CHP etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
CHP etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Aralık 2023 Pazartesi

#İsmetİnönü

#İsmetİnönü
Türkiye Cumhuriyeti'nin ikinci cumhurbaşkanı, asker ve devlet adamı.
Osmanlı döneminde orgeneral ve eski Genelkurmay Başkanı olan, cumhuriyetin ilanından sonraki Türkiye'nin ilk Başbakanı, ikinci Cumhurbaşkanı olan, İstiklal Madalyası sahibi Türk asker ve siyasetçidir. Atatürk'ün vefatından sonra CHP Genel Başkanı olunca, CHP Kurultayı tarafından kendisine "Milli Şef" ünvanı verilmiştir. İnönü, Kurtuluş Savaşı'na katılmış ve Lozan Antlaşması'nı imzalamış, birçok defa başbakanlık görevini üstlenmiştir.
İsmet İnönü, tam adı Mustafa İsmet İnönü’dür. 24 Eylül 1884 da İzmir'de Reşit Efendi ile Cevriye Temelli Hanım'ın ikinci çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Malatya'da yerleşmiş eski bir Türk ailesi olan Kürümoğollarındandır. Büyük babasının adı Abdülfettah'dır. Mahkeme üyeliklerinde bulunmuş ve Harbiye Nezareti Muhakeme Dairesi Mümeyyizliğinden emekli Hacı Reşit beyin oğludur. Babasının görevi nedeniyle ilk ve orta öğrenimini Sivas'ta tamamladı. 1892 de Askeri Rüştiye'ye girmiş, 1895 de okulu bitirmiş, bir yıl Sivas'ta Mülkiye İdadisi'nde (lise) okuduktan sonra, 31 Temmuz 1897 de babasının İstanbul'a tayini nedeniyle o zaman ki Halıcıoğlu'ndaki Harp okulunun lise kısmını kaydolmuştur. 14 Şubat 1901'de Mühendishane-i Berri-i Hümayun'a (topçu okulu) giren İsmet İnönü, bu okulu 1 Eylül 1903'te topçu teğmeni olarak birincilikle bitirdi. 26 Eylül 1906'da Erkân-ı Harbiye Mektebi'ni de birincilikle bitirerek 2 Ekim 1906 da kurmay yüzbaşı rütbesiyle Edirne'deki 2. Ordu'nun Sahra Topçu 8. Alay'ında 3. Batarya komutanlığına atandı. Bu görevi sırasında İttihat ve Terakki Cemiyetine üye oldu (1907). 7 Kasım 1908 de Kolağası rütbesine yükselmiş ve Edirne 2. Tümenin Kurmay başkanlığı görevine getirilmiştir.
31 Mart vakası (13 Nisan 1909) olarak bilinen ayaklanmayı Selanik'ten gelerek bastıran Hareket Ordusu'nda görev aldı.
1910-1912 yılları arasında Yemen İsyanı'nın bastırılması harekâtına katıldı. 26 Şubat 1910 da İmam Yahya'ya karşı Hükümet tarafından harekete geçirilen Yemen Mürettep Kuvvetlerinin 4. Kolordu Kurmaylığına atanmış ve Hudeyde'ye gelmiştir. İmam Yahya ile yapılan görüşmelere katılmış ve bir anlaşma imzalanmıştır. Yüz yıllık Yemen isyanları kesildi. İsmet Bey'in oradaki görevi 26 Şubat 1910 ve 5 Mart 1912 tarihleri arasındadır. 5 Mart 1912 tarihine kadar Yemen'de Genel Kuvvetlerin Kurmay Başkanlığı görevinde bulunmuştur. Ve gösterdiği başarılar nedeniyle 26 Nisan 1912 de Binbaşılığa yükseltilmiştir. 29 Kasım 1914'te kay Harbiye Nezareti'nde Başkomutanlık Karargâhı 1. Şubede bulundu. 2 Aralık 1915'de 2. Ordu Kurmay başkanlığına getirildi ve 14 Aralık 1915'te miralay (albay) oldu. 2. Ordu komutan vekili Mustafa Kemal Paşa'nın önerisiyle, 12 Ocak 1917'de 4. Kolordu komutanlığına atandı.
1. Dünya Savaşı sırasında Kafkas Cephesi'nde Kolordu Komutanı olarak Atatürk'le birlikte çalıştı ve öğrencilik yıllarından beri süren dostlukları ile devletin geleceği hakkında ortak fikirleri gelişti. Suriye Cephesi'nde savaştı; Milli Mücadele sırasında Atatürk'ün en yakın silâh arkadaşı olarak çalıştı.
Mondros Mütarekesi'nin (30 Ekim 1918) imzalanmasından az önce Sina ve Filistin Cephesindeki Yıldırım Orduları Grubu'nun General Edmund Allenby karşısında uğradığı Nablus Hezimetinden sonra rahatsızlanarak İstanbul'a dönen İsmet Bey, 24 Ekim 1918'de Harbiye Nezareti'nde müsteşarlığa atandı. 29 Aralık'ta Paris Barış Konferansı'na (1919) hazırlık için kurulan komisyonda askeri müşavir oldu; 4 Ağustos 1919'da yalnızca sekiz gün için Askeri Şûra Muamelat-ı Umumiye müdürlüğüne, bir ara da jandarma ve polis örgütünün iyileştirilmesi için kurulan komisyona üye olarak atandı. Bütün bunlar genellikle birkaç günlük görevlerdi.
Albay İsmet Bey, ilk kez 8 Ocak 1920'de Ankara'ya gitti ve kısa bir süre Mustafa Kemal ATATÜRK'le çalıştı. Yeni kurulan Ali Rıza Paşa hükümetinde harbiye nazırı olan Fevzi Paşa'nın (Mustafa Fevzi Çakmak) çağrısı üzerine şubat sonlarında İstanbul'a gitti. 9 Nisan 1920'de Mustafa Kemal'in çağrısı üzerine Ankara'ya döndü ve İstanbul'la bütün resmî bağlarını kopardı.
23 Nisan 1920'de açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne Edirne milletvekili olarak katılan İsmet Bey, 3 Mayıs'ta İcra Vekilleri Heyeti'nde Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Vekili (o dönemde Genelkurmay Başkanlığı) oldu. Bu görevi üstlendiğinde albaydı ve emrinde, kendisinden hem rütbe, hem kıdemce çok ileride komutanlar da vardı.
İsmet Bey, 6 Haziran 1920'de İstanbul'da divanı-harp tarafından gıyabında ölüm cezasına çarptırıldı.
Albay İsmet Bey, mebusluk ve bakanlık da uhdesinde kalarak Garp (Batı) Cephesi Kuzey Kesimi Komutanlığı görevine getirildi. Kuruluş aşamasındaki düzenli ordu ile Çerkes Ethem ayaklanmasının ve iç isyanların bastırılmasında etkin rol oynadı. Ocak 1921'de Birinci İnönü Muharebesinde Yunan ilerlemesini durdurunca 5 senedir bulunduğu Albaylık rütbesinden Mirliva ( tuğgeneral )rütbesine terfi etti. 27 Mart sabahı başlayan ikinci İnönü Muharebesinde Yunan ordusunun ilk günlerde etkili taaruzlar yapması üzerine cepheye bizzat gelerek komutayı İsmet Paşa'dan devralan Başbakan ve Milli Savunma Bakanı Fevzi Paşa'nın Türk ordusuna verdiği beklenmedik başarılı karşı taarruz emriyle düşman güçleri geri çekilmek zorunda kaldılar. İkinci İnönü Muharebelerinden sonra,3 Nisan 1921'de TBMM kararıyla, Ferik (Korgeneral) Fevzi Paşa'nın rütbesi Birinci Ferik ( Orgeneral ) liğe terfi etti.
İsmet Paşa ise 4 Mayıs 1921'de Garp Cephesi komutanlığına getirildi. Ancak 17 Temmuz 1921'de Kütahya-Eskişehir Muharebelerini kaybedince TBMM tarafından Genelkurmay Başkanlığı görevinden azledilerek, yerine 3 Ağustos 1921'de, aynı zamanda Başvekil (Başbakan) ve Milli Müdafaa Vekili de olan Mustafa Fevzi Çakmak getirildi.
Sakarya Meydan Savaşı ve Büyük Taarruz'dan sonra kazanılan zafer üzerine Milli Mücadele'nin sonunu belirleyen Mudanya Mütarekesi görüşmelerinde (3 Ekim-11 Ekim 1922) Türk tarafını temsil eden İsmet Paşa, 26 Ekim 1922'de hariciye vekili oldu. Lozan Barış Konferansı'na Dışişleri Bakanı ve Türk heyeti başkanı olarak katıldı.
Görüşmeler sırasında Ulusumuzun çıkarlarını titizlikle savunan ve koruyan İsmet İnönü, 24 Temmuz 1923'te Sevr Antlaşması ve Mondros Mütarekesini geçersiz kılan, Türkiye Cumhuriyeti'nin bağımsızlığının ve egemenliğinin tanınmasını sağlayan Lozan Antlaşması'nı imzaladı.
Cumhuriyetin ilânından sonra 1923-1924 yıllarında ilk hükûmette Başbakan olarak görev aldı, aynı zamanda Halk Fırkası Genel Başkan Vekilliği'ni üstlendi. İsmet Paşa'nın ilk başbakanlık döneminde Cumhuriyetin ilk devrimleri yapılmaya başlandı. Öğretimin birleştirilmesi, halifeliğin kaldırılması ve Diyanet İşleri Başkanlığı'nın kurulması (3 Mart 1924) bu dönemde gerçekleşti. 1934'te Soyadı Yasası çıktığında Atatürk'ün verdiği İnönü soyadını alan İsmet Paşa, Başbakanlık görevini 1924-1937 yılları arasında da sürdürdü. Muhalefet partisi olarak kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası Çankaya'ya olan aşırı muhalefeti'ni hükümet üzerinden yürütmesi üzerine cumhurbaşkanı Mustafa Kemal ile anlaşarak 8 Kasım 1924'te başvekillikten istifa etti.21 Kasım 1924'te yeni hükümeti Fethi Bey kurdu.
Doğudaki Şeyh Said İsyanı üzerine isyana müdahelede başarısız olan Fethi Bey istifa etti. 3 Mart 1925'te İsmet Paşa cumhurbaşkanı Mustafa Kemal tarafından yeniden hükümeti kurmakla görevlendirildi. Ayaklanmanın bastırılmasında hükümet başkanı olarak önemli rol oynadı 6 Mart 1925 tarihinde Takrir-i Sükun Kanunu'nun yürürlüğe konması ve İstiklal Mahkemeleri'nin kurulmasını sağladı ve tüm muhalefet partilerini, muhalif gazeteleri kapattırdı ve tek parti diktatörlüğünü kurdu. İsyan kısa sürede bastırıldıktan sonra da muhalefete izin vermedi. Bu arada askerliğe devam ederek 1926 yılında Orgeneral rütbesine yükseldi ve aynı yıl içinde askerlikten emekli oldu. Bu tarihten sonra, yeni devletin oluşumunda Mustafa Kemal ile birlikte en önemli siyasal kişilik olarak belirdi.
İnönü, Eylül 1937'de Atatürk'le aralarındaki bazı görüş ayrılıkları yüzünden Atatürk tarafından Başvekillikten azledildi. CHP'nin genel başkan vekilliğinden de alındı. İnönü başvekillikten ayrılınca yerine Celal Bayar atandı. İnönü bu dönemde yalnızca TBMM'de Malatya milletvekili olarak görev yaptı.
Atatürk ile görüş ayrılığı meselesi şöyledir : 1936'da Faşizmi incelemek üzere İtalya'ya gönderilen CHP Genel Sekreteri (Katib-i Umumi) Recep Peker'in dönüşünde yazdığı TBMM üzerinde bir "Faşist Konsey" kurulmasını öngören raporu onaylayıp imzalaması üzerine Cumhurbaşkanı Atatürk "Başvekil hazretleri anlaşılan yorgunluktan, önüne gelen raporları okumadan imzalıyor!" dedi ve kararı reddetti. Bu değerlendirmeye "Koskoca memleket rakı sofrasından mı idare edilecek?" diye yanıt verince aralarında gerginlik çıktı. Dersim İsyanı'nın bastırılması sırasında da düşünce ayrılıkları çıkınca Eylül 1937'de cumhurbaşkanı tarafından başbakanlık ve CHP'nin genel başkan yardımcılığı görevlerinden alındı.
İnönü, Atatürk devrimlerinin gerçekleştirilmesinde ve Türkiye Cumhuriyeti'nin sağlam temeller üzerine oturtulmasında Atatürk'ün en yakın çalışma arkadaşıydı.
Atatürk'ün ölümünden sonra 11 Kasım 1938 de, Türkiye Büyük Millet Meclisitarafından Türkiye'nin ikinci Cumhurbaşkanı olarak seçildi. ikinci Dünya Savaşısırasında Cumhurbaşkanıydı. Cumhurbaşkanlığı'nın yanı sıra CHP Genel Başkanlığı'na da getirildi. CHP'nin 26 Aralık 1938'de toplanan I. Olağanüstü Kurultay'ında partinin "değişmez genel başkan"ı seçildi. Ayrıca kendisine "Milli Şef" sıfatı verildi. Bundan sonra 30 Aralık 1925 tarihli 701 sayılı yasa ve 16 Mart 1926 tarihli 3322 sayılı kararname ile 50, 100, 500 ve 1.000 liralık banknotların ön yüzlerinde cumhurbaşkanının resminin bulunması kararı alınmıştı. Buna dayanarak, para ve pulların üzerindeki Atatürk resimleri kaldırılıp onların yerine yeni Milli Şef'in portreleri kullanıldı.
Cumhurbaşkanı seçilmesinden hemen sonra başlayan II. Dünya Savaşı (1939-1945) döneminde İnönü Türkiye'yi savaştan uzak tutmaya çalıştı. Savaş yıllarındaki ekonomik ve toplumsal sıkıntılar ise, dönemin unutulmayan mirası olarak kaldı.Varlık Vergisi uygulaması hayata geçirildi.Yine bu dönemde Hasan Ali Yücel'in öncülüğündeki Köy Enstitüleri kuruldu. Bu enstitüler kapatılana kadar 20.000 mezun köy öğretmeni verdi. II. Dünya Savaşı'nın hemen ardından, İkinci Dünya Savaşı galiplerinden olan Sovyetler Birliği'nin lideri Stalin'in Türkiye'den Kars, Ardahan, Artvin ve Sarıkamış'ı istemesi, Türkiye'yi, savaşın diğer galipleri Amerika ve İngiltere ile daha yakın ilişkilere mecbur etti. Bu askeri ve ekonomik desteği vermeye hazır olduğunu belirten ABD, Truman Doktrini ile yardıma başlamıştı ama karşılığında Türkiye'de serbest seçimlere dayanan demokrasi düzeninin yerleştirilmesini ve Milli Şeflik, "5 yıllık kalkınma planları" ve Köy Enstitülerileri gibi Sovyet taklidi uygulamaların kaldırılmasını talep etti.
1950 genel seçimlerinden sonra CHP iktidarı Demokrat Parti'ye bırakırken, İsmet İnönü de Cumhurbaşkanlığı'ndan 22 MAYIS 1950 da ayrıldı ve 1960 yılına kadar Ana Muhalefet Partisi Genel Başkanı olarak siyasi yaşamını sürdürdü.
27 Mayıs harekâtından sonra Kurucu Meclis üyeliğine seçildi ve 10 Kasım 1961 tarihinde Başbakanlığa atandı. 1965 yılında bu görevden ayrıldıktan sonra milletvekili olarak siyasi yaşamını sürdürdü. 8 Mayıs 1972'de CHP genel başkanlığını Bülent Ecevit'e kaptırarak Parti Genel Başkanlığı ve milletvekilliğinden istifa etti, 25 Aralık 1973'de ölünceye kadar Anayasa gereğince Cumhuriyet Senatosu tabii üyeliği görevinde bulundu.
1916 yılında Mevhibe Hanım'la evlenen İsmet İnönü üç çocuk babasıydı. (Ömer İnönü, Erdal İnönü ve Özden Toker'in babasıdır.)
25 Aralık 1973'te ölen İnönü 27 Aralık'ta devlet töreni ile Anıtkabir'de toprağa verildi.
Anılarının bir bölümünü Hatıralarım, Genç Subaylık Yılları, 1884-1918 (1968) adı altında toplamış, ayrıca çeşitli tarihlerdeki söylev ve demeçlerini içeren İsmet Paşa'nın Siyasi ve İçtimai Nutukları, 1920-1933 (1933), İnönü Diyor ki (1944), İnönü'nün Söylev ve Demeçleri I, 1920-1946 (1946) gibi kitapları yayımlanmıştır.

