boğaz girişindeki tabyalarımızın üzerine ateş kusmaya başlamıştır. Bu harekât sırasında hava bozmuş, deniz kabarmış ve-sertleşmiş ve bu nedenle düşman donanması umduğu derecede büyük tahribat yapamamıştı.
Saldırı için hazırlanan bütün düşman gemilerindeki top sayısı (hepside en son sistem olmak üzere) 247’yi buluyordu. Bunlar, Boğaz girişindeki tabyalarımızdaki 19 adet topumuzun menzili dışında durarak ağır mermileriyle mevzilerimizi dövüyordu. Bu durum bir boksörün, kollan bağlı bulunan hasmıyla dövüşmesine benzemekteydi. Menzilleri yeterli olmadığı için gereken cevabı veremeyen Türk tabyalarının bu suskunluğundan cesaretlenerek ileri atılan düşman zırhlılarından bazıları Mehmetçiğin kol mesafesine girince hak ettiği darbeleri aldı. Hasara uğratılan 3 düşman zırhlısı çareyi kaçmakta buldu. Ama bunlar bir vuruşta öldürülecek cinsten değildi. Donanma, geri çekilme karan aldı ve kıyılarımızdan açılarak açık denizlerin güvenliğine sığınarak havanın yatışmasını beklemeye başladı.
Bu saldırılarla giriş tabyalarımızdan 4’ü (ERTUĞRUL, SETTÜLBAHIR, KUMKALE ve ORHANÎYE) tahribata uğratılmış, ama toplarımızın tamamı sus-durulmadığı için 20 ve 25 ŞUBAT 1915 günleri güzel havayı kaçırmak istemeyen bu deniz ejderlerinin sayısı artırılarak saldırılarını tekrarlamış ve bu arada KUMKALE ile SETTÜLBAHIR kıyılarına yoğun ateş desteği altında çıkanları küçük tahrip timleri bu tabyalarımızı işe yaramaz hale getirmişlerdir.
Düşman saldırı plânının birinci aşaması bu savaştan sonra tamamlanmıştır. Üç düşman zırhlısının hasara uğratılmasına karşı 19 topumuzu kaybetmişti.
Bu harekâtı Amiral CARDEN’in yardımcısı De ROBECK yönetmekte idi. Boğaz girişindeki tabyalarımızın artık ateş edemeyecek bir durumda olduğunu gören De ROBECK mayın tarama gemilerini boğazdan içeriye 5 mil kadar sokmuş ve yaptırdığı keşif sonunda herhangi bir mayına rastlanmadığı hususunda rapor almıştı. Bu haber Başkomutan Amiral CARDEN’e hemen ulaştırıldı. Amiral o günkü kazancını başarının bir ölçeği olarak kabul edip harita üzerinde pergelini açarak İstanbul’a kadar olan mesafeyi ölçtükten sonra oturduğu koltukta arkasına yaslanarak derin bir nefes almış, LONDRA’daki Amirallik Dairesi’ne şu mesajı çekmiştir: “Yaklaşık 14 gün içinde İstanbul’a varmış olacağımızı tahmin etmekteyim.” Bu rapor güzeldi hoştu ama kıyılan bekleyen Mehmetlerin azim ve cesaretleri gene hesaba katılmadan yazılmıştı.
18 ŞUBAT taarruzlarında Boğaz girişindeki savunma hattımızı oluşturan tabyalarımızın düşmesi bazı önemli siyasal sonuçlarda doğurmuştur. Şöyle ki:
Hâlâ tarafsızlığını sürdüren İTALYA, İtilaf Devletlerine daha sıcak bakmaya başlamış, BULGARİSTAN’ın yüzü, ALMANYA’ya dönük iken bu durum üzerine çekingen bir hal almıştır.