Kaynak : Biyografi.info

9 Ocak 2019 Çarşamba

#HalideEdipAdıvar


#HalideEdipAdıvar
Halide Edip Adıvarİstanbul'da doğdu. Kimi kaynaklara göre doğum yılı 1884'tür. İngiliz terbiyesiyle yetişmesini isteyen babası onu Üsküdar Amerikan Kız Koleji'nde okuttu. Orada Rıza Tevfik'den (Bölükbaşı) Fransız edebiyatı dersleri aldı ve Doğu'nun mistik edebiyatını dinledi. Sonradan evlendiği Salih Zeki'den de matematik dersleri alıyordu. Koleji 1901'de bitirdi. Halide Edib, kolejin son sınıfında iken matematik öğretmeni olan Salih Zeki Bey ile okuldan mezun olduğu yıl evlendi. Evliliğinin ilk yıllarında eşine Kamus-u Riyaziyat adlı eserini yazmada yardımcı oldu, ünlü İngiliz matematikçilerin yaşam öykülerini Türkçeye çevirdi. Birkaç Sherlock Holmes hikâyesinin de çevirisini yaptı. Fransız yazar Emile Zola’nın yapıtlarına büyük ilgi duymaya başladı. Daha sonra ilgisi William Shakespeare’e yöneldi ve Hamlet adlı yapıtının çevirisini yaptı. 1903 yılında ilk oğlu Ayetullah, bundan on altı ay sonra da ikinci oğlu Hasan Hikmetullah Togo dünyaya geldi. 1905 yılında gerçekleşen Japon-Rus savaşında batı uygarlığının bir parçası sayılan Rusya'yı Japonların yenmesinin verdiği sevinçle oğluna Japon Deniz Kuvvetleri Komutanı Amiral Togo Heihachiro'nun ismini vermişti. Eşi Salih Zeki Bey'in ikinci bir kadınla evlenmek istemesi üzerine ondan 1910 yılında boşandı.
1908'de gazetelere yazmaya başladığı kadın haklarıyla ilgili yazılardan ötürü gericilerin düşmanlığını kazandı. 31 Mart Vakası'nda bir süre için Mısır'a kaçmak zorunda kaldı. 1909'dan sonra eğitim alanında görev alarak öğretmenlik, müfettişlik yaptı. Balkan Savaşı yıllarında hastanelerde çalıştı. Gerek bu çalışmaları, gerekse müfettişliği sırasında İstanbul semtlerini dolaşması, ona çeşitli kesimlerden insanları tanıma fırsatını verdi. 1919'da Sultanahmet Meydanı'nda, İzmir'in işgalini protesto mitinginde yaptığı etkili konuşma ünlüdür. 1920'de Anadolu'ya kaçarak Kurtuluş Savaşı'na katıldı.
Kendisine önce onbaşı, sonra da üstçavuş rütbesi verildi. Savaşı izleyen yıllarda Cumhuriyet Halk Fırkası ve Atatürk ile siyasal görüş ayrılığına düştü. 1917'de evlenmiş olduğu ikinci kocası Adnan Adıvar ile birlikte Türkiye'den ayrıldı. 1939'a kadar dönmek üzere Amerika'ya ve Mohandas Gandhi tarafından Hindistan'a çağrıldı. 1939'da İstanbul'a dönen Adıvar 1940'ta İstanbul Üniversitesi'nde İngiliz Filolojisi Kürsüsü başkanı oldu, 1950'de Demokrat Parti listesinden bağımsız milletvekili seçildi. 1954'te istifa ederek evine çekilmiş ve 1964'te ölmüştür.
Adıvar'ın Seviye Talip (1910), Handan (1912) ve Son Eseri (1913) gibi ilk romanları aşk öyküleri anlatan yapıtlardır. Yazar kahramanlarını yakıp yıkan bir sevgiyi dile getirmek istediği için kişilerin iç dünyasına yönelir ve bu sevginin zamanla bir tutkuya dönüşmesini sergiler. Bu yapıtların önemli özelliğini, birbirine benzeyen ve ondan önceki Türk romanlarında bulunmayan kadın kahramanlarda aramak doğru olur. Yazarın asıl amacı kadın kahramanların kişiliklerini erkeklerin gözüyle değerlendirmek olduğu için, romanlarının anlatıcısı olarak bu kadınlara âşık erkekleri seçer ve fırtınalı bir aşk öyküsünü onların anı defterlerinden ya da mektuplarından anlatır. Erkek (bazen kadın da) evli olduğu için, kaçınılması olanaksız bir iç çatışma, romanların moral sorununu oluşturur ve roman ya kadının ya da erkeğin ölümüyle biter. Adıvar'ın, biraz kendi olduğunu iddia edilen bu kadın kahramanları, yazarın o dönemde ideal saydığı Türk kadınını temsil ederler. Seviye Talipler, Handanlar, Kâmuranlar her şeyden önce güçlü kişiliği olan, haklarını savunan, Batı terbiyesi almış, ama Batılılaşmayı giyim kuşamda aramayan, resim ya da müzik gibi bir sanat alanında yetenek sahibi, yabancı dil bilir, kültürlü ve çekici kadınlardır.
Adıvar 1910 yıllarında Ziya GökalpYusuf Akçura ve Ahmet Ağaoğlu ile birlikte Türk Ocağı'nda çalışmaya başladıktan sonra yazdığı Yeni Turan adlı romanında (1912) yurt sorunlarına eğilir. II. Meşrutiyet döneminde geçen bu ütopik romanda, Yeni Turan adlı idealist bir partinin program ve çalışmalarını anlatırken yeni bir Türkiye'nin hangi sağlam temellere oturtulması gerektiği hakkında o zamanki görüşlerini açıklamak fırsatını bulur. Ateşten Gömlek (1922) ve Vurun Kahpeye(1923) romanlarında Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu'da tanık olduğu olayları, direnişleri, kahramanlıkları, ihanetleri anlatırken kendi gözlemlerinden yararlandığı için daha gerçekçidir. Bununla birlikte, bir aşk sorununun aşıldığı bu yapıtlarda da yüceltilmiş kadın kahraman yerini korur. Ancak şimdi, yine olağan dışı bu kadın, öncekiler gibi bireysel sorunlarla sarsılan kültürlü bir sanatçı olarak değil, milli dava peşinde erdemlerini kanıtlayan ya da Anadolu'da düşmana karşı savaşan bir yurtsever olarak çıkar karşımıza.
Adıvar'ın ilk yapıtlarında Türk okuruna sunduğu bir yenilik yarattığı bu kadın imgesidir. Bu imge toplumda birbirine karşıt olarak algılanan değerleri uzlaştırdığı için önemliydi. Osmanlı -İslam geleneklerine göre ev kadını olarak yetiştirilmiş basit ve cahil kadın, o dönemin aydın kesiminin gözünde geri kalmış bir uygarlığın simgesi gibiydi. Öte yandan Batılılaşmış "asrî" kadın da köklerinden kopmuş, değerlerini şaşırmış, namus anlayışı kuşku uyandıran bir kadındı. Adıvar'ın kahramanları işte bu çelişkiyi kendilerinde uzlaştırmakla bir özleme cevap veriyorlardı. Çünkü bunlar hem Batılılaşmış hem de milli değerlerine bağlı kalmış, hem serbest hem de namus konusunda çok titiz, ahlakı sağlam kadınlardı. Gerektiğinde bir erkek gibi spor yapan, ata binen bu kadınlar üstelik dişiliklerini de korumayı başarmışlardır.
Adıvar'ın en ünlü romanı Sinekli Bakkal'da (1936) ileri bir adım attığını, yeni bir aşamaya vardığını görürüz. İlk romanlarının olay örgüsü bir iki kişi arasındaki bireysel ilişkilere bağlı olarak gelişirken, Abdülhamit II dönemindeki Türk toplumunun panoramik bir tablosunu sergileyen Sinekli Bakkal'ın olay örgüsü siyasal, düşsel, toplumsal sorunlarla örülmüş olarak gelişir. Romanın okuru en çok çeken yönü de fakir kenar mahallesi, zengin konakları ve saray çevresiyle Abdülhamit II zamanının İstanbul'u anlatmasıdır.
Ne var ki yazarın amacı bir dönemin Türk toplumunu yansıtmak değildir yalnızca. Bu felsefi romanda çevrelerin bir işlevi de belli değerlerin temsilcisi olmaktır. Sinekli Bakkal mahallesi gelenekleri ve insancıl değerleri sürdüren halk kesimini; Genç Türkler'den Hilmi ve arkadaşları devrimci aydınları; saray çevresi ise, yozlaşmış yönetici kesimi temsil eder. Roman iki kısma ayrılmıştır. Birinci kısmın ana teması Abdülhamid'in istibdat idaresi karşısında şiddete başvurarak devrim yapmanın geçerliliği sorunudur. Gerçi Adıvar içtenlikle ezilen halktan yanadır, ama gelenekçiliği ve savunduğu mistik dünya görüşü şiddete başvurarak devrim yapmayı onaylamasına izin vermez. Romanda II. Meşrutiyet'in ilanı "asırların kurduğu müesseselerin köklerini" söken, "içtimaî ve siyasî nizam ve intizamı" altüst eden bir devrim olarak nitelenir. Doğru tutum Mevlevî tarikatından Vehbi Dede'nin yaptığı gibi "herhangi bir hayat fırtınasını sükûnetle seyretmek"tir. Yazar devrimden değil evrimden yanadır. Romanın ikinci kısmında yozlaşmış saray çevresi sergilenirken ana tema olarak Rabia ile Peregrini ilişkisi gelişir ve evlilikle son bulur. Bu evliliğin simgesel anlamı Batı ile Doğu'nun bileşimi olarak yorumlanmıştır. Ama Peregrini'nin "öyle basit ve insanî ananeler" dediği geleneklere bağlı Sinekli Bakkal mahallesindeki cemaat yaşamına hayran olması, Müslümanlık'ı kabul ederek Rabia ile evlenmesi ve mahalleye yerleşmesi, daha çok Doğu değerlerinin üstünlüğüne işaret sayılmaktadır. Ne var ki yazar, Rabia ile Peregrini'nin sevişip evlenmelerine inandırıcı bir hava verememiştir. Farkedilir ki, olaylar yazarın kafasındaki bir görüşü dile getirmek için tertiplenmekte ve Doğulu kadın ile Batılı erkek yazarın tezi gereği seviştirilip evlendirilmektedirler. Birinci kısımda olay örgüsünün doğal gelişimi, farklı dünya görüşlerine sahip kişiler arasındaki çatışmadan doğan gerilim ve dramatik sahneler, ikinci kısımda yerlerini, zorlama izlenimi veren bir ilişkiye ve saray çevresinin tanıtılmasına bırakınca romanın sanatsal düzeyi düşer.
1943'te CHP Ödülü'nü alan Sinekli Bakkal Türkiye'de en çok baskı yapan roman olmuştur. Sinekli Bakkal'ı izleyen romanların ise yazarın ününe katkıda bulunacak nitelikte oldukları söylenemez.
Adıvar çeşitli alanlarda etkinlik göstermiş, siyasal ve toplumsal konularda da hem Türkçe, hem İngilizce kitaplar yazmış, İngilizce'den Türkçe'ye çeviriler yapmıştır. Zamanının dış ülkelerde en çok tanınan Türk yazarı olmuştur. Yapıtlarından kimileri İngiliz, Fransız, Alman, Rus, Macar, Fin, Urdu, Sırp, Portekiz dillerine çevrilmiştir.
Kitapları : 
Roman: Heyulâ (1909) 
Raik’in Annesi (1909) 
Seviyye Talip (1910) 
Handan (1912) 
Son Eseri (1913) 
Yeni Turan (1913) 
Mev'ud Hüküm (1918) 
Ateşten Gömlek (1923) 
Vurun Kahpeye (1923) 
Kalp Ağrısı (1924) 
Zeyno'nun Oğlu (1928) 
Sinekli Bakkal (1936) 
Yolpalas Cinayeti (1937) 
Tatarcık (1939) 
Sonsuz Panayır (1946) 
Döner Ayna (1954) 
Akile Hanım Sokağı (1958) 
Kerim Usta'nın Oğlu (1958) 
Sevda Sokağı Komedyası (1959) 
Çaresaz (1961) 
Hayat Parçaları (1963) 
Hikâye 
Harap Mabetler (1911) 
Dağa Çıkan Kurt (1922) 
İzmir'den Bursa'ya (1963) 
Kubbede Kalan Hoş Seda (1974) 
Anı :
Türkün Ateşle İmtihanı (1962) 
Mor Salkımlı Ev (1963) 
Oyun
Kenan Çobanları (1916) 
Maske ve Ruh (1945) 

Kaynak : Biyografi.info

25 Aralık 2018 Salı

#İsmetİnönü



#İsmetİnönü
Türkiye Cumhuriyeti'nin ikinci cumhurbaşkanı, asker ve devlet adamı.
Osmanlı döneminde orgeneral ve eski Genelkurmay Başkanı olan, cumhuriyetin ilanından sonraki Türkiye'nin ilk Başbakanı, ikinci Cumhurbaşkanı olan, İstiklal Madalyası sahibi Türk asker ve siyasetçidir. Atatürk'ün vefatından sonra CHP Genel Başkanı olunca, CHP Kurultayı tarafından kendisine "Milli Şef" ünvanı verilmiştir. İnönü, Kurtuluş Savaşı'na katılmış ve Lozan Antlaşması'nı imzalamış, birçok defa başbakanlık görevini üstlenmiştir.
İsmet İnönü, tam adı Mustafa İsmet İnönü’dür. 24 Eylül 1884 da İzmir'de Reşit Efendi ile Cevriye Temelli Hanım'ın ikinci çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Malatya'da yerleşmiş eski bir Türk ailesi olan Kürümoğollarındandır. Büyük babasının adı Abdülfettah'dır. Mahkeme üyeliklerinde bulunmuş ve Harbiye Nezareti Muhakeme Dairesi Mümeyyizliğinden emekli Hacı Reşit beyin oğludur. Babasının görevi nedeniyle ilk ve orta öğrenimini Sivas'ta tamamladı. 1892 de Askeri Rüştiye'ye girmiş, 1895 de okulu bitirmiş, bir yıl Sivas'ta Mülkiye İdadisi'nde (lise) okuduktan sonra, 31 Temmuz 1897 de babasının İstanbul'a tayini nedeniyle o zaman ki Halıcıoğlu'ndaki Harp okulunun lise kısmını kaydolmuştur. 14 Şubat 1901'de Mühendishane-i Berri-i Hümayun'a (topçu okulu) giren İsmet İnönü, bu okulu 1 Eylül 1903'te topçu teğmeni olarak birincilikle bitirdi. 26 Eylül 1906'da Erkân-ı Harbiye Mektebi'ni de birincilikle bitirerek 2 Ekim 1906 da kurmay yüzbaşı rütbesiyle Edirne'deki 2. Ordu'nun Sahra Topçu 8. Alay'ında 3. Batarya komutanlığına atandı. Bu görevi sırasında İttihat ve Terakki Cemiyetine üye oldu (1907). 7 Kasım 1908 de Kolağası rütbesine yükselmiş ve Edirne 2. Tümenin Kurmay başkanlığı görevine getirilmiştir.
31 Mart vakası (13 Nisan 1909) olarak bilinen ayaklanmayı Selanik'ten gelerek bastıran Hareket Ordusu'nda görev aldı.
1910-1912 yılları arasında Yemen İsyanı'nın bastırılması harekâtına katıldı. 26 Şubat 1910 da İmam Yahya'ya karşı Hükümet tarafından harekete geçirilen Yemen Mürettep Kuvvetlerinin 4. Kolordu Kurmaylığına atanmış ve Hudeyde'ye gelmiştir. İmam Yahya ile yapılan görüşmelere katılmış ve bir anlaşma imzalanmıştır. Yüz yıllık Yemen isyanları kesildi. İsmet Bey'in oradaki görevi 26 Şubat 1910 ve 5 Mart 1912 tarihleri arasındadır. 5 Mart 1912 tarihine kadar Yemen'de Genel Kuvvetlerin Kurmay Başkanlığı görevinde bulunmuştur. Ve gösterdiği başarılar nedeniyle 26 Nisan 1912 de Binbaşılığa yükseltilmiştir. 29 Kasım 1914'te kay Harbiye Nezareti'nde Başkomutanlık Karargâhı 1. Şubede bulundu. 2 Aralık 1915'de 2. Ordu Kurmay başkanlığına getirildi ve 14 Aralık 1915'te miralay (albay) oldu. 2. Ordu komutan vekili Mustafa Kemal Paşa'nın önerisiyle, 12 Ocak 1917'de 4. Kolordu komutanlığına atandı.
1. Dünya Savaşı sırasında Kafkas Cephesi'nde Kolordu Komutanı olarak Atatürk'le birlikte çalıştı ve öğrencilik yıllarından beri süren dostlukları ile devletin geleceği hakkında ortak fikirleri gelişti. Suriye Cephesi'nde savaştı; Milli Mücadele sırasında Atatürk'ün en yakın silâh arkadaşı olarak çalıştı.
Mondros Mütarekesi'nin (30 Ekim 1918) imzalanmasından az önce Sina ve Filistin Cephesindeki Yıldırım Orduları Grubu'nun General Edmund Allenby karşısında uğradığı Nablus Hezimetinden sonra rahatsızlanarak İstanbul'a dönen İsmet Bey, 24 Ekim 1918'de Harbiye Nezareti'nde müsteşarlığa atandı. 29 Aralık'ta Paris Barış Konferansı'na (1919) hazırlık için kurulan komisyonda askeri müşavir oldu; 4 Ağustos 1919'da yalnızca sekiz gün için Askeri Şûra Muamelat-ı Umumiye müdürlüğüne, bir ara da jandarma ve polis örgütünün iyileştirilmesi için kurulan komisyona üye olarak atandı. Bütün bunlar genellikle birkaç günlük görevlerdi.
Albay İsmet Bey, ilk kez 8 Ocak 1920'de Ankara'ya gitti ve kısa bir süre Mustafa Kemal ATATÜRK'le çalıştı. Yeni kurulan Ali Rıza Paşa hükümetinde harbiye nazırı olan Fevzi Paşa'nın (Mustafa Fevzi Çakmak) çağrısı üzerine şubat sonlarında İstanbul'a gitti. 9 Nisan 1920'de Mustafa Kemal'in çağrısı üzerine Ankara'ya döndü ve İstanbul'la bütün resmî bağlarını kopardı.
23 Nisan 1920'de açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne Edirne milletvekili olarak katılan İsmet Bey, 3 Mayıs'ta İcra Vekilleri Heyeti'nde Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Vekili (o dönemde Genelkurmay Başkanlığı) oldu. Bu görevi üstlendiğinde albaydı ve emrinde, kendisinden hem rütbe, hem kıdemce çok ileride komutanlar da vardı.
İsmet Bey, 6 Haziran 1920'de İstanbul'da divanı-harp tarafından gıyabında ölüm cezasına çarptırıldı.
Albay İsmet Bey, mebusluk ve bakanlık da uhdesinde kalarak Garp (Batı) Cephesi Kuzey Kesimi Komutanlığı görevine getirildi. Kuruluş aşamasındaki düzenli ordu ile Çerkes Ethem ayaklanmasının ve iç isyanların bastırılmasında etkin rol oynadı. Ocak 1921'de Birinci İnönü Muharebesinde Yunan ilerlemesini durdurunca 5 senedir bulunduğu Albaylık rütbesinden Mirliva ( tuğgeneral )rütbesine terfi etti. 27 Mart sabahı başlayan ikinci İnönü Muharebesinde Yunan ordusunun ilk günlerde etkili taaruzlar yapması üzerine cepheye bizzat gelerek komutayı İsmet Paşa'dan devralan Başbakan ve Milli Savunma Bakanı Fevzi Paşa'nın Türk ordusuna verdiği beklenmedik başarılı karşı taarruz emriyle düşman güçleri geri çekilmek zorunda kaldılar. İkinci İnönü Muharebelerinden sonra,3 Nisan 1921'de TBMM kararıyla, Ferik (Korgeneral) Fevzi Paşa'nın rütbesi Birinci Ferik ( Orgeneral ) liğe terfi etti.
İsmet Paşa ise 4 Mayıs 1921'de Garp Cephesi komutanlığına getirildi. Ancak 17 Temmuz 1921'de Kütahya-Eskişehir Muharebelerini kaybedince TBMM tarafından Genelkurmay Başkanlığı görevinden azledilerek, yerine 3 Ağustos 1921'de, aynı zamanda Başvekil (Başbakan) ve Milli Müdafaa Vekili de olan Mustafa Fevzi Çakmak getirildi.
Sakarya Meydan Savaşı ve Büyük Taarruz'dan sonra kazanılan zafer üzerine Milli Mücadele'nin sonunu belirleyen Mudanya Mütarekesi görüşmelerinde (3 Ekim-11 Ekim 1922) Türk tarafını temsil eden İsmet Paşa, 26 Ekim 1922'de hariciye vekili oldu. Lozan Barış Konferansı'na Dışişleri Bakanı ve Türk heyeti başkanı olarak katıldı.
Görüşmeler sırasında Ulusumuzun çıkarlarını titizlikle savunan ve koruyan İsmet İnönü, 24 Temmuz 1923'te Sevr Antlaşması ve Mondros Mütarekesini geçersiz kılan, Türkiye Cumhuriyeti'nin bağımsızlığının ve egemenliğinin tanınmasını sağlayan Lozan Antlaşması'nı imzaladı.
Cumhuriyetin ilânından sonra 1923-1924 yıllarında ilk hükûmette Başbakan olarak görev aldı, aynı zamanda Halk Fırkası Genel Başkan Vekilliği'ni üstlendi. İsmet Paşa'nın ilk başbakanlık döneminde Cumhuriyetin ilk devrimleri yapılmaya başlandı. Öğretimin birleştirilmesi, halifeliğin kaldırılması ve Diyanet İşleri Başkanlığı'nın kurulması (3 Mart 1924) bu dönemde gerçekleşti. 1934'te Soyadı Yasası çıktığında Atatürk'ün verdiği İnönü soyadını alan İsmet Paşa, Başbakanlık görevini 1924-1937 yılları arasında da sürdürdü. Muhalefet partisi olarak kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası Çankaya'ya olan aşırı muhalefeti'ni hükümet üzerinden yürütmesi üzerine cumhurbaşkanı Mustafa Kemal ile anlaşarak 8 Kasım 1924'te başvekillikten istifa etti.21 Kasım 1924'te yeni hükümeti Fethi Bey kurdu.
Doğudaki Şeyh Said İsyanı üzerine isyana müdahelede başarısız olan Fethi Bey istifa etti. 3 Mart 1925'te İsmet Paşa cumhurbaşkanı Mustafa Kemal tarafından yeniden hükümeti kurmakla görevlendirildi. Ayaklanmanın bastırılmasında hükümet başkanı olarak önemli rol oynadı 6 Mart 1925 tarihinde Takrir-i Sükun Kanunu'nun yürürlüğe konması ve İstiklal Mahkemeleri'nin kurulmasını sağladı ve tüm muhalefet partilerini, muhalif gazeteleri kapattırdı ve tek parti diktatörlüğünü kurdu. İsyan kısa sürede bastırıldıktan sonra da muhalefete izin vermedi. Bu arada askerliğe devam ederek 1926 yılında Orgeneral rütbesine yükseldi ve aynı yıl içinde askerlikten emekli oldu. Bu tarihten sonra, yeni devletin oluşumunda Mustafa Kemal ile birlikte en önemli siyasal kişilik olarak belirdi.
İnönü, Eylül 1937'de Atatürk'le aralarındaki bazı görüş ayrılıkları yüzünden Atatürk tarafından Başvekillikten azledildi. CHP'nin genel başkan vekilliğinden de alındı. İnönü başvekillikten ayrılınca yerine Celal Bayar atandı. İnönü bu dönemde yalnızca TBMM'de Malatya milletvekili olarak görev yaptı.
Atatürk ile görüş ayrılığı meselesi şöyledir : 1936'da Faşizmi incelemek üzere İtalya'ya gönderilen CHP Genel Sekreteri (Katib-i Umumi) Recep Peker'in dönüşünde yazdığı TBMM üzerinde bir "Faşist Konsey" kurulmasını öngören raporu onaylayıp imzalaması üzerine Cumhurbaşkanı Atatürk "Başvekil hazretleri anlaşılan yorgunluktan, önüne gelen raporları okumadan imzalıyor!" dedi ve kararı reddetti. Bu değerlendirmeye "Koskoca memleket rakı sofrasından mı idare edilecek?" diye yanıt verince aralarında gerginlik çıktı. Dersim İsyanı'nın bastırılması sırasında da düşünce ayrılıkları çıkınca Eylül 1937'de cumhurbaşkanı tarafından başbakanlık ve CHP'nin genel başkan yardımcılığı görevlerinden alındı.
İnönü, Atatürk devrimlerinin gerçekleştirilmesinde ve Türkiye Cumhuriyeti'nin sağlam temeller üzerine oturtulmasında Atatürk'ün en yakın çalışma arkadaşıydı.
Atatürk'ün ölümünden sonra 11 Kasım 1938 de, Türkiye Büyük Millet Meclisitarafından Türkiye'nin ikinci Cumhurbaşkanı olarak seçildi. ikinci Dünya Savaşısırasında Cumhurbaşkanıydı. Cumhurbaşkanlığı'nın yanı sıra CHP Genel Başkanlığı'na da getirildi. CHP'nin 26 Aralık 1938'de toplanan I. Olağanüstü Kurultay'ında partinin "değişmez genel başkan"ı seçildi. Ayrıca kendisine "Milli Şef" sıfatı verildi. Bundan sonra 30 Aralık 1925 tarihli 701 sayılı yasa ve 16 Mart 1926 tarihli 3322 sayılı kararname ile 50, 100, 500 ve 1.000 liralık banknotların ön yüzlerinde cumhurbaşkanının resminin bulunması kararı alınmıştı. Buna dayanarak, para ve pulların üzerindeki Atatürk resimleri kaldırılıp onların yerine yeni Milli Şef'in portreleri kullanıldı.
Cumhurbaşkanı seçilmesinden hemen sonra başlayan II. Dünya Savaşı (1939-1945) döneminde İnönü Türkiye'yi savaştan uzak tutmaya çalıştı. Savaş yıllarındaki ekonomik ve toplumsal sıkıntılar ise, dönemin unutulmayan mirası olarak kaldı.Varlık Vergisi uygulaması hayata geçirildi.Yine bu dönemde Hasan Ali Yücel'in öncülüğündeki Köy Enstitüleri kuruldu. Bu enstitüler kapatılana kadar 20.000 mezun köy öğretmeni verdi. II. Dünya Savaşı'nın hemen ardından, İkinci Dünya Savaşı galiplerinden olan Sovyetler Birliği'nin lideri Stalin'in Türkiye'den Kars, Ardahan, Artvin ve Sarıkamış'ı istemesi, Türkiye'yi, savaşın diğer galipleri Amerika ve İngiltere ile daha yakın ilişkilere mecbur etti. Bu askeri ve ekonomik desteği vermeye hazır olduğunu belirten ABD, Truman Doktrini ile yardıma başlamıştı ama karşılığında Türkiye'de serbest seçimlere dayanan demokrasi düzeninin yerleştirilmesini ve Milli Şeflik, "5 yıllık kalkınma planları" ve Köy Enstitülerileri gibi Sovyet taklidi uygulamaların kaldırılmasını talep etti.
1950 genel seçimlerinden sonra CHP iktidarı Demokrat Parti'ye bırakırken, İsmet İnönü de Cumhurbaşkanlığı'ndan 22 MAYIS 1950 da ayrıldı ve 1960 yılına kadar Ana Muhalefet Partisi Genel Başkanı olarak siyasi yaşamını sürdürdü.
27 Mayıs harekâtından sonra Kurucu Meclis üyeliğine seçildi ve 10 Kasım 1961 tarihinde Başbakanlığa atandı. 1965 yılında bu görevden ayrıldıktan sonra milletvekili olarak siyasi yaşamını sürdürdü. 8 Mayıs 1972'de CHP genel başkanlığını Bülent Ecevit'e kaptırarak Parti Genel Başkanlığı ve milletvekilliğinden istifa etti, 25 Aralık 1973'de ölünceye kadar Anayasa gereğince Cumhuriyet Senatosu tabii üyeliği görevinde bulundu.
1916 yılında Mevhibe Hanım'la evlenen İsmet İnönü üç çocuk babasıydı. (Ömer İnönü, Erdal İnönü ve Özden Toker'in babasıdır.)
25 Aralık 1973'te ölen İnönü 27 Aralık'ta devlet töreni ile Anıtkabir'de toprağa verildi.
Anılarının bir bölümünü Hatıralarım, Genç Subaylık Yılları, 1884-1918 (1968) adı altında toplamış, ayrıca çeşitli tarihlerdeki söylev ve demeçlerini içeren İsmet Paşa'nın Siyasi ve İçtimai Nutukları, 1920-1933 (1933), İnönü Diyor ki (1944), İnönü'nün Söylev ve Demeçleri I, 1920-1946 (1946) gibi kitapları yayımlanmıştır.

Kaynak : Biyografi.info

25 Aralık 2017 Pazartesi

#İsmetİnönü


“Bir memlekette, namuslular, namussuzlar kadar cesur olmadıkça,
o memlekette kurtuluş yoktur” İsmet İnönü