Rusya, Karadeniz Boğazı’na 40 Bin kişilik bir kuvvetle çıkmayı önermiştir. Çünkü daha önce LONDRA’daki patronların hakemliğinde yapılan “Osmanlının bölüşülme plânında” İSTANBUL ve yöresi Ruslara bağışlanmıştır. Gerçi o zaman öyle gerekiyordu ama şimdi durum daha başkaydı. İstanbul ve Çanakkale Boğazlan Hindistan yolunun güvenliği için İngiltere’nin kontrolünde bulunmalıdır. Diğer yandan da Rusya, şimdi kendi canının derdine düştüğünden ses çıkaracak hali de kalmamıştır. Ayrıca İstanbul ve Boğazların Ruslara hediye edilmesi, Fransa’nın Ortadoğu hegemonyasına ters düşmekteydi. Şu sırada ortaya güzel bir fırsat çıkmıştır. Voleleri iyi kullanmakta usta olan İngiliz Politikacıları bunu değerlendirmeliydi. Zaten Avrupa cephesinde Alman baskısına dayanamayan Rusya’nın imdat diye bağırmaktan sesi kısılmak üzereydi. Bir taşla iki, hatta üç kuşun vurulacağı çok iyi bir fırsat çıkmıştır. Bu kaçırılmamalıydı.
Boğazlar aşılmalı, İstanbul’a girilmeli, ve Osmanlı İmparatorluğu’na böylece diz çöktürüldükten sonra Rusya’nın istediği yardım malzemelerini bu yoldan göndererek bir yandan dostluk görevi yerine getirilirken diğer yandan da Alman cephelerinin doğusundan ve batısından taarruza geçilerek onun da işi bitirilmeliydi.

26 ŞUBAT 1915 SAVAŞI:
Boğaz girişindeki tabyalarımızın susturuluşundan sonra Amiral CARDEN’in yaptığı plânın ikinci aşamasının uygulanılmasına sıra gelmiştir. Bu maksatla 26 Şubat sabahı İtilaf donanması, bu kez biraz daha güçlendirilerek Boğaz’ın “Orta Savunma Bölgesine karşı kesintisiz olarak 8 saat sürdürdüğü bir ateşle saldırıya geçmiştir.
Orta savunma bölgesinin her iki kıyısından Türk savunmasının esasını gezgin, hafif bataryalar oluşturmaktaydı. Kuşkusuz savunmanın bel kemiğini her iki kıyıdaki mevcut tabyalarımız teşkil etmekteydi. (Kroki – 2’ye bak)
Gezgin hafif bataryaların çoğu kıyıya bakan ilk sırtların hemen gerisinde mevzilendirildikleri ve yerlerini de düşman gemilerinin boğazdaki pozisyonuna göre sık sık değiştirdikleri için, düşman tarafından yerlerinin saptanması çok zor olmaktaydı. Bu günkü savaşta oldukça fazla mermi yakılmıştı. Topçularımız çok kısıtlı olan mermilerini büyük bir dikkatle kullanıyor, üstün disiplini, yüksek eğitimi ile kısıtlı atışlarla düşman zırhlılarının ensesinde adeta boza pişiriyordu. îtilaf donanması Boğaz’dan içeriye girdikçe gemilerin güverteleri, nereden geldiği belli olmayan mermi tarakaları ile inliyor, düşman şaşkınlık içinde kalıp bocalıyordu. Buna rağmen donanmanın çok üstün ateş gücü karşısında boğazın orta savunma bölgesi önemli derecede tahribata uğratılmıştı.
Saldın planının ikinci aşamasını teşkil eden bu günkü savaşlarda îtilaf donanması Boğaz’da şöyle-böyle tutunabilmişti. Sıra artık, planın üçüncü aşamasını uygulamaya gelmişti. Bu aşamada mayınlar temizlenecek, iç savunma bölgesindeki tabyalar tahrip edilecek ve MARMARA’ya çıkılacaktı. Bu amaçla, îtilaf donanması toplayabildiği bütün gücüyle Boğaz’a yüklenecek ve düşündüğü son darbeyi 18 MART ‘da indirmeyi deneyecektir.

18 MART ÖNCESİ DURUM
26 ŞUBAT’tan bu yana bütün hazırlıklarını bu yönde tamamlamış bulunuyordu. Bu savaşlara tarihçiler ÇANAKKALE Deniz Savaşları demiştir. Oysa ki mayın harekatı hariç bu savaşlar baştan sona donanmayla kara topçusu arasında cereyan etmiştir.
Ayrıca, tarih yazarları bu kadar dar bir su parçası üzerinde; karşısında hiçbir düşman gemisi bulunmadığı halde böylesine büyük bir donanmanın bu tür bir savaşa ilk kez katıldığını belirtmişlerdir.
Çanakkale Boğazı’nda devam eden deniz savaşları adeta sahnede oynanan bir oyun gibi olmuştur. Çünkü boğazın her iki yakasında her hangi bir tepe üzerinde duracak bir kimsenin, savaşın bütün detaylarını sonuna kadar görüp seyredebileceği bir tarzda cereyan etmiştir.