Türkiye Cumhuriyetinin ilk başbakanı, ikinci cumhurbaşkanı, asker, devlet adamı... 24 Eylül 1884' te İzmir'de doğdu. Babası Malatya'ya yerleşmiş, Bitlisli Kürümoğulları ailesinden Reşit bey, annesi Bulgaristan'ın Deliorman bölgesinden Cevriye Hanım.Sivas Askeri Rüştiyesini (ilkokul) bitirdikten sonra ( 1895) Topçu Harbiyesine girdi.Harbiye (1903) ve Harp Akademisinden birincilikle mezun oldu ( 1906). Kurmay yüzbaşı olarak Edirne'deki II. Ordu'ya atandı. 1907'de İttihat ve Terakki Cemiyetinde kısa bir süre çalıştı. 31 Mart Olayını bastırmak için toplanan Harekat Ordusuna Yeşilköy' de katıldı.Ahmet İzzet Paşa komutasında Yemen'e gönderilen Dördüncü Kolordu kurmay heyetinde yer aldı ve 1912'de binbaşılığa yükselerek Yemen kuvvetleri komutanlığı kurmay başkanı oldu. İlk diplomatik görevini burada üstlenip, İmam Yahya ile görüşerek barışı sağladı. Balkan Savaşı sırasında Çatalca'da bulundu.
Birinci Dünya Savaşında Başkomutanlık karargahında Harekat Şubesi Müdürlüğü yaptı ve yarbay oldu (1914). Ertesi yıl albaylığa yükselerek Trakya'daki II. Ordu kurmay başkanlığına atandı. Sonra, Doğu ve Suriye cephelerinde Dördüncü, Yirminci ve Üçüncü Kolordu Komutanlıklarında bulundu. Bu dönemde II.Ordu Komutanı Mustafa Kemal Paşa ile birlikte çalıştı , aralarında derin bir dostluk doğdu ve ondan yüksek ve anlamlı bir sicil aldı(1917).İstanbul'da 1916'da Mevhibe Hanım'laevlendi ve hemen cepheye döndü. Mondros Mütarekesi günlerinde başkente geri gelerek Harbiye Nezareti Müsteşarı oldu (1918). Askeri Şura'da görev aldı. Bu yıllarda Mustafa Kemal Paşa ile görüşmelerini sürdürdü.
Miralay (albay) İsmet Bey Ocak 1920'de Ankara'ya kısa bir süre için gidip, döndü. 19 Mart 1920'de Mustafa Kemal'in çağrısı üzerine gizlice tekrar Ankara'ya geçip, Milli Mücadelede önemli görevler üstlendi. Edirne Milletvekili seçilerek çalışmalara katıldı ve Genel Kurmay Başkanı olarak düzenli bir ordu kurmayı başardı. İstanbul Hükümeti tarafından idama mahkum edildi ( Haziran 1920). Batı Cephesi komutanlığına atanarak (4 Mayıs 1921) Birinci ve İkinci İnönü Savaşlarını kazandı. Generalliğe yükseldi ve İsmet Paşa olarak anılmaya başlandı. Sakarya ve Başkumandanlık Meydan Savaşlarında etkili oldu.(1922).
Zaferin ardından Mudanya'da ateşkes görüşmelerini yürüttü ( 3 Ekim 1922). Dışişleri Bakanı ve Lozan baş delegesi oldu. Lozan Barış Antlaşmasını imzaladı (24 Temmuz 1923) . İlk cumhuriyet hükümetini kurdu (3o Ekim 1923). 8 Kasım 1924'te başbakanlıktan ayrıldı ve daha sonra Şeyh Sait isyanı nedeniyle yeniden aynı göreve getirildi (3 Mart 1925). Soyadı kanunu çıkınca Atatürk kendisine İnönü soyadını verdi.15 Yıl başbakanlıkta bulunduktan sonra, bazı görüş ayrılıkları nedeniyle hükümetten ayrıldı ( Eylül 1937).
Atatürk'ün ölümünden sonra Türkiye Büyük Millet Meclisinin oybirliği ile Cumhurbaşkanı seçildi (11 Kasım 1938). İkinci Dünya Savaşına Türkiye'yi sokmamak için devletlerarası politika alanında çok yönlü çalıştı ve bunu başardı. Çok partili demokratik hayata geçişi sağladı ve dürüst bir seçim yasası yaptırarak iktidarı devretti (14 Mayıs 1950).
Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı ve muhalefet lideri olarak on yıl boyunca büyük bir demokrasi savaşı verdi ( 1950-1960). 27 Mayıs ihtilali ve seçimler sonucunda gerçekleşen üç koalisyonda başbakanlık yaptı ve bu görevini 6 Şubat 1965'e kadar sürdürdü. C.H.P 'de "ortanın solu" hareketini başlattı. Parti içi mücadeleler sonucunda C.H.P'den istifa ederek senatör kimliğiyle TBMM'ne devam etti (8 Mayıs 1972). 25 Aralık 1973'de Ankara'da öldü ve hükümet kararıyla Anıtkabire defnedildi. Örnek bir evlilik sürdürdüğü Mevhibe Hanımla birisi Kurtuluş Savaşı sırasında ölen dört çocukları oldu, İzzet ( 1919-1921), Ömer (1924), Erdal (1926), Özden (1930).

3 Ocak 2017 Salı

CHP' nin , Anayasa teklifine koyduğu muhalefet şerhi.


Ana muhalefet partisinin Anayasa Komisyonu Başkanlığı'na sunduğu muhalefet şerhinde "Bu düzenleme ülkemizin yeni ve derin krizlere sürüklenmesinin yolunu açacaktır. Yol yanlıştır ve derhal dönülmesi gerekir. Bu teklifin Gazi Meclis çatısı altında görüşülmesi dahi tarihi bir ayıptır" denildi. 
Muhalefet şerhine CHP'li komisyon üyeleri Bülent Tezcan, Uğur Bayraktutan, Muharrem Erkek, Nurhayat Altaca Kayışoğlu, Akın Üstündağ ve Murat Emir imza koydu. 
İşte az önce CHP'nin Anayasa Komisyonu Başkanlığı'na sunduğu muhalefet şerhinin tam metni: 
"TBMM ANAYASA KOMİSYONU BAŞKANLIĞINA
MUHALEFET ŞERHİ
Anayasalar, toplumsal uzlaşma metinleri olarak kabul edilmektedir. Temel görevi ise iktidarları, bireye karşı sınırlandırmaktır. İster yazılı olsun ister olmasın, bu özelliği nedeniyle bir ülkede yaşayan her bireyi ayrı ayrı ilgilendirmekte ve sorumluluk şemsiyesi altına almaktadır. Bireylerin, özgürce yaşayabilmek için anayasal sistemin kendisini kısıtlamasına ve başkasının özgürlük alanına müdahil olmasının hukuken engellenmesine izin verdiği genel kabul görmüş ilkedir. Anayasanın biçimlendirdiği yapı olan devlet açısından anayasa, birden farklı öneme sahiptir. İlk olarak devlet, varlığının meşruiyetini bu hukuki belgeden almakta; ikinci olarak da anayasa ile birlikte mevzuatta yer alan hukuki çerçeveyle etki alanı içinde yaşayan insanlara en iyi yaşam koşullarını sunma görevi edinmektedir. Bu nedenledir ki Thomas Paine “Anayasasız bir iktidar, haksız bir güçtür” demiştir. 
İster yazılı ister yazılı olmayan anayasadan bahsedilsin, devletin ve iktidarın anayasaya dayanması esastır. Ancak; anayasalar dogma olarak nitelendirilemez. Toplumsal gelişmelere paralel biçimde ve "yaşayan hukuk" mantığıyla anayasalar da yaşamakta; değişerek, çağın gereklerine uygun hale getirilebilmektedir. Yine aynı açıdan yaklaşıldığında, anayasalar çok önemli belgeler olmakla birlikte, tek başına varlıklarının anlamı yoktur. Bu nedenle yalnızca anayasal düzenlemeler ile demokratik bir sisteme ulaşılacağını düşünmek, sistemin yaşadığı sorunların gerekçesi olarak tek başına anayasayı görmekten farksızdır. Nitekim, döneminin en ileri anayasalarından biri kabul edilen Almanya'nın Weimar Anayasası'nın yürürlükte olduğu süreçte Hitler'in ortaya çıkmasına dünya tarihi şahitlik etmiştir. 
Anayasalar aynı zamanda bir çerçevedir, bir sınırdır. Bu durum hem bireyler hem de eş zamanlı olarak devletler için geçerlidir. Bireyler kendi özgürlüklerinden bir kısmını devrederken anayasa tarafından sınırlandırılmakta ve bununla birlikte gerçek sınırlar devletler için söz konusu olmaktadır. Anayasacılık hareketlerinin özü ve anayasacılığın tarihi, devletlerin ve/veya iktidarların sınırlandırılması anlamına gelmektedir ki Server Tanilli de anayasacılık hareketlerini "devletin yönetim düzenini, yurttaşların hak ve özgürlüklerini 'yazılı belgelerde' saptamak amacını güden çabalar" olarak belirtmektedir.
Anayasal yönetim düşüncesinin ilk olarak, M.Ö. 3. yüzyılda Aristo ve diğer yunanlı düşünürler tarafından ortaya atıldığı, bu düşüncenin Romalılar tarafından ilerletildiği Tarık Zafer Tunaya, Hüseyin Nail Kubalı, Ali Fuat Başgil gibi önemli isimlerce kabul edilse de modern anlamdaki anayasanın temeli için 13. yüzyıl beklenecektir. Anayasa tarihçileri ilk anayasal metin olarak 13. yüzyılda İngiltere'de yayınlanan Magna Charta'yı (Büyük Ferman) kabul ederler. Çünkü o dönem iktidarını elinde bulunduran kralın yetkilerini sınırlandırma amacıyla krala imzalatılan bu metinle iktidarın tek bir kişinin elinde olmaması ve paylaşılması gerektiği savunulur. 
Her ne kadar 13. yüzyıldaki Magna Charta anayasacılığın başlangıcı sayılsa da yeryüzünün ilk Anayasası 18. yüzyılda tarih sahnesine çıkmıştır. İlk anayasa 1787 Amerika Birleşik Devletleri Anayasasıdır. İkinci Anayasa 1791 Fransız Anayasasıdır. Onları sırasıyla şu anayasalar izlemektedir: 1809 İsveç, 1812 İspanya, 1814 Norveç, 1831 Belçika, 1848 İsviçre, 1848 İtalya, 1848-1850 Prusya, 1849 Danimarka, 1849 Lüksemburg, 1860 Arjantin, 1864 Yunanistan, 1866 Romanya, 1876 Osmanlı, 1887 Hollanda, 1889 Japonya, 1891 Brezilya Anayasası.
18. yüzyıl öncesinde de yazılı hukuk kuralları söz konusuyken, bunların hiçbiri anayasa olarak anılmamaktadır. Kemal Gözler'in de belirttiği gibi, devlet iktidarının sınırlandırılması, yurttaşların temel hak ve hürriyetlerinin devlet karşısında güvence altına alınması isteği ve bu güvencenin de normlar hiyerarşisinde kanunların üstünde bulunan, kanunlardan daha zor bir şekilde değiştirilebilen kanunların yapılması gerektiği düşüncesiyle birleşmesi sonucu modern anlamda anayasa ve anayasacılık hareketi gelişmiştir. Mümtaz Soysal, anayasacılık hareketlerinin, halk yığınlarının da iktidara katılmasının önünü açtığı için bütünüyle "ilerici" bir nitelik taşıdığının altını çizmektedir.
Burada bir ayrımı belirtmek, AKP'nin aklındaki rejim değişikliğinin açıklanabilmesi açısından önemli olacaktır. Bir ülkede anayasa bulunmasıyla o ülkenin anayasa geleneğine sahip bir devlet olması; yani, "anayasalı devlet" ile "anayasal devlet" birbirinden farklı şeylerdir. Devleti sınırlandığı, yönetenlerin hukuka ve kurallara uyduğu, devletin temel işlevlerinin farklı organ veya makamlar arasında paylaştırıldığı, temel hakların anayasal olarak tanınıp güvence altına alındığı, siyasi iktidarın belli hukuk kurallarına bağlandığı ve bütün bu hususların nihai güvencesi olarak bağımsız mahkemelerin var olduğu bir sistem için "anayasal devlet" demek söz konusudur. Özetle Mustafa Erdoğan'ın da belirttiği gibi, "Anayasası olan her devlet, anayasal devlet değildir". İşte Türkiye, anayasal devlet olma niteliğini güçlendirmesi, eksikliklerini gidermesi yolunda çalışması gerekirken, bunun tam tersi yönde gerilemesi kabul edilir bir durum değildir. Çünkü Türkiye 200'den fazla yılla hiç de az olmayan bir anayasacılık hareketine ve tüm eksikliklerine rağmen 140 yıllık bir parlamento geleneğine sahiptir. Bu sistem içinde zaman zaman kopmalar olduğu doğrudur. İbrahim Kaboğlu'nun deyimiyle AKP'nin sunduğu anayasa değişikliği teklifiyle öngörülen kopma, tarihimizde çok ayrı bir yere sahiptir, hiçbirine benzememektedir. 
    Türkiye’de anayasacılık hareketleri, Osmanlı Devleti’nin son dönemlerine denk düşmektedir. Bu başlangıç, dünya tarihine nazaran geç olarak yorumlansa da bugüne kadar önemli bir birikim olduğu açıktır. III. Selim döneminde “meşveret” (danışma) usulünün canlandırılması amacıyla Meclis-i Meşveret’in kuruluşu Hüseyin Nail Kubalı gibi kamu hukukçuları tarafından “meşrutiyet rejiminin kurulmasını hazırlayan bir hareket” olarak nitelendirmekte, Recai Galip Okandan, Enver Ziya Karal gibi hukukçular ve tarihçiler de III. Selim dönemindeki yenilikleri “olumlu” olarak değerlendirmektedir. Anayasacılık açısından asıl önemli gelişme 1808 tarihli Sened-i İttifak’tır. Çünkü, padişahın hak ve yetkilerinin sınırlandığı ilk belge budur. Devlet adamı ve vakanüvis (tarih yazıcı) Ahmet Cevdet Paşa tarafından kaleme alınan Tarih-i Cevdet isimli eserde, Padişaha “bu senet sizin saltanatınızın geleceğine dokunur. Lakin reddi mümkün değildir” uyarısının yapıldığı düşünüldüğünde, Sened-i İttifak’ın önemi daha iyi anlaşılmaktadır. 
Sened-i İttifak’tan sonra, modern devlet düşüncesinin en önemli unsurlarından biri olan “halkın devlet için değil, devletin halk için var olduğu” (Halil İnalcık) düşüncesi ilk kez 1839 Tanzimat Fermanı ile yaşama geçirilmiştir. Yeni yönetim biçimleri, çeşitli hak ve dokunulmazlıklar, iktidarın kendini sınırlaması, yasaya saygı ve yasal yönetime geçiş, eşitliğe saygı, teokratik devletten uzaklaşarak laikleşme yoluna giriş (Bülent Tanör) gibi özellikleriyle Tanzimat Fermanı, Türk anayasacılık tarihinde önemli bir noktadadır ki 1856 Islahat Fermanı da bu noktada benzer nitelikli tarihsel katkı sunmuştur. İşte bu birikim, Osmanlı Devleti’nde meşruti bir yönetimin mayalanması anlamına gelmektedir. 
1876 yılında ilan edilen Osmanlı Devleti’nin ilk anayasası Kanun-ı Esasi, geniş çapta 1814 Fransız Anayasası’ndan etkilenmiştir. Kanun-ı Esasi ile artık mutlakıyetten çıkış söz konusudur. I. Meşrutiyet’in parlamentolu yönetim deneyimi iki yıl kadar kısa sürse de 1908 yılında bir devrim yaşanmış, hürriyet ilân edilerek II. Meşrutiyete geçilmiştir. Devlet içindeki Türk ve Türk olmayan unsurların demokratik bir anlaşma zemininde giriştikleri ilk ve son hareket olan II. Meşrutiyet’in, halktan gelen bir baskı yönünün olduğu da unutulmamalıdır. Bu baskı sonucundadır ki Kanun-ı Esasi yeniden yürürlüğe konulmuş, Meclis-i Mebusan açılmıştır. Meclis’in önerdiği Ahmet Rıza Bey’in Meclis Başkanlığı’na atanması, padişah egemenliği anlayışından milli egemenlik anlayışına doğru bir kayış gerçekleşmesi, parlamento ve hükümetin birbirinden bağımsız organlar olarak belirmesi, parlamentonun hükümet üzerinde siyasi denetimler gerçekleştirebilmesi (ilk güven oylaması 13 Ocak 1909 tarihindedir, bundan sonra 13/14 Şubat’ta da ilk güvensizlik oyu deneyimi yaşanmış ve hükümet istifa etmiştir) önemli gelişmelerdir. 
8 Ağustos 1909 tarihinde çıkarılan bir yasa ile 1876 Anayasası’nın 21 maddesi değiştirilmiş, bir maddesi kaldırılmış ve üç yeni madde eklenmiştir. Bu değişiklik ile monarşinin/padişahın gerçekten sınırlanması gerçekleşmiştir. Ayanlar Heyeti’nin görüşmelerinin açık yapılması, Meclis-i Mebusan’ın birinci ve ikinci başkanlarını kendi seçebilme yetkisinin alınması, Bakanlar Kurulunun Padişaha değil, Meclis’e karşı sorumlu olması, yürütmenin Meclis-i Mebusan’ı fesih yetkisinin oldukça sınırlandırılması bu dönemin önemli özellikleridir.
İşte tüm bu birikim, Cumhuriyet devrimi ile taçlandırılmıştır. Dikkat edilecek olursa dünya tarihinde büyük devrimlerden biri olan bu hareket, geçmiş ile pek çok konuda kopuşu da simgelemektedir. Yalnız, Mustafa Kemal Atatürk ve kurucu kadrolar, Osmanlı Devleti’nin parlamento ve anayasa geleneğini reddetmemiş, aksine bunun üzerine yeni devlet inşa etmekten kaçınmamışlardır. 1921 Anayasası böyle bir dönemin ürünüdür. Artık, yeni anayasal tezlerin doğrudan itici gücü tartışmasız millet egemenliği olmuştur. Milli irade ve milli egemenlik kavramları, ülkenin bir savaş içindeki süreçte, dış ülkelere karşı bağımsızlaşmanın da temeli olmuştur. Monarşiye karşı demokratik egemenliğin tohumları bu dönemde atılmıştır. Yerelde gerçekleştirilen kongrelerin, büyük kongre niteliğindeki Büyük Millet Meclisinde vücut bulması önemli bir gelişmedir. Söz konusu olan artık bir kurucu iktidardır. Meclis üstünlüğü, meclisin seçtiği ve ona karşı sorumlu olan hükümet kurma zorunluluğu, padişahın kaderinin bile Meclise bırakılması Cumhuriyetin işaretlerini vermekteydi.
Bu dönem, meclis hükümeti sistemi uygulamasının örneğidir. Meclisin toplanması ve savaş ortamında dahi çalışması, Sivas Kongresi’nden süzülerek gelen iradenin Mecliste biçimlenmesi, “meşruluk ve hukukilik” niteliklerine sıkıca sahip çıkılması anlamındadır. Türkiye’deki ulusal kurtuluş hareketini, 20. yüzyılın diğer kurtuluş hareketlerinden ayıran en önemli özelliklerin başında bu gelmektedir. 1921 Anayasası, böyle bir mantığın ürünü olarak yazılmıştır. Mustafa Kemal, daha Samsun’dan İstanbul Hükümetine yazdığı ilk raporunda millî egemenlikten bahsetmiştir. Yine, Amasya Tamimi’nde vurgulanan “milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır”, Erzurum ve Sivas Kongrelerinde altı çizilen “irade-i milliyeyi hakim kılmak” esasları, 1921 Anayasası ve Meclis ile somutlanmıştır. Bu nedenle Erdoğan Teziç Cumhuriyet'i bir birleştirme ve bütünleş(tir)me projesi olarak yorumlamaktadır.
1923 yılında büyük bir devrim olan ve yeni devrimlerin en önemli simgelerinden biri olacak Cumhuriyetin ilanı, anayasal düzende de yeniliklere ihtiyacı ortaya çıkarmıştır. 1921 Anayasası ile kuruluş ilanı verilen yeni bir devletin biçimlenişi, 1924 Anayasası ile sağlanacaktır. İşin en önemli yanı ise güçlü liderliğin yaşandığı bir dönemde, Cumhurbaşkanı'na verilmek istenen yetkilerin çokluğu anayasa yapım sürecinde Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) üyelerini rahatsız etmiş, önerilen yetkilerin önemli bir kısmı kabul edilmemiştir. Meclis üstünlüğüne gölge düşüreceği gerekçesiyle pek çok öneri de reddedilmiştir. Parlamenter sistem devlet başkanından farksız olarak netleşen Cumhurbaşkanı, bugün yaşadığımız anayasa değişikliği ve tek adam rejimi açısından örnek niteliktedir. Kurtuluş Savaşı’nın büyük önderi ve ilk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk ile savaşın diğer kahramanı ve ikinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün siyasal yaşamdaki güçlü kimlikleri onlara herhangi bir anayasa tarafından verilmemiş; dönemin ve şahıslarının özelliklerinden kaynaklanmıştır. Demokratik bir rejim amacıyla yapılan 1924 Anayasası, çok partili rejime geçiş, dünyadaki gelişmeler ile birlikte farklı açılardan değerlendirilir olmuştur. Ahmet Mumcu'nun deyimiyle Cumhuriyet'in ilk yılları, Türk milletini demokrasiye alıştırma dönemidir. 
1961 yılında askeri bir darbe ile çok partili yaşam kesintiye uğramış, ardından yeni bir anayasanın ve sistemin doğuşu gelmiştir. Askeri bir darbenin sonucunda da olsa örgütlenmede, siyasal haklarda, denge-denetim mekanizmalarında oldukça önemli yenilikler getiren 1961 Anayasası, “halka bol gelen gömlek” olarak nitelendirilmiş, önce 1971’de büyük bir değişikliğe uğramış ve 1980 askeri cuntasıyla tarihe karışmıştır. 
Yürütmeyi güçlendiren, askeri rejimin gaddar yapısını da anayasa yansıtmaya çalışan bir anlayışla yürütmenin Cumhurbaşkanı kanadını sorumsuzlaştıran 1982 Anayasası, siyasal ve toplumsal yaşamı ezip geçen askerlerin yavaş yavaş siyaset sahnesinden çekilmesiyle birlikte 1987 yılından bugüne 18 kez değişikliğe uğramış, bu değişikliklerde anayasanın toplam 112 maddesinde önemli değişiklikler yapılmıştır. Bu 112 maddenin 56 tanesi 2002 öncesi, geri kalan 56’sı ise 2002’den sonra yapılan değişikliklerdir. Bazı maddeler 3, bazıları 2 kez değişikliğe uğradığı için anayasada değişiklik yapılan madde sayısı 87’dir. Bu düzenlemelerin tamamına yakının (2010 yılının yargıya dönük düzenlemeleri haricinde) sistemsel olarak ileriye gidişi temsil ettiği söylenebilir. İlk kez bu durum, Cumhurbaşkanlığı ismiyle anılan tek adam sistemiyle tümden tersine çevrilmek istenmektedir. Tüm aksaklıklarına rağmen demokratik cumhuriyet sisteminden geriye dönüş söz konusudur. Bunu, anayasal bir kötü niyet olarak nitelendirmek olanaklıdır. Çünkü 20. yüzyıldan itibaren, günümüze kadar olan süreçte, demokratik bir toplumda millet egemenliğinin iki koşulu bulunmaktadır. Bunlardan ilki serbest ve eşit seçimlerdir. İkincisi ise ilkiyle bağlantılı olarak, anayasal kurumsal güvencelerle egemenliğin kullanım biçiminin, seçimle gelse de bir kişinin egemenliğine verilmemesidir. Oysa AKP’nin getirmek istediği düzenlemeyle egemenliğin şahsileşmesinin önü açılmaktadır. Bu, Türkiye’nin hedef aldığı muasır medeniyetler seviyesinin üstü ve günümüz mantığında demokratik gelişmelere taban tabana zıttır. 
Türk anayasacılık hareketleri tarihçesi incelendiğinde, önemli bir birikim olduğu açıktır. Bunun önemli bir kısmı ise parlamenter sistem içerisinde geçmiştir. Şüphesiz, bu süreç düz bir çizgi gibi ilerlememiştir. Askeri darbeler, darbe girişimleri, seçim sonuçlarında halkın koalisyon talebine rağmen ana muhalefet partisine hükümet kurma yetkisinin verilmemesi gibi; geriye gidişler, kesintiler söz konusudur ki bunun nedeni parlamenter sistemden değil, ülkemizde demokrasi kültürünün yerleşmesi ve siyasi iktidarların uygulamalarıyla ilgilidir. İşte bu uygulamaların mevcut anayasa ile çatışır duruma getirilmiş olması ve bunun fiili durumla açıklanması, anayasaya aykırı yeni teklif getirilmesini kesinlikle meşrulaştırmaz; aksine daha sorunlu bir durum doğmasına yol açar. 