18 MART saldırısına kadar hava, hemen hemen devamlı olarak bozuk gitmiş, İtilaf donanmasına kıyılarımıza sokulma olanağını vermemiştir. Türk ordusu bu fırsattan çok iyi yararlanmış, yıkılan tabyalarını onarmış, toplarının bakımlarını yapmış, ve yeni takviyeler getirmeyi başarmıştır.
Bu dönem içerisinde îtilaf Devletleri donanmanın tek başına Boğaz’ı düşüremeyeceğini anlamaya başlamış ve deniz harekatına paralel olarak karadan da müdahale edecek şekilde kara kuvvetlerini LİMNİ ADASI’NA yığmaya başlamıştır. Bu defa iş sıkı tutulmalıydı. Bu maksatla MISIR’da bulunan İngiliz Generali MAXVELL’e de emirler gönderilmiş “Ortadoğu harekat alanındaki bir çok kıtaların emrine verildiği” bildirilerek bunların “Çanakkale’ye şevke hazır tutulmaları” istenmişti. Bütün bu kuvvetlerin komutanlığına da HAMILTON tayin olmuştur.
Bu arada “Akdeniz İngiliz Donanması Başkomutanı “Amiral CARDEN bu güne kadar cereyan eden savaşlardan dolayı sinirleri iyice bozulmuş ciddi olarak sağlığını kaybetmiştir. Kendisini asıl bunalıma iten sorunların başında Boğaz’da günün her saatinde mevzi değiştiren ve ele avuca sığmayan Türklere ait hafif set bataryalarının hırpalayıcı ateşleriydi. Yoğun deniz bombardımanıyla tam susturuldukları sanılan bu bataryaların bir kaç saat sonra başka bir yerde yeniden ateşe başlamaları amirali çileden çıkarmaya yetiyordu. Bu ve benzer olaylar nedeniyle düştüğü asap bozukluğu içerisinde görevinden affedilmesini istemekteydi. Oysaki son üçüncü aşamaya ait plan, bir kaç gün içinde uygulamaya koyulacaktı. Doktorlar kendisini muayene ettiler ve “Ruhsal Çöküntü” tanısıyla derhal İNGİLTERE’ye geri gönderilmesinin uygun olacağı yolunda raporlarını verdiler. Amiral LONDRA’ya durumu bildirerek İNGİLTERE’ye döndü.
17 MART 1915 günü, Amiral CARDEN’in yardımcısı, Amiral De ROBECK ertesi günü girişilecek son, büyük ve kesin taarruzun komutanlığına getirilmişti. Onun başkanlığında 17 MART günü yapılan son toplantıda 18 MART harekatı bir kez daha gözden geçirildi.

18 MART 1915 SAVAŞI: (Kroki-3’e bak)
18 MART 1915 günü, bundan 80 yıl önce Çanakkale’de ufukları ümit ve zafer neşesi kaplayan bir fecir daha söktü. Dardanos’un toprak kümbetinden ufku gözetleyen Mehmetçik, sayısı 18’e ulaşan çelik gömlekli hayaletlerin, enginlerin buğusunda helecanlı siluetler çizerek Boğaz’a yaklaştığını görüyordu.
Okyanusların bu fütursuz aşinalarına Türk topçusu toprak tabyalarından mert ve asil bir karşılık daha hazırlamakla meşguldü.
Bu çelik hayaletlerin içinde, adını taşıdığı kraliçe gibi haşmet ve güvenle ilerleyen QUEEN ELIZABETH zırhlısı, Marmara’dan kopup gelen MART rüzgarının serin teması ile mest olmuşa benziyordu.
İtilaf donanması kesin sonuç almayı tasarladığı saldırı plânını 3 dalga halinde şöyle düzenlemişti.

1. Hatta:
Modern zırhlılardan oluşan QUEEN ELIZABETH, AGAMEMNON, LORD NELSON, INFLEXIBLE gemileri yer almış ve bu hattın sağ ve sol gerilerinde de P. GEORGE ile TRÎUMPH gemileri bulunmaktaydı.