Fiili durum denen olgu, gerek Hükümet gerek AKP gerekse buna destek olan MHP’nin açıklamalarından açıkça anlaşılacağı gibi, anayasaya aykırılıktır. Bu durum anayasal bir suç niteliği taşımaktadır ve hukuki karşılığı bulunmaktadır. Bununla bağlantılı olmakla birlikte fiili durum gerekçesiyle bir anayasasızlaştırma süreci yaşanmaktadır. Anayasasızlaştırma, bilerek ve isteyerek anayasaya aykırı uygulamalar, yine anayasaya aykırı yasama faaliyeti, yargı kararları, idarenin eylem ve işlemleri, son olarak ise anayasaya aykırı anayasa değişikliği ile işlemektedir. Bu sorunlu durumun başında ise 1982 Anayasası’nın değiştirilemeyecek ve değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek maddelerinin, biçimsel olarak değiştirilmese de öz itibariyle içinin boşaltılması gelmektedir. Unutulmamalıdır ki asli kurucu iktidarın ortaya koyduğu ilkeler, tali kurucu iktidar tarafından değiştirilmemelidir. 
1982 Anayasası’nın 1'inci maddesi, devletin şeklini “Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.” biçiminde belirtmiştir. 2'nci madde de bu Cumhuriyetin niteliklerini şöyle saymıştır: “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir.” Devletin bütünlüğü, resmî dili, bayrağı, millî marşı ve başkentinin düzenlendiği 3'üncü maddede: Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Millî marşı ‘İstiklal Marşı’dır. Başkenti Ankara’dır.” 4'üncü madde ise bu ilk üç maddenin değiştirilemeyeceğini hükme bağlamıştır: “Anayasanın 1 inci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2 nci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3 üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.”
Anayasa Mahkemesi, 1961 Anayasası döneminden bugüne kadar süreklilik kazanan içtihadında, anayasa değişikliklerinin Anayasa’nın değiştirilmez hükümlerine uygunluğunu denetlemiştir. Böylece ülkemizde cumhuriyetçi bir anayasal öğreti oluşturulmuş ve Cumhuriyete maddi bir içerik verme çabası başarıya ulaşmıştır. Bunun sonucunda Fransa gibi Türkiye’de de farklı siyasetçi ve hukukçular Cumhuriyetçi bir gelenekten sıkça söz etmektedirler.
Anayasa’nın ilk üç maddesi ile koruma altına alınmış bulunan ilke ve kurumların değiştirilmesine yönelik anayasa değişikliği teklif edilemeyeceği gibi bunu düzenleyen 4. madde de doğal olarak değiştirilemezlik zırhına sahiptir. Anayasa Mahkemesine göre; "Yürürlükteki Anayasamızın öngördüğü düzen, anayasal normlar bütünü ve bu bütünü somutlaştıran ilk üç maddede ortaya çıkan bir anayasal düzendir. Kurucu iktidarın siyasal düzene ilişkin temel tercihi Anayasa'nın ilk üç maddesinde, bunun somut yansımaları ise diğer maddelerde ortaya çıkmaktadır. 4. madde ise ilk üç maddenin güvencesi olma niteliği itibariyle doğal olarak değiştirilmezlik özelliğine sahiptir. Bu durumda Anayasa'nın 4. maddesi dâhil olmak üzere her bir maddede yapılacak değişikliklerin siyasal düzende değişikliklere ve kurucu iktidarın yarattığı anayasal düzende dönüşümlere yol açması mümkündür. O halde Anayasa'nın diğer maddelerinde yapılacak değişikliklerle Anayasa'nın 4. maddesinin yasama organı için çizdiği sınırların aşılma olasılığı göz ardı edilemez.
Dolayısıyla Anayasanın ilk üç maddesinde değişiklik öngören veya Anayasa'nın sair maddelerinde yapılan değişikliklerle doğrudan doğruya veya dolaylı olarak aynı sonucu doğuran herhangi bir yasama tasarrufunun da hukuksal geçerlilik kazanması mümkün olmadığından, bu doğrultudaki tekliflerin sayısal yönden Anayasa'ya uygun olması tasarrufun geçersizliğine engel oluşturmayacaktır." (AYM, E: 2008/16; K : 2008/116; K.T. : 5.6.2008, R.G. Tarih-Sayı :22.10.2008-27032).
Değiştirilmezliğe ilişkin hükümlerin, anayasa değişikliği yoluyla aşılıp aşılamayacağı tartışması Almanya’da ise daha 1950-60’larda tamamlanmıştır. Bugün Alman hukuk doktrininde büyük bir çoğunluk, asli bir kurucu iktidar eliyle yeni bir anayasa yapılmasının yolu açık olmasına rağmen bu yolun kullanılması halinde bile Almanya Anayasası’nın 79/3. maddesindeki değiştirilemez hükümleri içeren ilkelerin geçerli olması gerektiğini savunmaktadır.
Alman Federal Anayasa Mahkemesi, Anayasanın 79/3. maddesine ilişkin olarak çok açık şekilde şöyle söylemektedir; “Anayasa’nın 79/3. maddesi, anayasa değişikliği yapan yasa koyucuya getirilen sınırlamalar olarak, geçerli anayasal düzenin şeklen legal bir yolla özünün ortadan kaldırılabilmesini ve totaliter bir sistemin meşrulaştırılması için kötüye kullanılmasını engelleyecek bir anlam taşır.” Bu hüküm, orada yer alan temel ilkelerden ödün verilmesini yasaklamaktadır. 
Türk ve Alman Anayasa Mahkemeleri gibi kendilerine anayasayı koruma görevi verilen İtalya, İsviçre, Bulgaristan ve Hindistan Anayasa Mahkemeleri de asli/türev kurucu iktidar ayrımını gözeterek anayasa değişikliklerinin içeriğini denetlemiştir.
Değiştirilemez hükümlerin koruduğu içerik, Anayasa’nın tümü ortadan kaldırılmadıkça değiştirilemez. Eğer anayasa değişikliği yapılırken anayasanın geçerliliği tartışılır hale getirilir, Anayasa’nın dayandığı temel ilkelere dokunulursa; o zaman anayasanın özünün boşaltılması, anayasanın çekirdeğinin ortadan kaldırılması gibi bir sonuç doğacaktır. Anayasal kimlik ve hukuk düzeninin karakteristik yapısına dokunan böyle bir değişikliğe izin verilmesi, bütün olarak korunması gereken Anayasa’nın varlığının ortadan kalkmasına ve sivil bir darbeye yol açacaktır. 
AKP’nin getirdiği teklifte, ilk üç madde şeklen değiştirilmemiş gibi görünse de demokratik hukuk devleti, demokratik cumhuriyet ve kuvvetler ayrılığı ilkesine aykırı düzenleme söz konusudur. 
Öncelikle Cumhuriyetin özü egemenliğin kaynağının millette, halkta olmasıdır. Aynı zamanda bu egemenlik hakkının millette kalması gereklidir. Egemenlik soyut bir kavram olmadığı gibi, millet egemenliği de soyut bir kavram değildir. Yasama, yürütme ve yargıda ifadesini bulur. Peki, bu kuvvetler bir elde toplanırsa ne olur? Eğer asli olarak milletin elinde bulunan, seçerek gönderdiği egemenliğinin temsilcileri birbirlerini denetleyemez ve o güçler tek bir elde toplanırsa orada artık demokratik cumhuriyetten bahsedilemez. Tüm güçleri tek elde toplayan kişinin sandık marifetiyle iktidara gelmesi, bu gerçekliği değiştirmez. Bir sistemi demokratik yapan, egemenliğin gerçekten millette olduğunu gösteren unsur, güçlerin birbirini denetleyebilme gücüdür, yeteneğidir ve sistemin buna göre kurgulanıp kurgulanmadığıdır. 1982 Anayasası’nın 7’nci maddesinde belirtilen “Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez.”, 8’inci maddesindeki “Yürütme yetkisi ve görevi, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından, Anayasaya ve kanunlara uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir.” ve 9’uncu maddesinde hükme bağlanan “Yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır.” ifadelerinin gerekçesi, bahsedilen kuvvetler ayrımıdır. 
Vurgulanması gereken, AKP’nin getirdiği, aslında Başkanlık sistemi olduğunu iddia ettiği; ama, ismine Cumhurbaşkanlığı dediği sistemin güçlü kuvvetler ayrımını ve bu kuvvetlerin birbirini sıkı biçimde denetlemesini gerek kılan Başkanlık ile hiçbir ilgisinin olmadığıdır. Ortaya çıkan sistem, olsa olsa otoriter sistemler içinde özgün bir yaklaşım olarak anılabilir. Buradan anlaşılacağı gibi, getirilmek istenen, hükümet sistemi değişikliği değildir. Düzeltilebilecek tüm eksikliklerine ve aksaklıklarına rağmen demokratik cumhuriyetin, yani rejimin değiştirilmesi amaçlanmaktadır. 
Parlamenter sistemin sorunlarının çözülmesi yerine, parlamenter sistemin "çözülmesi" durumuyla karşı karşıyayız. Fiili durumun anayasaya uydurulması, anayasal düzenin sağlanması yerine, fiili duruma uygun bir anayasa teklifi getirilmesinin temelinde de bu mantık bulunmaktadır. Çünkü fiili durumlara uygun yeni hukuki ve anayasal düzenlemelerin yapıldığı dönemler, ancak darbe dönemleridir. Darbe girişiminden hemen sonra Meclis’te grubu bulunan partilerce ortak hazırlanan bildiride de belirtildiği gibi, bu ülkenin parlamenter sistemini hedef aldığı vurgulanan 15 Temmuz gecesi yaşanan askeri darbe girişimi eğer başarıya ulaşmış olsaydı, yarattığı fiili durumu meşrulaştırmak için anayasa değişikliğine gidecekti. Nitekim 1960, 1971 ve 1980’de gerçekleştirilen askeri darbelerin sonucunda da aynısı olmuştur.
Getirilen teklifin bu açından bir karşılığı bulunmakta mıdır? 7 Haziran 2015 seçimleri sonucunda halkın gerginlik, kutuplaşma istemediğini belirttiği, koalisyona işaret ettiği açıkça belli olmasına rağmen, seçimden birinci çıkan siyasi parti haricinde diğer parti ve partilere görev verilmeden parlamento seçimlerinin yenilenmesi, siyasi olarak bir darbedir. Yine 2016 Mayıs’ında, seçilmiş bir Başbakan şu anda yürürlükteki Anayasa’ya göre buna yetkisi olmayan bir Cumhurbaşkanı tarafından istifa ettirilmiş, bir hükûmet değişikliği yapılmıştır. Hükûmet değişikliği Anayasa dışı bir tutumla yapılmıştır ki bu da bir darbedir. Diğer darbe girişimi AKP iktidarları tarafından devletin içine yerleştirilen bir örgüt tarafından 15 Temmuz 2016'da yaşanmış ve gerek siyasi partilerin gerekse halkın tavrı nedeniyle başarısızlığa uğramıştır. Bu girişimin arkasından, demokrasinin güçlenmesi, parlamenter demokratik sistemimizin aksaklıklarının düzeltilmesi gibi amaçlarla hareket etmek gerekirken, darbe girişimi “Allah’ın bir lütfu” olarak değerlendirilmiş, bu durum bir fırsata dönüştürülmek istenmiştir. Parlamento devre dışı bırakılarak 20 Temmuz’da olağanüstü hâl (OHAL) ilan edilmiştir. OHAL rejimi uygulamalarına baktığımızda, Türkiye’nin bir yeni sivil darbeyle, 20 Temmuz darbesiyle karşı karşıya kaldığı anlaşılmaktadır. Her darbe kendi hukukunu ve anayasasını yaratır. İşte getirilen bu anayasa değişiklik teklifi 20 Temmuz OHAL Darbesinin hukukunu yaratma, anayasasını hazırlama girişimidir. Artık yeni bir darbe hukukuyla karşı karşıyayız.
Getirilen anayasa değişikliği teklifiyle egemenliğin bir kişi lehine sınırlandırılması; başka bir ifadeyle Cumhuriyetin niteliklerine aykırı biçimde "yürütmede tekleşme, devlette tekelleşme" amaçlanmaktadır. 
Başbakan ve Bakanlar Kurulunun kaldırılması, bakanlar, bugünkü anlamıyla Bakanlar Kurulu'nun olmaması, yürütme yetkisinin tek başına yetkili ama sorumsuz, hesap vermeyen ve denetlenmeyen bir Cumhurbaşkanı'na verilmesinin hukuk ve siyaset bilimi alanında karşılığı tek adam rejimidir. Cumhurbaşkanı tarafından atanacak ve kendisine vekalet edecek, seçilmiş olmayan ve sayı sınırlaması bulunmayan Cumhurbaşkanı Yardımcıları Başbakan yerine ikame edilmektedir. Yine aynı Cumhurbaşkanı tek başına Bakanları belirleyecek ve bu Bakanlar Meclis'e karşı değil, Cumhurbaşkanı'na karşı sorumlu olacaktır. Bu esnada milli iradenin merkezi olan TBMM'nin herhangi bir onaylama ve güvenoyu yetkisi bulunmamaktadır. Oysaki demokratik bir Başkanlık sisteminde Başkan'ın tüm atamaları Senato onayına tabidir. Görüldüğü gibi Meclis ve halk tarafından seçilmiş milli iradenin temsilcileri tamamen yok sayılmaktadır. Ki denge ve denetim mekanizmasının yokluğu da bu durumu pekiştirmektedir. Yine atamayla gelen Cumhurbaşkanı yardımcıları, seçilmiş Cumhurbaşkanı'na vekalet edebilecek, olası boşalma durumunda seçim yapılana kadar Cumhurbaşkanı bile olabileceklerdir. Her fırsatta milli irade vurgusunu yapanlar tarafından böyle bir düzenlemeye gidilmesi elbette sorunlu bir yaklaşımdır. 
"ABD Anayasası'nın babası" olarak nitelendirilen James Madison, "...çeşitli yetkilerin gitgide aynı uzuvda toplanmasına karşı asıl teminat, her uzvu yönetenlere öbürlerinden gelecek müdahalelere dayanabilmeleri için gerekli anayasa araçlarını ve şahsi saikleri vermektir... İnsanlar melek olsaydı devlete lüzum kalmazdı. İnsanları melekler yönetseydi, insanlar üzerinde ne dış denetlemelere ihtiyaç duyulurdu ne de iç denetlemelere" diyerek, anayasal denge ve denetim mekanizmalarının önemini vurgulamıştır. Buradan da anlaşılacağı gibi, anayasal denge ve denetim mekanizmalarının asıl amacı devlet erklerinin birleşmesinden doğacak keyfiliğe engel olmaktır. Anayasal denge ve denetim mekanizmaları, bireylerin açık, saydam ve hesap verebilir siyasi iktidarlarla yönetilmesini güvence altına alarak, otorite-özgürlük dengesini koruyan bir işleve sahiptir. 
Denge ve denetim mekanizması demek, demokrasinin özüdür. Milli egemenliğin, oy çokluğuyla iktidara taşıdığı kişi ve kurumların yine demokrasinin en önemli ilkelerinden çoğulculuğu da sağlayabilmesi için olmazsa olmazların başında bu mekanizmalar gelmektedir. Aksi durumda çoğunluğun yönetmesi söz konusudur. Bir de yönetim hakkı tek kişiye veriliyorsa doğrudan monokrasi yaşama geçirilmiş demektir. Getirilmek istenen değişiklikle Bakanları ve Bakanlar Kurulu'nu denetleme hak ve yetkisi, TBMM’nin elinden alınmaktadır. Başka bir ifadeyle Meclis'e hesap verme söz konusu değildir. Denetlemenin en önemli unsurlarından gensoru kurumu kaldırılmıştır. Bu noktada unutulmaması gereken ise Meclis Araştırması, Soru Önergesi ve Genel Görüşmenin, Meclis'in denetlemeden ziyade, bilgi edinme yöntemlerinden olduğudur. Yani Bakanların, Cumhurbaşkanı'nın uygulamalarıyla ilgili Meclis en önemli denetim mekanizmasından mahrum bırakılmıştır. Doğal olarak Bakanlar, doğrudan kendisini atayan
Cumhurbaşkanı'na karşı sorumlu kılınmıştır. Cumhurbaşkanı onları atayacak, görevden alacak; ama, milletin seçtiği bir başka kurum TBMM'nin böyle bir yetkisi olmayacaktır.
Getirilmek istenen sistemde yaşanması olası tıkanma ve krizler, parlamenter sistemin yaşadığı ve daha kolay düzenlemelerle çözülebilecek tıkanma ve krizlerden defalarca kez daha sorunlu olacaktır. Örneğin; Cumhurbaşkanı'nın ilk turda seçilemediği ve ikinci turda geçerli oyların salt çoğunluyla seçildiğini düşünelim. Bu oran yüzde 60 olabileceği gibi 40 ya da 30'a da denk gelebilir. Aynı anda parlamentoda ise seçim barajına takılmalar olsa dahi yüzde 80 ya da 90 gibi bir temsil oranı söz konusu olacaktır. Bu durumda, temsil gücü hangi kurumun daha yüksektir? Ayrıca; bu durumda Meclis'e neredeyse hemen hemen hiç yetki verilmemesi, sistem daha başlamadan kriz doğması demektir. Başka bir açıdan bakılırsa Cumhurbaşkanı ilk turda seçilemezse aynı gün seçimi yapılmış Meclis'in aritmetiği ortaya çıkmış olacaktır. Cumhurbaşkanı bu aritmetiğe uymayan bir kişi olursa yasama yetkisi nasıl kullanılacaktır? Bakanlar, millet iradesinin Meclis'te tecelli etmiş biçiminden aykırı kişilerden seçilirse halk egemenliğinden nasıl bahsedilecektir? Bir de bu durumun üzerine Cumhurbaşkanı, Bakanlıkların sayısını istediği gibi takdir edebilecek, "Bakanlıkların Kuruluş Kanunu" diyeceğimiz kanunlar yerine kararnameyle yani tek kişinin imzasıyla ve dilediği gibi Bakanlık ihdas edebilecek; yetkilerini, idari teşkilatını, bölge müdürlüklerini, hangi bölgede disiplin işlerine kadar bütün idari yapının devlet yapısını bu Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle belirleyebilecektir. Devlet tek bir kişinin imzasıyla üstelik denetlenemeyen tek kişinin imzasıyla düzenlenebilecektir. Bunun teknik olarak karşılığı, yasama yetkisinin bir kişiye devredilmesidir. Düzenleme, 1982 Anayasası’nın 7’nci maddesinde belirtilen “Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez.” hükmüne açıkça aykırılık taşımaktadır. 