2. Hatta:
Fransız gemilerinden oluşan GAULOIS, CHARLEMANGNE, BOUVET VE SUFFREN zırhlıları bulunmaktaydı. Bu hattın sağ ve sol gerilerinde İngilizlerin MACESTİK gemisiyle SWIFTSURE bulunmaktaydı.

3. Hatta:
Bu hatta eski İngiliz zırhlıları yer almıştı : Bunlar VENGEANCE, IRRESISTIBLE, ALBION, OCEAN olmak üzere iyi bir hava, durgun bir denizde saat 10.00’da boğaza girmeye başladılar. Saat 11.00’de ilk hat zırhlıları Çanakkale’ye 12 km. mesafedeki önceden saptanan mevkilerine gelerek TRUMPH zırhlısının ilk mermisini saat 11.15’te ateşlemesiyle bu günkü savaş başladı.
Düşmana ilk karşılık MESUDİYE ve DARDANOS tablalarından verildi. Türk savunma planına göre gemiler topçuların menziline girinceye kadar pusuda beklenecek ve menzil içine girer girmez baskın tarzında ateş açılacaktır.
Düşman Boğaz’da ilerledikçe menzillerine giren topçularımız ateş açıyor, savaş giderek kızışıyor, çelik namlularda kibir ve inatla körüklenmiş alevler yanıyor. Düşmanın dev cüsseli mermileri kudurmuş bir manda gibi toprak tabyalardan hınç alıyordu.
O gün saat 12.00’ya geldiğinde ÇİMENLİK TABYASI’ndaki cephaneliğimiz infilak etmiş, NAMAZGAH ve Anadolu HAMİDİYE Tabyaları yerle bir olmuştur. Ama Türk topçusunun hedefini şaşmayan ilk mermileri AGAMEMNON zırhlısını vurmuş, çelik zırhını parçalamıştır.
INFLEXIBLE zırhlısının komuta köprüsünde yangın çıkmış diğer bir çok zırhlılar isabet almıştır.
Bu sırada (Saat 12.00’de) ikinci hatta bulunan Fransız zırhlılarına Amiral tam yol ileri emrini verdi. Bunlar ön hatları aşarak ileriye fırladı ve ÇANAKKALE’ye 7 km. kadar sokuldu.
Savaşın en şiddetli saatleri yaşanmaktaydı. Türk topçuları boğazı cehenneme çeviriyor, düşman zırhlıları da kıyı şeridindeki Türk tabyalarını hallaç pamuğu gibi atıyorlardı.
Bu sırada Fransız GAULOIS zırhlısı, ağır yara alarak savaşamaz hale gelmiş, BOUVET zırhlısı da Rumeli HAMİDİYE’sinden altığı tam isabetle ağır şekilde yaralanmış, yırtılan çelik gömleğini yenilemek üzere geriye kaçarken saat İ4.00’de ayağı, Boğaz’ın ateşten gerdanlığına takılarak aldığı mayın yarasıyla bir kaç dakika içinde burnu havaya kalkmış ve ardından kıç üstü suya kapanarak Boğaz’ın derinliklerinde gözlerden kaybolup gitmiştir. Zırhlıda ki 639 kişi gemiyle birlikte dibi boylamıştır. İki dakika içinde cereyan eden bu olay düşman donanmasında büyük bir şok yarattı. 18 MART savaşlarından daha önce, 7/8 MART 1915 gecesi Dz.Yzb.Hakkı Komutasındaki NUSRET Mayın gemisi bütün ışıklarını söndürerek inanılmaz bir cüret ve cesaretle Boğaz’da kum gibi kaynayan düşman zırhlılarının arasından süzülmüş, Karanlık Liman’a yanaşmış ve 26 adet mayınını bu sulara gayet planlı bir şekilde ve tek sıra halinde dökerek gene geldiği gibi sessizce süzülüp üssüne dönmüştü. Dz.Yzb.Hakkı’nın sulara bıraktığı mayınlar, düşman gemilerinin daha evvelki savaşlarda da manevra sahası olarak kullandıkları KARANLIK LİMAN’ın, ERENKÖY koyuna bakan sahiline paralel olarak sıralanmıştır. BOUVET zırhlısı Yzb. Hakkı’nın azizliğine uğrayan ilk deniz ejderi oluyordu. Ama işler daha bitmemiştir.
Batan Bouvet zırhlısının imdadına koşan SUFFREN, GAULOÎS aynı akıbete uğramış bu zırhlının üzerine toplanan mermilerimiz onu da amansız yakalayarak hırpalamış ve yüz geri püskürtülmüştür.
Ne var ki, kader ağlarını yavaş yavaş örüyor. Ve Yzb. Hakkı Bey’in kurduğu tuzak işlemeye devam ediyordu. Saat 15.00’te başka bir mayına çarpan IRRESISTIBLE ve onu takiben 16.30’da INFLEXIBLE ve 10 dakika sonra OCEAN zırhlıları tam ileriye atılacaklardı ki, onların da ayakları boşa gitti. Mayına çarparak kendilerini bir ateş çukurunda bulup suda eriyen saman kağıdı gibi bükülerek battılar.
INFLEXIBLE güçlükle çekilerek (Aldığı mayın yarası dolayısı ile) İMROZ’a götürülmüş ve kıyıya, baştankara edilmiştir.
NUSRET’in mayınları meğerse ne güzel patlarmış.
Böylece 6 saat içerisinde üç büyük zırhlısını kaybeden ve bundan daha fazlasının da Türk topçusunun hedefini şaşmayan mermileri altında, ağır yaralar aldığını gören Amiral De ROBECK bu hezimet karşısında bütün moralini kaybetmiş. “Ya şimdi sıra QUEEN ELIZABETH’e gelirse diye” düşünmekten kendisini alı koyamayarak sırtında soğuk suların ürpertisini hissetmeye başlamıştı.
Ağır yaralar alan gemiler birbirlerinin imdadına koşuyor, batan gemilerin mürettebatını kurtarabilmek için sayısız tekneler sağa sola koşuşturup duruyorlardı. Her halde mahşer denilen de böyle bir şey olmalıydı. Donanmadaki bütün komutanlar arasında panik havası esmekte idi.
Amiral De ROBECK bugün, hayatının en uzun gününü yaşamaktaydı. Bu ateş tufanından bir an evvel kurtulabilmek için “karanlığın çökmesini dört gözle bekliyordu. Bereket versin ki MART’ın akşam güneşi erken batmaktaydı.
Bu ölüm kalım savaşında Türk tabyalarında da önemli hasarlar meydana gelmiş, saat 14.00’e doğru hiddetli bir yangın ÇANAKKALE ile KİLİTBAHİR’i parmağına dolamış, muhabere hatlarımız parçalanmış, daha da kötüsü akşama doğru bütün müstahkem mevkii komutanlığının elinde sadece 30 atımlık mermi stoku kalmıştır.
Savaşın en ağır yükünü çeken DARDANOS tabyasındaki açık ateş mevziinden savaşa katılan 6 adet topun hepsi de saat 17.00’ye doğru kullanılmaz hale gelmiş, hemen bütün eratı saf dışı olmuş, son anda batarya Komutanı Ütğm. Hasan Hulusi ve takım subayı Trabluslu Tğm. Mehmet Mevsuf hâla ateş edebilecek durumda kalan son iki topun başına bizzat geçmişler ve her biri 8 erle kullanılan bu toplan iki subayımız tek başlarına kullanarak ateşe devam etmişlerdi. Bu tabya ve çevresine düşen top mermilerinin sayısı zaman zaman dakikada 400-500 atıma ulaşmaktaydı.
Bütün bu hengame içerisinde Türk tarafının kaybı 4 subay, 40 er ve 74 yaralıdan ibaretti. Buna karşılık İtilaf Donanması 1/3’nü kaybetmiştir. (Zırhlılardan üçü batmış, üçü de uzun süre işe yaramayacak şekilde ağır yaralanmıştır.) Saat 17.10’da Amiral DE ROBECK, artık yapacak birşey kalmadığını görerek boynu bükük çekilme emrini veriyordu.
Bu şekilde sona eren 18 MART Savaşı’nın zaferle sonuçlandırılmasında NUSRET Mayın Gemisi’nin ve onun kahraman Komutanı Yzb. Hakkı kadar, DARDANOS bataryasının da payı vardır. 18 MART günü aslında bir kahramanlık sıralaması yapmaya da olanak yoktur. Çünkü bütün bataryalar onların subayları ve erleri hayatlarını hiçe sayarak gerçekten ölüme meydan okuyup çarpışmışlardır. Ancak, DARDANOS Bataryasının Boğaz’da işgal ettiği mevkii özelliği dolayısı ile çok ayrı bir yere sahip olmuştur. Bütün kahramanlarımızın şahsında sadece bu bataryamızın menkıbesine kısaca değinmek istiyorum.