Bu noktaya kadar sayılan kadar hak ve yetkilere sahip Cumhurbaşkanı karşısında herhangi bir denge-denetim mekanizmasının olmamasının yanında, Cumhurbaşkanı'nın yargılanamayacak olması ayrı bir sorunlu noktadır. Değişiklik teklifinde, Cumhurbaşkanı'nın yargılanmasına dair neredeyse imkansız koşullar sıralanmıştır. Öncelikle şunu belirtmekte yarar vardır: Sembolik bir Cumhurbaşkanı'nın olduğu sistemlerde, yargılanmasının nitelikli hükümlere bağlı olması normal karşılanabilir. Çünkü yetkileri ve siyasi sorumluluğu olan Başbakan ve Bakanların yargılanması esastır. Gelen teklifte ise hak ve yetkilerle donatılmış bir Cumhurbaşkanı'nın yargılanamamasından bahsediyoruz. 1982 Anayasası'nda dahi hak ve yetkilerinin fazla olduğunu savunduğumuz Cumhurbaşkanı'na, bundan kat be kat daha fazla, üstelik yasama, yürütme ve yargı kuvvetlerini şahsında birleştiren hak ve yetkileri verdikten sonra yargılanmasının neredeyse imkansız hale getirilmesi demokrasinin ve hukuk devletinin ruhuna aykırı bir yaklaşımdır. Benzeri tutum Bakanların yargılanması konusunda da izlenmiştir. Mevcut Anayasa'da bir Bakan'ın göreviyle ilgili herhangi bir suç nedeniyle suçlandırılmak istenirse 550 milletvekili olan TBMM'nin yüzde 10’u, yani 55 milletvekili Meclis soruşturması isteyebilmekte (Anayasa 100'üncü madde); Genel Kurula katılan milletvekillerinin salt çoğunluğuyla (bu 139 bile olabilir) komisyon kurulması ve soruşturma yapılması kararı alınabilmekte; soruşturma komisyonunun çalışmalarını bitirmesinden sonra Yüce Divana sevk için salt çoğunluk (276) gerekmektedir. Peki, AKP'nin teklifi bu konuda neyi öngörmektedir? Cumhurbaşkanı, cumhurbaşkanı yardımcısı ve bakanların suçları nedeniyle meclis soruşturması talep edilebilmesi için önce Meclis üye tamsayısının salt çoğunluğu gerekmektedir. Başka bir ifadeyle 600 milletvekilinden 301'inin bu yönde talebi olmalıdır. Bu gerçekleşirse Meclis soruşturması açılması için beşte üç çoğunluk aranacaktır. Başka bir ifadeyle 360 kişi evet dediği durumda soruşturma açılabilecektir. Yüce Divana sevk etmek için ise üçte iki çoğunluk yani 400 milletvekili gerekmektedir. Görev süresi dolduktan sonra da geçerli olacak bu düzenleme, darbecilerin kendilerinin yargılanmaması için Anayasaya eklettikleri geçici maddeleri andırmaktadır. Düzenlemeye göre Cumhurbaşkanı, mevcut başbakan ve bakanların tüm yetkileri ve onlara yasama dahil bir çok ilave yetkiyi kullanabilecek, ama sorumluluğu başbakan ve bakanların bugünkü sorumluluğundan daha hafif olacaktır. Ayrıca cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanlar da aynı koruma zırhına büründürülmüştür.
Bu düzenleme ile Cumhurbaşkanı, herkese dokunabilen, her yeri düzenleyebilme hak ve yetkisine sahip olan ancak kendisine dokunulamayan bir kadir-i mutlak şahsiyet olacaktır. 
Cumhurbaşkanı tüm bu hak ve yetkilere sahip olacak; ama, yargılanamayacaktır. Sitemin getirmek istediği bir başka çarpıklık ise bahsi geçen bu Cumhurbaşkanı'nın bir siyasi yapıya resmen dahil olabilme hakkıyla tarafsızlığını kaybetmesidir. Sunulan teklif, Cumhurbaşkanı'nın siyasi partisiyle resmi bağ kurabilmesini sağlamaktadır. Yemininde "tarafsızlık" ibaresinin çıkarılmadığı ve gerek Anayasaya gerekse bu anlamda yeminine aykırı bir düzenleme ile karşı karşıyayız. Geçtiğimiz dönemlerde, partilerin iç işlerine karışmak isteyen Cumhurbaşkanları söz konusu olmuştur. Ancak; sistemin buna izin vermemesi sonucu, bu durum gerçekleşememiştir. Bu anlamda sistemde sigorta görevi gören bir düzenleme daha çıkarılmaktadır. Taraflı ya da partili bir Cumhurbaşkanı'nın birçok açıdan sorunlu olacağı açıktır. Öncelikle Türkiye gibi disiplinli siyasi partilerin olduğu bir ülkede partili Cumhurbaşkanı partisi kanalıyla tüm güçleri elinde toplayabilme olanağı kazanır. Genel başkan olarak milletvekili listesi yapabilme, partisinin grup başkanı olarak parti grubunu kontrol edebilme imkanına sahip olacaktır. Bu durum fiilen yasamayı da kontrol demektir. Böyle bir Cumhurbaşkanı milletin birliği ve bütünlüğü nasıl temsil edecektir? Ancak, üyesi ya da genel başkanı olduğu partinin birliğini ve bütünlüğünü temsil edebilir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, tarihi ve toplumsal gerçekliği, sahip olduğu yönetim gelenekleriyle üniter (tekçi) devlet yapısı olan, tüm kurum, kuruluş ve örgütlenmesi bu yapıya göre gerçekleşen bir devlettir. AKP'nin getirdiği teklif ise doğrudan bu yapıyı risk altına sokmaktadır. Cumhurbaşkanına kararnameler yoluyla yasama yetkisine ortak olup, idari alanda sınırları belirsiz ve geniş bir düzenleme yapma yetkisi veren bu teklif, üniter yapıyı tehdit edecek şekilde kötüye kullanılmaya açık bir durum yaratmıştır. Başka bir deyişle bu yetkiler pekala federasyonun alt yapısını oluşturmak üzere kullanılabilir.
Sistem, yasama yürütme ilişkisi açısından Cumhurbaşkanının yasama organını istediği gibi belirleyebilmesi ve kontrol edebilmesi mantığına göre düzenlenmiştir. Öncelikle TBMM seçimi ile Cumhurbaşkanı seçimi aynı anda yapılmak suretiyle Cumhurbaşkanına uygun bir Meclis oluşturulmak istenmektedir. Amaç seçmeni aynı anda hem Cumhurbaşkanını, hem de onun partisini seçmeye yönlendirmektir. Partili Cumhurbaşkanının milletvekili listesi yapma imkanını da eklediğimizde bu durum Cumhurbaşkanına TBMM çoğunluğunu da kontrol yetkisi vermektir. Hiçbir demokratik başkanlık sisteminde Meclis ile Başkan aynı anda seçilmez. Seçim tarihlerinin farklı olması başkanlık rejimlerinde kuvvetler ayrılığının güvencesidir. 
TBMM’nin yasama tekeli de kaldırılmaktadır. Cumhurbaşkanı kararname yetkisiyle fiilen yasamaya ortak edilmektedir. Milletin seçimle gelen temsilcilerinden oluşan Meclislerin yasa yapma tekelini ellerinde bulundurması, egemenliğin saraydan alınıp halka verilmesini ifade eder. Bu aynı zamanda fermandan kanuna geçme sürecidir. Derin tarihsel mücadeleleri bünyesinde barındırmaktadır. Fermandan kanuna geçiş sürecinin göstergesi olan yasamayı tek bir kişiye devretmek, egemenliğin halktan/Meclis'ten alınarak tekrar saraya teslim edilmesi; kanundan fermana dönülmesi anlamına gelmektedir. Cumhurbaşkanı bütün toplum ve devlet düzenini kararnamelerle düzenleyebilme imkanına sahip olmaktadır. Her ne kadar TBMM aynı konuda kanun çıkarırsa kararname hükümsüz kalacak deniyorsa da sistem tam aksini sağlayacak şekilde kurgulanmıştır. Cumhurbaşkanına verilen veto yetkisi Meclisi bloke etme aracı olarak kullanılacaktır. Veto edilen bir yasa ancak salt çoğunlukla (301) yeniden kabul edilebilecektir. Partili sıfatıyla parlamentoyu da kontrol imkanını eline geçiren Cumhurbaşkanı, veto ettiği yasaların salt çoğunlukla çıkmasını engelleyerek sistemi kararnamelerle yönetmeye açık halde tutabilecektir.
Yasamayı yürütmenin emrine sokan diğer bir düzenleme Meclisi fesih yetkisidir. Halk tarafından seçilen ve her zaman temsil gücü Cumhurbaşkanından daha geniş olan TBMM, Cumhurbaşkanı tarafından hiçbir gerekçe gösterilmeksizin fesih edilebilecektir. Hiçbir demokratik başkanlık sisteminde başkanlara fesih yetkisi tanınmaz. Fesih yetkisi Cumhurbaşkanının Meclisi fesih tehdidi ile kesin olarak kontrolünü sağlamaya dönük bir araçtır. Örneğin Cumhurbaşkanı veto ettiği yasayı salt çoğunlukla geçirmek isteyen, bütün engellemelere rağmen kendisini denetlemeye çalışan Meclisten bu yolla kurutulmak isteyebilir. Ya da Cumhurbaşkanının suç işlediği iddiasıyla 301 imzayla meclis soruşturması açılmasını isteyen Meclisi henüz soruşturma açılmasına karar vermeden fesih ederek kurtulabilir. Giyotin sistemi diye tarif edilen birlikte-karşılıklı fesih de denge unsuru olmaktan uzaktır. Çünkü Cumhurbaşkanı bu yetkisi tek başına kullanırken Meclis ancak beşte üç çoğunlukla seçimlerin yenilenmesine karar verebilecektir. Bu sistem giyotin sistemi değil, olsa olsa Cumhurbaşkanının eline verilmiş tek taraflı satır sistemidir. Kaldı ki karşılıklı ve birlikte olsa dahi Cumhurbaşkanının meşruiyetini doğrudan halktan alan Meclisi fesih yetkisi neden olsun? Bu açıkça Cumhurbaşkanına Meclisi fesih tehdidiyle kontrol imkanı veren bir mekanizmadır. Yasamayı yürütme emrine sokma aracıdır.
Kuvvetler ayrılığı teorisi, anayasacılığın en temel ve en eski teorisidir. Kuvvetler ayrılığının olmadığı yerde, şeklen bir metin olsa da bu “anayasa” olamaz. Kuvvetler ayrılığının olmadığı bir devlet ise “anayasal devlet” değildir. Bu nedenledir ki "suiistimalci anayasa, sahte anayasa, tuzak anayasa" gibi kavramlar türetilmiştir. Bu konuda en net ifadelerden biri 16 Ağustos 1789 tarihli Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesinin 16’ncı maddesinde şu şekildedir: “Hakların güvence altına alınmadığı ve kuvvetler ayrılığının olmadığı bir toplumda anayasa yoktur.”
Anayasa hukuku teorisinde kuvvetler ayrılığına veya birliğine göre hükümet sitemleri açıklanırken, yasama-yürütme organları arasındaki ilişkilere bakılmakta ve ayrım buna göre yapılmaktadır. Yargı organı burada bir ölçüt değildir. Çünkü onun her hâlükârda bağımsız olması gerektiği kabul edilmektedir. Hangi hükümet sistemi tercih edilirse edilsin, sistemin demokratik olması için yargının bağımsı olması şarttır. 
Yargı bağımsızlığının olmazsa olmaz birinci koşulu, bir bütün olarak kurumsal açıdan yargının yürütmeden bağımsızlığının sağlanması; ikincisi ise bireysel olarak Hâkim ve Cumhuriyet Savcılarının bağımsız davranmasını sağlayacak (göreve girme ve görevde yükselmede nesnel değerlendirme, mali güvenceler, görevden alınmama, görev süreleri vb) güvencelerin olmasıdır. 
Teklifte yargı da tamamen tek adamın, Cumhurbaşkanının kontrolü altına sokulmaktadır. Yargının en üst kurulu olan Hakimler ve Savcılar Kurulunun 13 üyesinin 6 tanesi (biri Adalet Bakanı, biri Adalet Bakanlığı Müsteşarı ve dört üyesi) doğrudan Cumhurbaşkanı tarafından atanmaktadır. Kalan 7 üye de Cumhurbaşkanının kontrol edeceği Meclis çoğunluğu tarafından belirlenecektir. Böylece tüm yargı düzenini kuracak en üst kurul tek kişinin iradesine göre şekillenecektir. Cumhurbaşkanı ayrıca Anayasa Mahkemesinin 15 üyesinin 12’sini doğrudan üçünü de kontrol ettiği TBMM çoğunluğu aracılığıyla, Danıştay üyelerinin ¼’ünü, Yargıtay Başsavcısı ve Başsavcı vekilini doğrudan atayacaktır. Danıştayın kalan üyeleri ile Yargıtay üyeleri de Cumhurbaşkanının belirlediği Hakimler ve Savcılar Kurulu tarafından atanacaktır. (Teklifte Anayasa Mahkemesi, Danıştay ve Yargıtay seçimlerine ilişkin yeni bir hüküm olmamakla birlikte, yetkileri artırılan ve tek başına yürütmenin başına getirilen yeni bir Cumhurbaşkanı tarif edilmiş olması nedeniyle bu eski düzenlemedeki yetkilerin yeniden ele alınıp kaldırılması zorunluydu.) Bu durum bütün yüksek yargı ve yargı teşkilatının kontrolünü bir kişinin eline vermek demektir. Böyle bir yargının kendisini tayin eden Cumhurbaşkanını denetleyeceğini, yargılayabileceğini, kontrol edebileceğini kabul etmek için herhalde teklif sahiplerinin ruh hali içinde olmak gerekir!Sistem yargıyı doğrudan doğruya Cumhurbaşkanının kontrolüne vermek üzere kurgulanmıştır.
AKP'nin getirdiği ve ismine Cumhurbaşkanlığı dediği sistemin gerekçesinde en önemli siyasi söylemlerden biri, "istikrar" ve "koalisyonların biteceği" sözleridir. Öncelikle şunun belirtilmesinde yarar vardır. Önemli olan demokratik sistemin istikrarlı olmasıdır. Yani, asıl önemli olan siyasi iktidar istikrarı ve hükümet sayısı değildir. Kaldı ki hükümet sayısı istikrar ölçüsü alınsa bile tek başına AKP iktidarlarının olduğu 14 yılda, tam 8 farklı hükümet kurulmuştur. Demokrasilerde etkin ve istikrarlı yönetimler, bir yandan anayasal yetki sınırları içinde öngörülebilirlik ve demokratik hesap verilebilirlik özelliklerini taşırken, diğer yandan mevcut ülke sorunlarına demokratik yöntemlerle çözüm üretebilenlerdir. Yine, siyasi istikrar koalisyon ilişkisi konusunda da yanılıcı bilgiler verilmektedir. 1982 Anayasası yürürlüğe girdiğinden beri geçen 34 yılda yalnızca 1991-2002 yılları arasındaki on bir yılda koalisyonlar olmuştur. Geriye kalan yirmi üç yılda ise tek parti iktidarlarının yönetimi söz konusudur. 1982 Anayasası'nın yürürlükte olduğu sürecin sadece üçte birinde koalisyonlar, üçte ikisinde ise tek başına iktidarlar mevcuttur. Başka bir ifadeyle Türkiye koalisyonlarla yönetildi ve koalisyonlar nedeniyle kötü yönetildi ifadelerinin gerçekle ilgisi bulunmamaktadır. Koalisyonların son bulacağı da gerçeğe aykırı bir söylemdir. Kimi özellikleri itibariyle başkanlığı andıran, "hiper başkanlık, süper başkanlık, patronlu başkanlık" gibi isimler verilen ve demokrasiden daha çok otoriterlikle ilişkilendirilen pek çok Latin Amerika ve Afrika ülkelerinde koalisyonlar bulunmaktadır. Bunun AKP'nin getirdiği teklifle Türkiye'de de olmaması için hiçbir gerekçe yoktur. Özellikle Türkiye gibi kutuplaşmış; etnik ve mezhepsel ayrımların bulunduğu ülkeler için bir uzlaşma, anlaşma, mutabakat dönemi de olabilmektedir. Koalisyonlar döneminde ekonomik krizler yaşandığı doğrudur. Ülkemiz, 14 yıldır tek başına iktidarlar ile yönetilmektedir. Peki, şu an içinde bulunduğumuz ekonomik durum, bizzat Cumhurbaşkanı ve Hükümet temsilcileri tarafından kriz olarak adlandırılmaktadır. İnsan hakları, temel hak ve özgürlükler, basın ve ifade özgürlüğünde gelinen durum; yine terörün ülkemizi içine soktuğu hazin tablonun sorumlusu koalisyonlar mıdır? Türkiye’de Anayasa’yla ilgili en önemli demokratik değişim ve dönüşümlerin koalisyon dönemlerinde olduğu da ayrı bir gerçekliktir.
Buraya kadar saydığımız gerekçeler, AKP'nin getirdiği anayasa değişikliği teklifinin kuvvetler birliğini öngördüğünü, bu kuvvetler birliğinin yürütmenin altında birleştiğini, bunun teknik ifadesinin dikta rejimi olduğu, dikta rejiminin Anayasa'nın başlangıç kısmında belirtilen kuvvetler ayrılığı ilkesine ve demokratik cumhuriyete aykırı olduğu açıktır. Aynı biçimde, muasır medeniyetler seviyesinin üstünü hedeflemiş Türkiye için ise siyasi bir geri gidişin ifadesidir.
AKP'nin getirmek istediği ve ismine ülkemizde siyasi destek bulmak amacıyla Cumhurbaşkanlığı dediği sistemin Başkanlık olduğu bizzat kendileri tarafından Anayasa Komisyonu'nda dile getirilmiştir. Yalnız, bu sistemin demokratik bir Başkanlık sistemiyle uzaktan yakından ilgisi bulunmamaktadır. Bunun için en önemli ölçüt, Amerika Birleşik Devletleri'dir (ABD). Demokratik Başkanlık sisteminin örneğini teşkil eden ABD'de uygulanan sistem ile Türkiye'ye getirilmek istenen sistem özü ve biçimi taban tabana zıttır. Katı ve hatta parlamenter sistemden daha sert kuvvetler ayrımı üzerinde biçimlenen Başkanlık sistemi örneği olan ABD'de ne yürütme organı yasamayı ne de yasama organı yürütmeyi fesih edebilmektedir. Başkan, kanun çıkaramamaktadır. Kanun çıkarmak için Kongre'ye ihtiyaç duymaktadır. Yani Kongre ile uzlaşmak, anlaşmak zorundadır ki bu da siyasi bir denge demektir. Yasama ve yürütme, denge ve denetim mekanizmaları nedeniyle çalışmalarında birbirine engel çıkarabilmektedir. Bu nedenle uyumlu olmak ve anlaşmak zorunluluğu vardır; ama, kesinlikle bir kuvvet diğerini imha edememektedir. 