DARDANOS Bataryası’nın Menkıbesi:
Bu batarya Çanakkale Boğazı’nda Karanlık Liman’ın kuzey bölgesine düşen ve küçük bir dirsek yaparak Çanakkale şehrini arkasında saklayan bir tepenin tam üzerinde, denizden birden bire yükselen (120 m. yükseklikte) önü ve arkası sert yamaçlarla aşağı doğru inen bir arazi kesiminin üstünde açık ateş mevziinde tertiplenmiştir. 6 Toptan oluşan bataryanın menzili 15 km. kadar olup Boğaz’ı girişinden itibaren ateş altında tutabiliyor. Topların çapı 15 cm. olup seri ateşliydi.
Düşman donanması Boğaz girişindeki tabyaları tahrip ederek, içeri girdikten sonra DARDANOS’un kahredici ateşi ile karşılaşmıştır. Bu nedenle de Boğaz’daki bütün düşman gemilerinin baş hedefi olmuştur.
Batarya, tepenin en üst hattında açıkta mevzilendirilmiş olduğu için denizden bakıldığında bu 6 topun silüyeti tamamen ufka düştüğünden uzaktan, sanki kanatlarını açarak bir tepenin üzerine konmuş altı kartal gibi görünüyordu. Gemi toplarının bunları saf dışı edebilmesi; her birini tek tek tam isabetlerle nokta atışı yaparak vurmasına bağlı kalıyordu. Bu ise denizde devamlı sallanan gemi topçuları için hiç de kolay bir görev sayılmazdı. Düşman zırhlılarının DARDANOS’a gönderdikleri salvolar, ya; yamacın ön yüzünde patlıyor ya da topların üzerinden ve aralarından aşarak daha gerilerde paralanıyordu.
Akşam saatlerine doğru toplardan biri, namlusu içinde paralanan kendi mermisiyle hasara uğramış, namlusu zambak gibi açılmış ve susup kalmıştı. Diğer iki topun birer tekerleği, dingil başlarından kopmuş, birer dizini yere vuran İzmir Zeybekleri gibi olduğu yerde kalmışlardır. Bir diğer topun kalkanı ile namlusu arasına saplanan, ama şans eseri patlamayan bir düşman mermisi o topu da göğsünden hançerlenen bir Dadaş heybeti ile yerine mıhlamıştı.
Ayakta kalan diğer iki topun kalkanları lime lime olmuş ve akşam 17.00’ye doğru bataryanın bütün erleri yaralanmış ya da şehit düşmüş ve bataryada ateş edebilecek iki top ile iki subay ve bir sıhhiye çavuşu kalmıştı. Yaralı Olmalarına rağmen her biri birer topun başına geçerek bütün kin ve hırslarıyla namluya sürdükleri 15’lik mermileri düşman gemilerinin suratlarının ortasına fırlatmaya devam ettikleri sırada bu iki topun orta yerinde paralanan bir düşman mermisi bu iki kahraman subayımızı ağır yaralayarak yere sermiştir. Durumu gören sıhhiye çavuşu koşmuş her iki komutanını da bellerinden kavrayarak bataryanın sargı yerine doğru indirirken bu sırada geri çekilme emrini alan gemilerden birinin attığı son mermi Üstğ. Hasan ve Tğm. Mevsuf un hemen arkasında toprağa saplandıktan sonra patlamış ve kabaran toprağın altında kalan bataryanın bu son kahramanları şahadet mertebesine ulaşmıştır. Şimdi bu kahramanlar, DARDANOS Tabyasında o gün şehit düştükleri, bu günde onların isimleriyle anılan “Hasan-Mevsuf Şehitliğinde” ebedi uykularını uyumaktadırlar.
18 MART 1915 GÜNÜ AKŞAMI, güneş, Ege Deniz’ine gömülürken tabyalardan ufku gözetleyen Mehmetçikler düşman zırhlılarının sayısının 12’ye düştüğünü müjdeliyordu.

SONUÇ:
– 18 MART, yersiz bir gururun Karanlık Liman’da boğuluşunun tarihlere kaydedildiği bir gün olmuştur.
– Türk Denizcilerinin kahramanlığı ve Türk topçusunun hedefini şaşmayan çelik yumruğu bu zaferin sağlanmasında başlıca rolü oynamıştır.
– 18 MART LONDRA’yı ODESA’ya bağlayan deniz yolunun Karanlık limanda kaybolduğunun bütün dünyaya ilan edildiği gündür.
– 18 MART, İtilaf devletlerinin ve onların yenilmez sanılan armadalarının son tarih denemelerinin bir başlangıcı olmuştur.
– TRUVA’nın koç boynuzu bugün kırılmış; CENEVİZ’in gemisi bugün batmış; Hünkar İskelesi bugün yıkılmış, SEVR bugün çökmüştür. Biz, tam 6.5 asır boyunca LOZAN’ı ALÇITEPE’de; Mudanya’yı, CONKBAYIRI’nda bekledik.. MONTRÖ’yü, İMROZ’un önünde kucakladık.
– Osman oğullan Çanakkale Boğazı’nı kırık bir salla geçmiş, VİYANA kapılarına dayanmışlardı. Fakat, 18 MART’ta ne Amiral De ROBECK aynı yerden QUEEN ELIZABETH ile geçebilmiş ve ne de daha sonra General HAMİLTON’un başı sarıklı mecusi neferi ilahi ateşte tavlanan baltasını Ayasofya’nın kubbesine indirebilmiştir.
– 542 Yıl önce Fatih, Bizans’ı yaşadığı çağla beraber yere serdi. 18 MART’ta da torunları Çanakkale’de bir darbe ile Koca Çarlığı yere yıktı. Kocası Deli PETRO’yu kurtarmak için PRUT suyu kenarında namusunu Baltacı’ya veren KATERİNA, başındaki tacını da bugün bu kıyılan bekleyenlere veriyordu.

18 MART 1915 SAVAŞININ SONRASI:
18 MART savaşını izleyen günlerde İngiliz Harp Kabinesi ve Amiral De ROBECK Boğaz’ı zorlamaya devam etmeyi düşünmüşlerse de verdikleri zayiatın kısa sürede yerine konulamayacağını anlayarak deniz harekatını durdurmaya, kara ve deniz kuvvetlerinin hazırlıklarını tamamladıktan sonra ileri bir tarihte GELİBOLU Yarımadası’na Anfibik kuvvetlerle ortaklaşa bir harekat yaparak Boğaz’ı düşürmeye ve İstanbul’a ulaşma planlarını bir kez daha uygulamaya karar verdi. Tarih 27 MART 1915.
Bölgedeki bütün gemiler MART’ın 22. gününden itibaren ayrılmaya başlamış ve geniş liman imkanları bulunan İSKENDERİYE’ye hareket ettirilmişlerdi. Yeni harekat için teşkilatlanma ve gemilerin çıkarma harekatına uygun şekilde yüklenmeleri için hazırlıklar burada yapılacaktı.
Türk Komuta Heyeti, İtilaf Devletlerinin yukarıda açıklandığı şekilde ikinci bir harekatın yapılabileceğini değerlendirerek Boğaz bölgesinde ve özellikle GELİBOLU Yarımadası’nda gerekli askeri önlemi LİMAN VON SANDERS komutasında ve Gelibolu’da 5’nci Türk Ordusu düşman çıkarmalarına karşı kuruluşunu tamamlamış bulunuyordu.
Kur.Yb. Mustafa Kemal’in komutasındaki 19. Tümen de Bigalı-Maydos bölgesinde 5’nci Ordunun ihtiyatını teşkil etmek üzere bölgeye gelmiştir.
Gelibolu Kara Savaşları 25 NİSAN 1915 günü sabahı fecirle birlikte başlayacak ve İtilaf Devletleri bu savaş harekatında irili ufaklı 600’e yakın savaş ve ticaret gemisinden oluşan, o tarihe kadar örneği görülmemiş bir deniz armadasıyla GELİBOLU Yarımadası’na yükleneceklerdir.
En kanlı savaşlardan biri olarak harp tarihlerinde yerini bulan bu savaşta taraflar yaklaşık 250’şer bin asker kaybedecek sonuçta savaş alanını, Türk’ün zaferine terk ederek 8/9 OCAK 1916 günü son erine kadar GELİBOLU’yu terk ederek çekip gideceklerdir.
Bu savaşlarda ve bütün savaşlarda yurtlan için canlarını veren aziz şehitlerimizin ruhları önünde saygıyla eğiliriz.