ABD'de gerek Bakanların gerekse üst düzey bürokratların atamasının tamamına yakını Senato onayına tabidir. Amerikan Anayasası'nın 2'nci maddesinin 2'nci fıkrasının 2'nci paragrafı şöyle demektedir: "Başkan, büyükelçileri, elçileri, konsolosları, Yüksek Mahkeme hâkimlerini, işbu anayasanın öngörmediği/düzenlemediği ve bilahare diğer kanunlarla düzenlenecek memurları inha, Senato'nun 'tavsiye ve onayını' aldıktan sonra da tayin eder." Başkan'ın önerdiği adaylar arasında Yüce Mahkeme'ye üye atanmasından, bakan yardımcılarının, bakanlık müsteşarlarının, bağımsız idari otoritelerin başkanlarının, bağımsız düzenleyici kurulların başkan ve üyelerinin seçimine, konsolosların, büyükelçilerin atanmasına kadar kamunun birçok alanında atamalarda son karar/onay mercii Kongre, hatta özelde Senato'dur. Kongre, bir yasama döneminde yaklaşık 1200-1400 arası üst düzey atamaya onay vermektedir. 
Bakanlıklar, kamu kurum ve kuruluşları, kurullar ve benzeri merciler; etkinlikleri, harcamaları ve giderleri üzerine ayrıntılı raporlar hazırlayarak Kongre'ye bir anlamda hesap vermektedir. Ayrıca Kongre, Hükümet yetkilileri üzerinde denetleme yetkisine sahiptir. Bunun için Hükümet yetkililerini dinlemek amacıyla komisyonlarda duruşmalar gerçekleşmektedir. Bu komisyonlarda uzmanlardan yararlanılarak elde edilen sonuçları kamuya açıklamaktadır. İfade vermekten kaçınan ya da yanlış bilgi veren temsilciler, Kongre'ye hakaret etmek ve yalan tanıklık yapmakla suçlanılmaktadır ki bunun cezai sorumluluğu vardır.
Bütçeler, ABD yönetiminde özel öneme sahiptir. ABD’nin hükümet sisteminin en özgün yanlarından birisi bütçe sürecidir. Gerek parlamenter sistemde gerekse yarı-başkanlık sisteminde bütçelerde hükümetlerin ağırlığı çok fazladır. Ancak ABD’de durum bunun tersidir. ABD’de bütçe, yürütmenin empoze ettiği tek bir metin değil, tam tersine Kongre’de başlayıp parçaların tek tek eklendiği ve nihayetinde Kongre’de biten karmaşık bir süreçtir. Yani ABD'de bütçenin temel aktörü Kongre'dir. Kongre'nin belirlediği ilkeler ve ölçüler doğrultusunda kurumların bütçelerinin hazırlanması söz konusudur. Başkan'ın teklif ettiği bütçe reddedilebilir ve bu durumda Başkan harcama yetkisine sahip olamamaktadır. 
Milli savunma ve dış politikanın denetimi de ABD'de çok önemlidir. Senato'da, ABD'nin askeri faaliyetlerini, harcamalarını ve atamalarını yakından ve çok sıkı takip eden, denetleyen ve yönlendiren bir Silahlı Kuvvetler Komisyonu bulunmaktadır. Yine Dış İlişkiler Komisyonu; gümrük yönetimi, dış politikaya dair istihbarat, uluslararası finans kurumları ve uluslararası balıkçılık anlaşmaları ile ilgili kanunlar, programlar ve idarenin işlemlerini izlemekle görevlidir. 
Başkanlık sisteminin ABD'de başarılı olmasının nedenleri tarihi ve toplumsal gerekçelere dayanmaktadır. ABD'nin kuruluş felsefesi ve buna uygun eyalet sistemi başarıyı sağlamaktadır. Çünkü asıl yetki eyaletlere teslim edilmiştir ve Başkan, istese dahi otoriterleşemez. Eyalet sistemi, denge ve denetim mekanizmaları bunu garantiye almaktadır. Bu anlamda Başkanlık özentileri ve eğilimleri, ülkelerin kendi tarihsel ve toplumsal gerçekliğiyle örtüşmelidir. ABD'yi örnek alarak Latin Amerika ülkelerinin çoğunda Başkanlık sistemi uygulandığı bilinmekle birlikte, bu ülkeler şu an parlamenter sisteme geçmeyi tartışmaktadırlar. Ayrıca dünyada, Başkanlık sisteminin krizleri ve açmazları en yoğun tartışma konularının başında gelmektedir. 
ABD'de uygulanan Başkanlık sistemine dair verilen örnekler ile AKP'nin getirdiği yeni rejim teklifi karşılaştırıldığında, demokratik bir Başkanlık sistemiyle ilgisi olmadığı açıktır.
Fransız Anayasa Hukukçusu ve siyaset bilimci Maurice Duverger; “Demokrasisi güçlü olmayan devletler için başkanlık sistemi bir çılgınlıktır. Kendisini bir programa bağlamayan ve kimseye sonuçta hesap vermek zorunda olmayan bir başkan popülist bir demagog olur. Böyle bir sistem, yerine getirilemeyen seçim vaatlerinin sürekli katlandığı bir oyun ve güçsüz bir parlamentoyu bir demagogla baş başa bırakmak demektir. Sonuç diktatörlüktür.” diyerek, içinde bulunduğumuz durumun tam olarak özetini sunmuştur.
Buraya kadar belirtilenler dışında, anayasa konusunun tartışılması için mevcut koşulları da tespit etmekte yarar vardır. Ülkemiz, tarihinin en büyük terör eylemleriyle karşı karşıyadır. Gün geçmiyor ki çeşitli saldırılarda güvenlik güçlerimiz şehit olmasın, sivil yurttaşlarımız yaşamını kaybetmesin. 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında ilân edilen OHAL, FETÖ ile mücadele görüntüsünden oldukça uzak, keyfi uygulamalara imza atmanın kılıfı olmuştur. Şu an görüntü, OHAL ile muhaliflerin susturulması biçimindedir. Ekonominin "tulumbada su bitti" gibi trajikomik bir ifadeyle dibe vurduğu kayda geçirilmiştir. "Yurtta sulh, cihanda sulh" gibi tüm dünyaya miras olan Atatürk'ün dış politikası terk edilmiş; sonucunda gencecik evlatlarımız, haritada bile yerini bilmedikleri topraklarda şehit düşmektedir. Üstelik bu çarpık, mezhepçi temelli dış politika hepten çökmüş ve bu çöküş Moskova Bildirgesi ile imza altına alınmıştır. Çocuklara taciz, kadına şiddet, cezaevlerindeki doluluk tarihi zirvesindedir. Hukuk, yerle yeksan olmuş; bizzat adaleti tecelli ettirecek Hâkimler ve Cumhuriyet Savcılarının önemli bir kısmı, hukuk fakültesi öğrencilerinin çoğu hukuka güvenmediğini beyan etmiştir. Reform ismiyle sunulan ve "Fethullah Gülen Cemaati" ile birlikte organize edilen 2010 Halkoylaması sonucunda kurulan yapı, yine reform çığlıklarıyla değiştirilmektedir. Hukukun Üstünlüğü Endeksi'nde dünyada 113 ülke arasında maalesef Tanzanya, Zambiya, Kırgızistan, Nijerya, Guatemala, İran gibi ülkelerin gerisinde ve 99'uncu sırada bulunmaktayız. Böyle bir ülke tablosunda, devleti yönetenlerin öncelikli görevinin egemenliği bir kişiye devredecek düzenlemelerle uğraşmak olmayacağı kesindir. Ayrıca; bu değişiklik paketinin, olası Meclis Genel Kurulundan geçmesi durumunda propagandalar nasıl yapılacaktır? Devletin tüm olanaklarının seferber edildiği bir "evet" cephesi karşısında, OHAL koşulları içinde "hayır" demeye çalışmak bile böyle bir anayasa değişikliğinin tartışılmasını olanaksız kılmaktadır. 
Unutulmasın ki siyasi partilerin mutfaklarında anayasa yapılmaz. Mümkün olan en geniş mutabakat ve tartışma zeminiyle bu görüşmeler yapılmak zorundadır. Oysa bu anayasa değişikliğinin hazırlanmasında biri hariç diğer muhalefet partilerinin, demokratik kitle örgütlerinin, ilgili meslek odalarının, baroların görüşleri alınmamış uzlaşma aranmamıştır. Yalnızca bununla da sınırlı kalınmamış, Anayasa Komisyonu'nda teklife ilişkin genel görüşmelerde toplam 150 milletvekili tarafından söz talep edilmesine karşın, 20 milletvekili konuştuktan sonra yeterlilik önergesiyle genel görüşmelere son verilmiştir. Parti ayırt etmeksizin toplam 130 milletvekili geneliyle ilgili söz istediği halde konuşturulmamıştır. Bahsedilen tabloda bir anayasa tartışılamayacağı ve tablodan sağlıklı sonuçlar doğmayacağı nettir. Geldiğimiz sonuç: "Türkiye'de anayasa yapımı için gerekli koşullar yoktur!"
Dünyanın gelişim çizgisi demokrasinin, insan hakları ve özgürlüklerin önündeki engellerin kaldırılması yönündedir. Bu yönde ilerleyiş için en ideal sistem, Türkiye gerçekleri de göz önünde bulundurulduğunda parlamenter sistemdir. Türkiye, 1982 Anayasası'nın ilk üç maddesinde yazan ve ortak değerlerimiz olan tarihi ve toplumsal gerçeklerimizden sapma göstererek, onların içini boşaltan, özünde zedelemeler yapan düzenlemelerden uzak durmalıdır. Anayasanın ilk üç maddesi ya da Türkiye'nin üniter yapısı, bir günde bulunmuş, masa başında hazırlanmış birkaç cümleden ibaret değildir. Tarihin süzgecinden geçerek, verilen mücadeleler ve bedellerle yaşadığımız olaylarla bugünlere gelinmiştir. Türkiye, her şeye karşın bir Ortadoğu ülkesi olmadıysa ya da çok sayıda ekonomik badireye rağmen iflas etmediyse işte bu sağlam temellerin sayesindedir. Bu nedenle Türkiye'nin geleceği; demokrasi yolunda büyük adımlar atmış, Cumhuriyeti ve üniter yapısını koruyan, barış temelli politikaların merkezi olan, sorunlarını çözmüş bir parlamenter sistemdedir. Yüzümüzü döndüğümüz muasır medeniyetler seviyesinin üstü hedefi açısından da gerçeklik bu yöndedir. 
Freedom House 2015 verilerine göre, tam demokratik kabul edilen 49 ülkeden 6'sı başkanlık, 6'sı yarı başkanlık, 3'ü meclis hükümeti ve 34'ü parlamenter sistemle yönetilmektedir. Araştırmacıların büyük kısmı, parlamenter sistemin demokrasiyi destekleyen kurumsal bir altyapı sunduğunu kabul etmektedir. Araştırmacılar 1946-1999 yılları arasında 135 ülkeden toplanan verileri değerlendirdiğinde Başkanlık sistemlerinde muhtemel demokrasini ömrünü 20 yıl olarak tespit etmişlerdir. Ortalama 20 yılda bir her 23 başkanlık rejiminden birinin çökerek, bir tür diktatörlüğe dönüştüğü sonucuna ulaşmışlardır. Demokrasinin Parlamenter sistemde ortalama çöküş süresi ise 71 yıl olarak ölçülmüştür. Ayrıca Başkanlık sisteminde her 23 ülkeden biri diktatörlüğe dönüşmekteyken, Parlamenter sistemlerde bu rakam her 58'den birdir. Üstelik, AKP'nin rejimi değiştirmek isteyen teklifini meşrulaştırmak için kullandığı "koalisyon kötüdür" benzetmesi, hiç bir biçimde gerçeği yansıtmamaktadır. Koalisyon hükümetleri çoğu Batı Avrupa toplumunda demokratik yönetim sürecinin temel unsurudur. II. Dünya Savaşı sonrasından 1980 sonlarına kadar 12 Avrupa ülkesinde (Almanya, Avusturya, Belçika, Danimarka, Finlandiya, Hollanda, İrlanda, İsveç, İtalya, İzlanda, Lüksemburg, Norveç) kurulan 218 hükümetin 131'i koalisyon (%62), 73'ü azınlık (%33) ve sadece 14'ü tek parti (%6) hükümetidir. Üstelik İtalya, Almanya, Danimarka, Finlandiya, Hollanda, İzlanda ve Lüksemburg'da bu süreçte hiç tek parti hükümeti kurulmamıştır. Çoğu, dünyanın en gelişmiş ülkeleri kategorilerinde üst sıralarda olan bu ülkelerin istikrarsız olduğu, ekonomisinin ve demokrasisinin gelişmediği ileri sürülebilir mi? Korkulması gereken parlamenter sistem ya da koalisyonlar değil, demokrasinin kaybedilmesi ve milli iradenin kontrolsüz tek kişinin keyfine terk edilmesidir.
Peki, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ne öneriyor? Tarihten günümüze gelen süreçte, CHP'nin tavrı nettir. Türkiye’nin parlamenter sistemi güçlendiren, güçler ayrılığı ilkesini ve hukukun üstünlüğünü egemen kılan, özgürlükçü bir anayasal sisteme ve birinci sınıf demokrasiye ihtiyacı bulunmaktadır. Fiilen anayasayı askıya alan otoriterliğe karşı, Cumhurbaşkanlığını parlamenter sistemin tanımladığı sınırlar içine alacak reformlar yapılmalıdır. Bunu sağlamak için darbe yasaları ve onun kurumları ortadan kaldırılmalıdır. Hak ve özgürlükleri evrensel standartlara taşıyacak yasal düzenlemeler hayata geçirilmelidir. Sosyal devlet ilkesi güçlendirilmeli ve yoksulluğa karşı korunma anayasal güvenceye kavuşturulmalıdır.
“Darbelerle hesaplaşacağız” diyerek iktidara gelenler, bugün iktidarlarını korumak için darbe hukukunun tüm baskıcı araçlarından istifade etmekte, 15 Temmuz sonrasındaki OHAL süreciyle de bunu pekiştirmektedir. Gerçekten demokratikleşme gibi bir hedefi olan siyasi iktidarın, hem de 14 yıldır tek başına iktidar olduğunu düşünüldüğünde, seçim barajını neden kaldırmadığı, Siyasi Partiler Kanunu'nda neden demokratikleşme yönünde düzenlemelere gitmediği büyük bir soru işaretidir. 
Yargının baştan ele alınması ve bu temelde HSYK’nın yeniden yapılandırılması ihtiyacı bir gerçekliktir. Yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı güvence altına alınmalıdır. Temel hedefi insan haklarının korunması olan, nitelikli bir yargı düzeninin kurulması için düzenlemeler yapılmalıdır. HSYK, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay gibi yüksek yargı kurulları ve yüksek mahkemelerin oluşumunda yürütme etkisini kaldıracak, bağımsızlığı sağlayacak kurumsal düzenlemelere ihtiyaç vardır. Yargı bağımsızlığını ağlamadan demokratik bir sistem kurmak mümkün olamaz.
Türkiye birinci sınıf demokrasiyi hak etmektedir. Bunun için özgürlükleri genişleterek; çoğulculuğu tesis ederek; parlamenter sistemi güçlendirerek; parlamenter denetim mekanizmalarını etkin kılarak; yargının gerçek anlamda bağımsızlığını ve tarafsızlığını sağlayarak; yargı düzeninin niteliğini yükselterek; sivil toplumu güçlendirerek; örgütlülüğü destekleyerek; laikliği ısrarla savunmaya devam ederek; basınla değil, basının sesini kısmaya çalışanlarla mücadele ederek; şeffaflığı devletin her kademesine hâkim kılarak; siyasete egemen kılınmaya çalışılan kavga dilinin karşısına, uzlaşı kültürünü koyarak; kadın haklarını, kadınlarla beraber savunarak doğru yolda ilerlemelidir. 
Özgürlükçü ve çoğulcu demokrasinin, hukuk devletinin, temelinde insan hakları bulunan bir düzenin inşa edilebileceği yer TBMM'dir. Kurtuluş Savaşı’nı yöneten Meclis, Türkiye’nin haklar, özgürlükler ve hukukun üstünlüğü vizyonu ile yeniden kuruluşunun da merkezi olmalıdır. Türkiye’de demokrasinin sarayı TBMM'dir, başka saraylara ihtiyaç yoktur. Bu gerekçeyle milli iradenin mabedi ve demokrasinin güç merkezi olan TBMM öne çıkarılmalıdır. Yasa tasarılarının ve tekliflerinin yasama organında ve ulusal kamuoyunda yeterince tartışıldıktan sonra kabul edilmesine özen gösterilmelidir. TBMM’nin iradesini gasp eden Kanun Hükmünde Kararname uygulamaları istisnai hale getirilmeli, yasama sürecinin işleyişini bozan, şeffaflıktan uzak “torba kanun” uygulamalarına son verilmelidir. Yasamayı yürütmeye tabi kılan ve milletvekillerinin iradesine ipotek koyan anlayışla mücadele edilmelidir. Ancak bu yolla lider sultası yıkılabilir. Meclis komisyonlarının sayısı ve etkisi artırılmalıdır. Denge ve denetim mekanizmaları her koşulda etkin tutulmalıdır. Araştırma komisyonlarını çeşitlendirerek TBMM’nin denetleme işlevi güçlendirilmelidir. TBMM İçtüzüğü baştan ele alınarak demokratikleştirilmelidir. 
Türkiye'ye en uygun Cumhurbaşkanlığı; partiler üstü, sembolik yetkilerle donatılmış, yürütme ve yasama üzerindeki etkisi sınırlandırılmış bir Cumhurbaşkanlığı modelidir. Cumhurbaşkanı’nın yargı ve diğer üst düzey bürokrasi atamalarındaki yetkileri kaldırılmalı, bir denge ve milleti temsil makamı olarak yapılandırılmalıdır. 
Özetle ülkemizin diktatörlük rejimi kuran bir anayasanın aksine;
•    Kurucu değerlere bağlı,
•    Özgürlükçü,
•    Güçlü sosyal devleti öngören,
•    Parlamenter sistemi esas alan,
•    Güçler ayrılığına dayalı,
•    Denge ve denetleme mekanizmaları olan ve iyi çalışan,
•    Güçlü ve bağımsız yargıyı kuran,
•    Özerk kuruluşları güvence altına alan anayasaya ihtiyacı vardır.
Teklif edilen metin Anayasa Komisyonunda bir kısım değişikliklere uğramışsa da getirilen sistemin özü ve esası değişmemiştir. Yukarıda ayrıntılı olarak açıkladığımız üzere bu teklif bir hükümet sistemi değişikliği teklifi değildir. Bir rejim değişikliği getirilmektedir. Anayasanın ilk dört maddesinde güvence altına alınan Demokratik Cumhuriyet ve hukuk devleti yok edilmektedir. Egemenliğin fiilen milletten alınıp tek kişiye aktarılması söz konusudur. Aksak topal devam eden ve iyileştirmek için çaba harcamamız gereken demokratik düzen tamamen terk edilmekte, otoriter bir tek adam rejimi kurulmaktadır. Bu diktatörlük anayasasıdır. Dolaysıyla Anayasanın 4.maddesinde ifade edilen teklif yasağı kapsamındadır. Teklif edilebilmesi ve görüşülmesi mümkün değildir. Anayasaya aykırıdır.
Osmanlıdan bu yana devam eden ve Türkiye Cumhuriyeti ile kurumsal temelleri gittikçe güçlenen demokratikleşme sürecini kesintiye uğratan bu teklif, Cumhuriyet devrimiyle kazanılan tüm değerleri tersine çevirmeye dönük bir karşı devrim hareketinin anayasal zeminini yaratma arayışıdır. 
Bu düzenleme ülkemizin yeni ve derin krizlere sürüklenmesinin yolunu açacaktır. Yol yanlıştır ve derhal dönülmesi gerekir. Bu teklifin Gazi Meclis çatısı altında görüşülmesi dahi tarihi bir ayıptır.
Bu nedenle teklife karşıyız. "